Koray Feyiz

Bu makale, Günümüz Türk Şiirinin Romantizminde BenliğinSöylemsel Yapıları odağında, öznel kimliklerin nasıl oluşturulduğu ile ilgilidir. En iyi örneğim Gülseli İnal olacak ve sonra, 21. yüzyıla kadar söylemsel olarak öz düzenin belirli ve çok temel olan problemlerinin nasıl çözüleceğini göstereceğim ve örnek yine Gülseli İnal olacak! Sonunda benlik modellemede bu belirgin devamlılıktan yola çıkarak, neler yapabileceğimizi kısaca tartışacağım. Devam etmekte olan şey, şimdi Günümüz Türk Şiirinin Romantizmindeki öznel kimliklerin (=benliklerin) söylemsel yapıları, tamamlanmaya yaklaşan daha büyük bir projenin bir parçasını oluşturduğundan, başta ben-modelleme meselemize nasıl yaklaştığımın taslağını çizmek gerekiyor.

Bu büyük projede, üç temel öncül üzerinde çalışıyorum: Benim ilk öncülüm, 2010’lu yıllarda, Gülseli İnal’ın farklı sosyal alt sistemler ile tam teşekküllü, işlevsel olarak farklılaşmış modern bir toplum olarak adlandırdıklarının oluşumuna tanık oluyoruz. Bu, dinamik, esnek ve açık uçlu kimlik inşaatı için yeni, söylemsel uygulamaların ortaya çıkışı ile çakışmaktadır. Bu yeni söyleşi uygulamaları, farklı sosyal alt sistemlerin değişken ve akışkan kimlik tasarımlarıyla çalışmasına ve dolayısıyla “özlü” parametreler veya içerik tanımlı varlıklar tarafından erken belirlenen kimlik kavramlarının verimsiz ve işlevsiz katılığından kaçınmasına da izin veriyor. İkinci öncülüm, böyle söylemsel kimlik yapılarının her zaman çelişkiye ve kendi çelişkisine eğilimli olması. Örneğin, söylemsel olarak kendi kendine bir yapımın her zaman bir başlangıcı vardır ve bir kusurlu dize ya da bir pozisyondan başlamak zorundadır (= Aristo’nun “Poetika” adlı yapıtında söylediği gibi): “Başlangıç, kendisinden başka bir şeyden sonra zorunlu değildir ve sonra doğal olarak başka bir şey olacaktır.” [s:685]) ve bundan sonra özellikle bu ilk konumlandırmadan sonra gelenlerin, konu (= madde) ile söylem konusunun kimliğini veya o söylemin nesnesini tamamlayacak bir mantığa sahip olduğu yanılsamasını üretmek zorundayız.  İdeal olarak, “Üç Kral” başlıklı şiirde Gülseli İnal’ın söylediği gibi şiirin konusu onu ortaya çıkaran konuyla çakışmaktadır. Şiiri okuyalım: “Bölünmedi hiçbir şey / kum yürümedi ırmakta / bir deniz Himalaya’sı / bir deniz çukuru / ya da bir toprak galaksisi / gözükmedi yine de / Tufan’dan arta kalan / canlıların en güçlüsü / insan ötesi bir varlık / bir tür su mastodon’u / uğursuz bir seferden sonra denizlerde / vahşi bir kuşun pençelerini andırıyor / şimdi / yüzü tunçlaşmış / üç müneccim kral / tek gemiyi kullanıyor” (Çocukluğun Son Günü,[s:139]). 

Bu ilişki kolayca tersine çevrilebilir: Söylemin söylemsel yapıları, her zaman önceden varsayıldığı şeyi üretir; asla… Asla verilmeyen ve asla elde edilemeyen tüm amaç ve amaçlara, kendisini tam olarak kavradığı bir konuyu üretir. Kimliğin söylemsel kaynağı, kaçınılmaz olarak şarta bağlı ve kendi kendine çelişkilidir. Fakat bu gerçek, sıradan bir iletişimde maskelenmiş veya örtülü olmalıdır; çünkü bu paradoksların sistematik olarak maskelenmiş veya gösterişli sergilenmesi hemen hemen tüm sosyal alt sistemlerde ters etki yaratacaktır. Bununla birlikte, bu benim üçüncü öncülüm, bir ihtimal ve imkânsız ve kendi kendine toprağa varmanın imkânsızlığının gözle görülür biçimde ve yaptırımsız olarak gösterilebileceği ve tam olarak kendinden kurtulmuş olunan metinlerin belirlenmiş alanı olan bir alan… Herhangi bir özel işlevi yerine getiren bir alan… Buna ‘edebiyat’ diyoruz.

