POLİTİK SANAT ÜSTÜNE…
‘‘Filmlerim sert değil, izleyiciler yumuşak…’’ (Gaspar Noe)
Dünya bitimsiz bir gerilim… Bunu anlamış bulunmaktayız. Kendisinin oluşumu bile ürkütücü… Toz ve gaz bulutundan meydana gelen minerallerle oluşan bir yapı… Atmosfer öldürücü düzeyde; zamanla avunulabilmesi içinse bir parça oksijen meydana geliyor. Sonra, arka arkaya canlılar ürüyorlar, karma bir ekosistem deryası.
Konuyu mitolojiyle değerlendirelim. Yine bir gerilim… Kaos… Kozmosun bilinmezliğiyle kaosun sürekliliği arasında mitler uyduruluyor. Bu mitler insanlık tarihinin hikâyelerini, dinlerini, kültürlerini oluşturuyor. Hepsi iç içe ekşimiş çorba… Üstüne, medeniyet, sömürge imparatorlukları, savaşlar… Güneş kör edici, fazlasıysa iyiden iyiye zarar… Yani, her şey neresinden açıklanırsa açıklansın -bilim, sanat, inanç- kötücül, berbat, gerici… Umut, teraneler örtüsü…

Her ülke günümüzde kendi kaderini yaşarken, aslında başka bir ülkenin kaderiyle de çakışıyor; -hatta, ülkelerden ve vatandaşlarından asla tam dost olmaz- çatışıyor. Dev ülkeler, zengin ülkeler, Avrupa ülkeleri, emperyalist ülkeler, maşa ülkeler, Amerikan kültürü, kokka kolaaaa, sömürge ülkeleri, sömürülenler, cahil bırakılanlar, petrol, elmas, silah satışları, uyuşturucu ticareti, kara para aklama, su, demokrasi (!), kendine Hıristiyanlar ve onlar tarafından radikalleştirilen Müslümanlar… Soy bağıyla, yeryüzü efendiliğine soyunan, mükemmel kutsal Yahudiler… Hepsi de birbirine sürtünerek, alevleniyorlar. Araya, deistler, ateistler, agnostikler, vd. (ve diğerleri hiç bitmez, kökleri kurumuyorlar) birtakım kimi karşı radikaller de karışıyor. Çok fikir, çok ses, anlamsız çağ geçişleri… Uğultu oluyor.
Türkiye politik bir ülke… Aslında, siyasetle politika arasında nüans var denilebilir; kelimelerin farklarını ortaya koymalıyız. Etimoloji bir pınar… İçtikçe yeni sözcükleri içesin geliyor. Bilgesel açlık… Politika, Eski Yunanca’da ‘devleti yönetebilme sanatı’ şeklinde geçmekteyken; siyaset, Arapça kökenli bir sözcük… ‘At bakıcılığı yapmak’ anlamına geliyor. Burada, Doğu ve Batı arasındaki zihniyet zuhur ediyor. Politika, devleti yönetebilme sanatıyken, siyaset atı dizginleme işi… Bu minvalde, Türkiye’de siyaset ifadesi halkı da düşündüğümüzde, daha isabetli… O sebeple, paragrafın başındaki ‘Türkiye politik bir ülke’ cümlesini değiştirebiliriz. Bundan ötürü üstü de çizilmiştir. Başa dönüp, tekrar anlam yükleyebilirsiniz. Yahut, paragrafı şöyle kapatabilirsiniz: Türkiye siyasi bir ülke…

Böylesi, siyasi bir ülkenin kültürü ve sanatı da, onu taşıyacak denli güçlü bir derinlik içermelidir değil mi? Yazık ki, tam tersi… Neredeyse, Türkiye’de sanat olmadığını, olanın sanat şeklinde değil de, başka bir başlıkla adlandırılabileceğini belirtmemiz mümkündür. Teknik olarak sanattır şüphesiz yapılanlar; lakin, içerik bağlamında hayli zayıftır. Nitekim, politik sanata en ihtiyaç duyulan şu ülkede, güçlü bir politik sanat yoktur. Çünkü, ülkenin cinsel açlığı/ikiyüzlülüğü, din korkusu, yaşam mücadelesi telaşı, basiretsizliği, cesaretsizliği, tarihsel kopuklukları, kadına bakış açısı, keza kadının kadına bakış açısı, arabesk gidiş-gelişleri, korkuyla kaplanan soğukkanlılığı, her şey sorunludur. Ya gelenekle, mitolojiyle arada kopuş vardır ya da her şey batı taklidiyle var olur. Batı sevicilik de bir nevi ölü sevicilik denli bu ülke topraklarında pek tutkuludur. Geriden geriden ileri gelir. Kötünün kötüsü cehaleti sevmeseniz de, kötünün iyisi taklitçi ve yapay sanata da çok bağlı kalamazsınız. Bilindik sanat ortamlarının, orta sınıf kararların, banka yayıncılıklarının, vakıf üçkâğıtçılıklarının, kültür müdürlükleri adamcılıklarının, İstanbul merkez dağılsın herkes toptan bakışının içinde alternatif bir dinamit patlatamazsınız. Türkiye’de var olan politik sanat hayli çekingen, hayli cılızdır. Otantikliğinden beslenmez. Oryantalizm tuzağına düşer. Zaten, bu zihniyetlerle -sosyo-ekonomik alt yapı da düşündüğünüzde- kültür birliği organik şekilde asla kurulamaz. İnşacı değil, hazırcıdırlar. Her şeyleri, yerleri yurtları, kitapçıları, galerileri hazırdır. Sanatçı gizemini, ürpertisini, heyecanını ve tutkusunu onlar da kıymık boyutunda görürsünüz. Pek şaşırtmazlar.
Şaşkınlıktan bahsetmişken… Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri başkanı Donald Trump’ın söylediği yalanlar, ‘Yalan Duvarı’ adı altında sanatçı Phil Buehler ve radyocu Tom Tenney sayesinde insanlara sunulmuştur. Boydan boya renkli kâğıtlarla biçimlendirilen duvarda politik sanatın en iddialı örneklerinden biri görülür.
Yine, kimliği gizli tutulan İngiliz grafiti sanatçısı Banksy, bir insani yardım gemisi satın almış, kimi göçmenleri desteklediğini belirterek, ülkesinin de politikalarını eleştirmiştir. Avrupa’nın mültecilere, göçmenlere karşı yaptıklarını, kendi politik sanatıyla iade etmiştir. Geminin dış yüzeyinde Banksy çalışmaları da yer almaktadır.