Kimliklerin söylemsel olarak oluşturulduğu son derece çeşitli ve paradoksal yolların göze çarpan bir şekilde ön plana çıkarılması ve tematik bir duruma getirilmesi, gerçek edebi bir bölge durumuna gelmesi, başka yerlerde yapılan herhangi bir iletişimin parçalanmasına yol açabilecektir ancak bu alanda kendine özgü otomatik referans gücünü seven bu özel iletişim türünün tanımlayıcı özelliği farklılaşma spesifikasyonudur.

Bu nedenle, modern edebiyatın belirleyici özelliği, yani kendisinden bahsettiği metne ‘metin’ olarak ve kendisinin anlam üretme süreçlerine dikkat çektiği metne ‘yapısal’ olarak, tanımı gereği başka bir konunun kendisi olmadığını ve kendisinin olmadığını vurgulamasıdır. Kendi hedefleri ve olma nedeni olarak, kendi anlamlı tutarlılığının kanıtı ve kendi ihtiyacı olan kimliğin söylemsel üretimidir. Oysa modern sanat ve edebiyat gibi en karakteristik türlerin tezahürlerinde ise, söylemsel yapının oluşturulması sadece kendine ‘referans’ olabilir. Bu bağlam içinde yaptığım çalışmalar sonucunda gördüğüm o ki, söylemsel öz düzenin bu çelişkili durumunun kendisini romantik şiir, poetikoloji ve felsefede ortaya koyma biçimini izlemiş olduğudur. Kısaca özetlemek için: Gülseli İnal’ın “Çocukluğun Son Günü” adlı kitabıyla, bizleri, sonsuza dek bitmek bilmeyen imkânsızlıklar ve sürekli olarak kendi hayatımızı yeniden yazmak zorunda kaldığımız tamamlayıcı zorunluluklarla karşıladığını – kapsanan süre sabit kalsa bile – belirtmek isterim. Böyle bir süreç içinde şair, ‘çocukluğunun son günü’nün ontolojik olgusundaki tek mantık içeren sonuca da ulaşmış oluyor ve bu durumun şairde, zamansal sürekliliğin metni güvence altına aldığını iddia eden özlü bir dizi seriye dönüştüğünü de anlıyoruz. Burada işte düşüncenin ‘güzellik’ olarak kavrandığı şey budur, fakat tutarlılığı sürekli sorgulanmaya başlar ve bunun sonucu olarak kimlik oluşumunun tüm projesi çöker -ki şairin açıkça mutsuz olmadığı bir sonuç bu aslında-, çünkü şairin bir kimliği yoktur! Buna göre, şair için kendi kendine oluşum, kurgusal egoların ve kamusal bir kişiliğin ortaya çıkışı ile başlar ve bu gelişme sonucunda; kamusal karşılığın sürekli olarak doğrulanması nedeniyle, bu kimliğin üretilmesi de metni kasten ihlal eder ve metin olarak, bu imalat yöntemiyle, “edebiyat”ın yeni bir alt-sisteminin ayrılması ve özerkliğini inkâr eden ve aynı zamanda da meta- bollaşmasını kesin olarak onaylayan ve vazgeçilmez bir biçimde diyalojik ve performatif bir oynamaya dayanan bir süreç ile karşı karşıya geliriz ve bu süreç ile birlikte yapımda rol oynamanın potansiyeli; idealde, şairin rolü (= öz-otorite için en belirgin olan değer yargısı) ve kimliğinin ‘bir’ olması demektir. “Çocukluğun Son Günü”nde şair, istikrarlı bir bakış açısı gözetmeyen, yalnızca dinamik olarak kendini konumlandırma yörüngesinde izlenebilen, gözle görülür derecede akışkan bir kimlik yapısı gösteriyor ve bence Gülseli İnal, metni; önemlilik içinde örtük olarak ve sadece konuşsal olarak konuşulabilen ancak her zaman zaten “başka bir yerde” bulunan ve asla mevcut olmadığı bir konunun “fosili” olarak görüyor. “Paralel” başlıklı şiirden birkaç dizeyi örnek olarak alalım: “Hülyalı ne varsa / yok etmek üzere  / tüm parlak nesneleri / ezip geçti de / tunçtan araba / geride / göğsü yanık bir dişi bıraktı / aç otlarca parçalansın diye / (…)” (Çocukluğun Son Günü,[s:86]). 

Söz konusu bu şiirin bir öznellik projeksiyonu var, ama aynı zamanda da onun vizyonu ve şairin daha sonraki diğer şiirlerinin de sadece bu şiirden türetilebilen şiirler ya da bir tanrısallığın varsayılanı olan şiirler olduklarını görüyoruz, çünkü bu inanç, varlığın elbette sadece bir sıçrama tarafından varsayılabileceği aşkın bir manevi varlığı, zeminden çıkarmak yerine, konunun kimliğini söylemsel olarak kurma girişimlerinin kaçınılmaz olarak paradoksallığını da bir bakıma kabul etmek demek oluyor. Yukarıdaki bu önergeler çerçevesinde, bu yazının geri kalan kısmı, özellikle kimlik oluşumunun belirli bir yönüne odaklanmaktadır; başka bir deyişle, nesnenin, nesnel dünyaya, doğaya ve gerçekliğe “nasıl” bağlı olmadığı durumda her şeye “nasıl” konumlandırılacak olduğudur; daha özenle de bakıldığında, özne-gerçekliği oluşturan ya da nesnel bir realitenin bir parçası olan şeylerin sadece bir şekilde dışarıda olan kalıpları ve anlamları kaydettiği şeklinde düşünülüp yorumlanmadığında “nasıl” olacağıdır? Diğer bir deyişle: Esas soru için demek istiyorum ki, nesnenin modellendiği bu durumun, yalnızca keşfedilen şekilde mi, yoksa model ve gerçeklik ve de anlam üreten bir şekilde mi modellendiğidir? Bu sorunun yanıtını bekliyordum, hem romantik hem de modernistlerin bu konuda derinden “ikircikli” ve “çelişkili” olduklarını biliyorum ve onların her iki yönde de bunun olmasını istediklerine inanmak için iyi bir “neden” olduğunu düşünüyorum ve bence “neden” bu olmalıdır? Gerçekten merak uyandırıcı soru budur işte… Gülseli İnal’ın en “ironik” ve “çelişkili” çalışmalarından biri, kitapta yer alan “İkizim” başlıklı şiirdir. Bu şiiri okuyalım şimdi: “Güz denizlerinin getgitlerini andırır / ikizim / sarı köpüklerini / güz çiçeklerinin yanına / bırakıp / uzanan / bedenlere inat ağıt gibidir sesi / sonra maskını takarak karşılar / sıcak rüzgarları / hep / rüzgarın böyle olmadığını söyler / dayanıksızdır hep yüreği / verimsizlik al al olmuştur yanaklarında / yarışır durur bir çöl gülü gibi / hummalı gölgelerle / ikizim / kaderim” (Çocukluğun Son Günü,[s:97]). Bütün şairler mi böyle olduğuna inanıyor ve hayal gücünün yaşandığı bu fırsat, dağları kaldırıyor; ancak, pek çoğu, hiçbir şeye Gülseli İnal gibi “sert” bir biçimde çığlık atma yeteneğine sahip değildir, neden? Öyle görünüyor ki, Gülseli İnal diğer şairlerin en öznelci olanından bile daha çok Gülseli İnal’dır ve eserlerinde gerçeklerin öznel olarak okuru inandırdığı iddiasını destekleyen çok sayıda pasaj vardır ve başka türlü de olamazdı zaten: “Ben hasadı bedenimde tamamladım / sürüldü sarı ne varsa / bir kelam / semadan bir görüntü / serildi birden gözler önüne / sonsuzun bir parçası / ışıklı girişi kutsayan / kendini bırakışın tonu / ağaçlardaki değişim / eski bir tutsak / gözlerin zamanın tümü” (Çocukluğun Son Günü,[s:78]).

Yukarıda şairin aynı kitabından “Tinsel Ana” başlıklı şiirini okuduk. Elbette, Gülseli İnal’ın şiirlerinde çılgınlık ve bilgelik kutupları arasında bir geçiş var: Çünkü bilgeliğe karşı dünyevi bir eğilim var ve hayal gücü:  sonsuz ve sonsuz olandır ve Gülseli İnal’ı tanıyanlar, yalnızca bu dili kullanımı konusunda ağır bir ‘ironi’ tespit edeceklerdir. Vizyoner şair Gülseli İnal’ın sanatını bu eğilime bırakması şairin bu eğilime karşı çalışmalarının doğasının, hayali ve /ya da yaratıcı olmasındandır;  sanki Antik Çağ’ın Altın Çağ’ı onardığı şeyi “geri yüklemek” gibi bir çabası vardır ve bu vizyon ve /ya da hayal,  ebediyen var olanın ve gerçekten de değerli olanın bir temsilidir. Bu hayal dünyası, ebedi dünyadır çünkü bu hayal dünyası sonsuz ve sonsuzdur. Yani, Gülseli İnal’da hayal gücü, sonsuz ve sonsuz olan ve değişmeyen bir gerçekliği ortaya koyar: “Bir Ölü’den” başlıklı şiirinden birkaç dize okursak eğer, ne demek istediğim kuşkusuz daha iyi anlaşılacaktır: “Asma yaratığı ağaç perisi / kanın isteği / koyulaşmakta her gölge / artırmakta kıvamı / en derindeki kuyu / Gözüktü antik mermer çeşmede / döndü tüm beyaz mermer / kızıl şarap rengine / sızmıştı her yere bu renk / (…) / Bu bahçe bir yetimi taşır / ruh bastırırken kendini / yeşil bahçede / anlam boyutlarından sarkan / işaret koyu üzüm rengine dönüşür / Yetimlerin arzusu taşınır / üzüm gölgeliğine / kuytulara” (Çocukluğun Son Günü,[s:107]).

Görüleceği üzere bu üstün gerçek, kuşkusuz hayal ve/ ya da algılanan şeylere bağlı değildir. Örneğin, bize bildirilen “ziyaret”lere de  [= Omega’ya]…? Öte yandan, farklı insanların sahip oldukları farklı vizyonlar o kadar karakteristik ki (kendi imgelerinde Tanrı’yı oluşturmuşlardır) bu yüzden var oldukları için bunları savunmak zor olacaktır ancak vizyonlarının doğruluğunu sıkıca okura ikna ettiklerini de belirtmek gerekir çünkü bunların doğruluğu tartışmasız olarak kabul edilmektedir. Vizyonlara ilişkin bir rekabet var ve her vizyonerin dünyanın her yerinde var olma özelliğinin son derece de net göstergesidir bu. Bir bakıma ‘aşk’, kendini mutlu etmek istemiyor anlaşılan… Elbette ki sorun, vizyonerin konuşma eyleminin meşrulaştırılması ve aynı zamanda da vizyonerin bu eylem için kendinden yetki vermesidir: Bana ve /ya da herhangi birisine sonsuz bir gerçeği ortaya çıkarmak için onu güçleştiren ve güçlendiren şey nedir? Diye sorabilirsiniz. O zaman elbette,  Hegel’in “Estetik” adlı eserinde “Şiir sanatı, kendinde, özgür hale gelmiş olan ve kendi gerçekleşimi adına dışsal duyusal maddeye bağlanmayan tinin tümel sanatıdır; dışsal duyusal maddeye bağlanmak yerine, o, kendine özgü bir biçimde tasarımların ve duyguların iç uzayında ve iç zamanında gezinir” [s:40] belirtmiş olduğu gibi, kendini meşrulaştıran ve kendinden yetki veren temel bir söylemin genel sorununun bu olduğu anlaşılacaktır. Öyleyse, birisi yalnızca bunun öznel bir projeksiyon olduğu iddiasını nasıl karşılayabilir? Elbette kimse bunu yapamaz. Tek yapabileceğimiz şey, şartsız olarak bir maddenin bir çeşit çözümleme sürecinde yorumlanmasının kendi yetersizliğine işaret edebileceğini göstermektir. Genelde “romantik ironi” olarak bilinen bir jest… Bunu şairin  “Kerubiler”  başlıklı şiirinde buluyoruz. Okuyalım: “Üç baş melek / birer gölge birer düş / siyah daireler halinde / dönen / üç disk bir de / gelip buldu beni / ansızın ölü bir akşamüstünde / ne denli tuhaf / aykırı bir çekim oldu / merkeze / ateş toplarının sıcaklığıyla / rüzgarın yorduğu / bu / yüzey paramparça” (Çocukluğun Son Günü,[s:101]).

Yukarıdaki dizeler, lafı uzatmak için gerekli kayba eşdeğerdir; bu nedenle, vizyona dayalı sanat asla vizyonun kendisiyle ancak öznel deneyimlerin ya da nesne-nesne ikilemine meydan okuyan bir deneyim arasındaki öznel paylaşımın temsilciliğini taşıyamaz. Tanım olarak, mutlak temsil edilemez ve Gülseli İnal, bunu biliyor. Gülseli İnal’ın şiiri kendine özgü sınırlamaları ve yetersizlik duygusunu sistematik olarak işaret ettiği için, bu yetersizlik genel bir şart olmakla birlikte, kişisel bir başarısızlıktan kaynaklanmadığı için, edebiyat ortamı tarafından da ‘bilinçli’ olarak yapıldığı konusunda şaire güven duyulmaktadır. Gülseli İnal’ın “Çocukluğun Son Günü” adlı kitabı Dünya’da ve Türkiye’de her şeyin başlangıcı gibi rivayet edilemeyen şeyleri anlatmaktadır ve şairin epik çabaları hakkında da aynı şey söylenebilir: Bu anlatım, sürekli olarak kendi imkânının zeminini çiğnemektedir ve tabii ki bunun sadece bir kurgu, gerekli bir kurgu olduğu gerçeğini de onaylamaktadır. Ancak Gülseli İnal’daki “kurmaca” ve “çelişki”… Şairde, hayal gücü radikal olarak öznel ve üretkendir ancak onun temsilcisi ve/ ya da taşıyıcısı için tipiktir ve aynı zamanda sonsuz değiştirilemez, anlayışa ve/ya da mantığa tabi olmayandır çünkü ve temel sebeplerden ötürü herhangi bir ortamda temsil edilemeyecek bir gerçektir o. “Çocukluğun Son Günü” adlı kitabının “Tinsel Ana” başlıklı şiirinde [s:78]  Gülseli İnal,  ‘neden’e ve ‘neden’in analiz ilkesine karşı hayal gücünü sentez ilkesiyle çarpıştırmakta ve sonra şiirin hayal gücünün ifadesi olan “sonsuzun bir parçası / ışıklı girişi kutsayan / kendini bırakışın tonu / ağaçlardaki değişim / eski bir tutsak” olduğunu iddia etmektedir: İnsanın kökenidir bu ve çok ilginçtir ki, Gülseli İnal; toplumda ‘şair’ rolüne, Hegel’in biçimsel estetiğine sanatsal açıdan formüle etmiş olduğu kendi tekniğini de ekleyerek bir tanım aramaktadır. Gülseli İnal’ın dili, vitrifiye edilmiştir yani metaforiktir ve bu dili önceden temsil eden kelimeler tamamen düşüncelerin resimleri yerine düşüncelerin bazı bölümleri ve/ya da sınıflamaları için zaman işaretleri durumuna gelinceye kadar, önceden anlaşılmayan şeyler, şairin dil ve insan arasındaki ilişkisine işaret eder ve endişelerini devam ettirir ve böylece dağınık olan argümanları yeniden yaratmak için eğer, ‘yeni bir dil’ ortaya çıkmazsa, dil ve insan arasındaki ilişki, bu gayretli amaç için öldürülmüş olur. Gülseli İnal’ın dili, binlerce fark edilmemiş düşünce kombinasyonunun hazinesini yaratarak, zihnin kendisini uyandırır ve büyütür ve örtüyü dünyanın gizli güzelliğinden kaldırır ve tanıdık nesneleri tanıdıkları gibi yapar ve temsil ettiği her şeyi yeniden üretir ve “Megaron Aynası”nda taklit edilen kimliğe bürünme, bir zamanlar onları düşünmüş olanların zihninde, birlikte yaşadığı tüm düşünceler ve eylemlere kendini yansıtan nazik ve yüce içeriğin anıtları olarak durur. Çünkü Gülseli İnal’ın dili, Dünya’daki tecrübelerimizi köreltmek ve/ya da keskinleştirmek için bu özel güce sahiptir, çünkü diğer sanatın materyallerinden farklı olarak, düşünceyle iç varlıklarımızın eylemleri ve tutkuları ile yakından ilintilidir ve bu, iç varlıklarımızın eylemlerini ve tutkularını daha doğrudan temsil eden ve renk, şekil ve/ ya da hareketten ziyade daha çeşitli ve narin kombinasyonlara duyarlı dilden doğanın kendisine yayılıyor ve daha plastik ve itaatkâr bir anlayışın kontrolü olan bir yaratılış oluyor. Çünkü dil, keyfi olarak hayal tarafından üretilir ve sadece düşüncelerle ilişkilidir. Dil, keyfi olarak hayal ürünüdür ve düşüncelerle tek başına ilişkilidir fikri oldukça ilginçtir, ancak Gülseli İnal’ın şiirinin “aşinalık” görüntüsünü temizlediği iddiasını da karmaşıklaştırmaktadır bir bakıma. Ben bu durumu yeniden entegrasyon (=bütünleşme) olarak adlandırıyorum ve bu durum şairin şiirindeki ‘uykulu’ güzelliği ‘ruh’ olarak çıplak bırakıyor ve içimizdeki görüşten varlığımızın harikasını gizleyen bu “aşinalık” görüntüsünü temizliyor, ancak yeniden entegrasyon algıladığımız duyguyu hissetmek ve bildiğimizi hayal etmektir aynı zamanda ve tekrar tekrarlama ile köreltilen gösterimlerin tekrarlanması ile de “aşinalık” görüntüsü zihnimizde yok edildiğinden, yeniden entegrasyonun evreni de yeniden yaratmış olduğunu görüyoruz. Bu “tasfiye”, şairin algı kapılarını temizlemesini anımsatır bana ve bundan sonra her şey sonsuza kadar görünür olacaktır. Ancak burada dil, düşünce ve dünya arasındaki ilişki önemlidir. Dilin düşüncelerle olan ilişkisi yalnızdır ve bununla birlikte, dünyayı görme şeklimiz üzerinde doğrudan bir etkiye sahip olduğu söylenebilir. Bu, yalnızca dil ve şiirlerin paylaşılan evreni, homolog bir şekilde bölümlerimiz ve algılayıcılarımız olarak yeniden üretebilmesi durumunda ancak gerçekleşebilir. Ben bu bağlamda; Gülseli İnal’ın algı dilini (ki bu dilin algılanan durumuyla ilgili varlıkları vardır) bir fonksiyonu olan idealist bir dil ve/ ya da algının dilsel dönüşümü sonucu ortaya çıkan bir dil olarak adlandırabilirim. Bu bir bakıma mantıken zorlayıcıdır, fakat anlaşılmayan o ilişkiler bakımından da açıklanması kolay olmayacaktır. Nasıl yapılacaktır o zaman? Ne olacaktır? Tutsak olmadan önce gerçekten var mıdır? Yoksa dünyanın yeniden keşfedilmesinden nasıl söz edebiliriz? Eğer öyleyse, her şeyin algılandığı durumuyla var olduğunu ve bu dilin düşüncelerle bir ilgisinin bulunduğunu nasıl söyleyebiliriz? Ben, Gülseli İnal’ın, genel olarak şiirin sıra dışı bir yoğunluğa sahip olduğu anları kaydettiğine inanıyorum. Şiir en mutlu ve en iyi zihinlerin en iyi ve en mutlu anlarının bir kaydıdır ve böylece şairin Omega’ya olan ziyaretinde ‘kalıcılık’ sağlıyor. Ancak Gülseli İnal, öyle görünüyor ki, dış dünyaya, şöyle ki; dil öncesindeki dünyaya, “dünya böyledir” demek istiyor. Belli ki Gülseli İnal’ın en çok düşündürücü şiirlerinden biri olan “İhtiyarlar” bu dilsel dönüşten en radikal çıkarımları çiziyor. Birlikte okuyalım: “Boynum saçlarım ve başım / gömülmüş ışıkla otla yaprakla / yol alıyor / oksu yaban bir düşünceyle / titriyor tüm doğa / bu yaban algının altında / Omega’ya varıyor düşüncelerim / soğukluğu dış uzayı yokluyor / ne çare ki / dökülmekte pul pul / karanlıktan ölüm harcı / bilmiyorum nedir tanrının bildiğinden çok uzakta / bildiklerimiz / (…)” (Çocukluğun Son Günü, [s:45]). 

Yukarıdaki dizelerde, hiçbir şey var ama algılandığı gibi var. Aradaki fark, fikirlerin ve dış nesnelerin isimleri tarafından kaba bir şekilde ayrılan bu iki düşünce sınıfı arasında sadece sembolik olarak var ve aynı akıl yürütme dizgisini takip edersek, şimdi, kendi doğasını sorgulamak için kullanılana benzer daha çok var, ayrı zihinlerin varlığı da bir aldatmacadır çünkü. Ben, sen… Kelimeler ve bu şekilde belirtilen düşüncelerin bir araya getirilmesi ile aralarında var olan herhangi bir gerçeğin tanımını yapmak için kullanılan farklı işaretler değildir, sadece bir zihnin değişik tadilatlarını belirtmek için kullanılan işaretlerdir. Ben, sizin ve onlar… Kelimeleri sadece düzenleme için icat edilmiştir ve genellikle bu kelimelere bağlı yoğun ve seçkin anlamdan tamamen yoksun olan dilbilgisel araçlardır. Felsefenin bizi yönettiği kadar anlayışlı bir kavramı ifade etmek için şartları yeterince bulmak zordur. Kelimelerin bizi terk ettiği bir dünyanın eşiğine geldik ve bildiğimiz kadarıyla karanlık uçurumlara bakmak için başımız döndüğünde acaba ne yapacağız, bunu çok merak ediyorum? Şairin felsefesinde ve şiirinde bir ‘çelişki’ vardır; bir yandan dünyayı yalnızca dil ve düşünce ızgaraları aracılığıyla deneyimleyebiliyoruz, bu sadece onlarla sınırlı değildir ve bizim tarafımızdan erişilebilirdir, aynı zamanda var olduğu tek yoldur dil ve düşünce… Öte yandan, hareketlerimizden etkilenmeyen bir ‘öte’si vardır. Düşüncenin dünyayı kendi imajıyla oluşturduğu görüşüne (yani düşüncemizin bir gramer yapısına sahip olması nedeniyledir bu, çünkü dünya sonuçta dilbilgisinin bir işlevidir) ve bu dünyada bir başka dünya olduğuna ilişkin karşıt görüşe karşı gelen bu çelişki, örtünün kaldırılıp kaldırılmadığına bağlı olarak yakalanan ya da tutsak görülen kalıplar, yapılar ve ilişkiler tek başlarına vardır; bu çelişki, Gülseli İnal şiirlerinin sayısız bölümünde en ilginç yollarla kendini gösterir. Şairin lirik sesi ve “Agualites” başlıklı şiir örnek olarak yeterlidir: “Eflatunlar beldesi gülüşünüz / zemin atlasta /ancak yüreğin / zincirli bir siyahi / zifirle aykırı karanlığa / Agualites / yaslanmış saf güle / Kutsal adına / çivilenmiş kuma / kızıl kum saflık serenadı / efsanevi şatolar / yeşil yollar / ejderin nefesiyle dolu / Sis çiçekleri fısıldıyor / istekten harap gökyüzü / saçılmış duyu taneleri / her biri atom gücünde / birer / gül / sanki” (Çocukluğun Son Günü,[s:38]). “Sis çiçekleri fısıldıyor / istekten harap gökyüzü” nün son gerçeği, özüne ulaşılamazsa eğer, bu öz yerine, tanım olarak, söylemin alanına bir başka deyişle ‘insan’a, asla getirilemeyecek olan bir şey için bir dizi benzetme elde etmek demektir. Romantik öldürmenin birincil örneği olan “Agualites”de, mesajlardan biri, herhangi bir metnin anlamının, onun bağlamına bağlı olduğunu ve yeterli zamana sahip olan bu değişen bağlamların radikal olarak değişebileceğini ve böylece mesajın da değiştirilebileceğidir. Bu içgörünün dizelerle sunulması, böylece yukarıdaki dizeleri okumanın her hareketi, tanımladığımız metnin mesajı olarak metnin belirsizliğine de dikkat çekecektir. Şairin “eflatunlar beldesi” ni düşündüren ve bir rüyayı anımsatan dizelerine bu açıdan bakıldığında, Gülseli İnal’ın hayal zaferinde, birinci şahıs anlatıcı için, gördüğü şeyin tutarlı ve objektif duygusu yaratma konusundaki anlatı imkânsızlığıyla karşılaşırız. Anlatıda meşale, “Agualites’in yaslandığı saf güle” geçtiğinde, artık tanımlananların benzerliği nedeniyle, nitel ve hiyerarşik olarak farklı anlatı düzeylerini birbirinden ayırmanın mümkün olmadığını fark ettik. Her şeyin anlamı sorusu, dördüncü ve son kez sorulunca, sonra yaşam nedir? sorusu da cevapsız kalıyor ve sonunda bunun bir “vizyon” olmadığını anlamış bulunmaktayız. Özü bildirmek zor olsa da, anlamı kendinden belli olan ve kendimiz olarak yaptığımız şeyleri ancak anlayabileceğimiz doğruysa, hayatın genel anlamı kesinlikle anlamadığımız ve açıklayamayacağımız bu nedenle de konuşmamamız gereken bir ‘şey’ olacaktır. Daha da önemlisi: Gülseli İnal’ın gelişmiş poetikası, onun dilin ötesinde şeyler hakkında konuşmasına izin veriyor. Bu makul bir kısıtlama gibi görünmüyor. Maalesef, çoğu zaman çoğunun yapmak istediği şey de budur. Bu yüzden söylenebilir ve düşünülmüş olanın alanını genişletmeye gayret eder, örtülü perdeyi kaldırır ve sonsuza kadar “aşinalık” görüntüsünü içimizden çekmez ve asla öğrenemeyeceğimizi tahmin etmez çünkü. Bu sefer ‘doğru’ anladım, evet dilin bu tarafı ‘doğru’ değil… Sonuç olarak, bu romantik şairi özetlemek gerekirse: Gülseli İnal, romantik cisimlerin kendisini çevrelediğini gördüğünde biçem ve anlamın şiirindeki kurucu unsurlar olup olmadığı konusunda derin ve çözülemez bir şekilde çelişkiye düşüyor, evet onun şiiri çelişkilidir ve çelişkili olmaya da devam edecektir.

OKUMA NOTLARI: Aristo, “Poetika”, Can Y., Çev: Samih Rifat, 1.Baskı, Ağustos 2007, 15 .Baskı, Nisan 2017, İst., Hegel,  “Estetik”,  Kırmızıkedi Y., Çev. ve Der.: Taylan Altuğ / Hakkı Ünler, 1. Baskı,  Şubat 2019, İst., Gülseli İnal,  “Çocukluğun Son Günü”,  Telos Y., 1. Baskı,  Mayıs 2007, İst.

Paylaş:

Yoruma Kapalı Paylaşım.