Avrupa’da ve Amerika’da bunların benzeri, taş gibi politik birçok sanat eseri görürüz. Kristoffer Nielsen, ‘Crimson Fountain’ (Kızıl Çeşme) adıyla bir kadın kalçası resmetmiştir. Resmin şiddetine, ritminin bizi sürüklediği alt metne kapılıp kalırız. Ağzımıza neredeyse sinek kaçar. Eser bizi kendimize çarpar.
Lakin, iş Türkiye örneğine geldiğinde, kimse siyasetçileri, hele iktidardakileri tam anlamıyla eleştiremediği için, yampiri eserler gün yüzüne çıkar. Hatta, kimi eleştirenler de sağlam bir sanat üretemeden, siyasetin tuvalet deliğine düşerler. Sanat değil de, siyaset yaparlar. Görürsünüz; bizde sürekli ortalığa laf yetiştiren, ama aynı nitelikte eserler üretemeyen sanatçılar yığınladır. Veya kendi çeperinde, arkadaş kenarında buz heykele dönüşenler… İçlerinde en radikal görünenlerinin bile, eserlerini filtreleyip, birbirlerine benzemeleri de hayli ürkütücüdür. Zira, sanat bu ülkede çevre, cemaat, eş dost, iş, ortam, görünürlük adına yapılmaktadır. Gerçekten iri bir tutku, ciddi bir göze alma adına değil. Burada, klozete bokunu yaparken poz veren bir Charles Bukowski muadiline rastlayamazsınız, mesela.

Nitekim, bu toprakların mayası aslında eril de değildir; anaerkil bir temele sahiptir. Ülkenin en büyük sorunları, kadınlar üstünden politikleştirilmektedir. Fakat, burada da karşı politik anlamda bedeniyle ve sözcükleriyle tam gaz kışkırtan bir kadın sanatçıya denk gelemezsiniz. Önce, kendinden utanır, o kadın. İşinden, eşinden, ailesinden, çevresinden, onay ve para aldığı kişilerden… Neyin şiddetli politikası?! O kadın ağlıyorken evde, âşık olduğu adamı özlüyorken, gizlice sevişiyorken, erkeklerle çevre koşullarını sağlıyorken, çocuğunun derdine düşmüşken; neyin ifşası, erkekliğe açıkça meydan okuması?!!!
Bu yüzdendir, politik minvalde, Türkiye’deki kadın hareketleri de Şili’deki, Polonya’daki, Amerika’daki, Ukrayna’daki gibi tam sivrilemez. Dizeler, resimler, fotoğraflar, sinema filmleri çekiniktir, iyice gaza basmaz. Aşırı söz sanatları, betimleme telaşları, kapalı sıkıntısal sesler, kaçak sahneler, hüzünler, temelsiz gerilmeler, akıp giden ve yenisi gelen acil #’hashtag’ler…
Öyle ki, Carolee Schneemann misali, kendi bedenini (otoportre) alenen resmeden, porno filmini sanat camiasının karşısına radikal bir estetikle çıkaran bir sanatçı bulunmaz. Bulunamaz. Sanatı, burada etek boyundan yukarı katiyen deneyimleyemezsiniz. Türkiyeli sanatçılar, temkini en uç noktada bile elden bırakmazlar. Bu sebeple, tektip bir sanata, minimal anlatıya, sivil toplum çatısına dört elle sarılırlar. Asla, yalnız çıkış yapamazlar. Çünkü, sanatın asıl gücünden önce onlar korkarlar ki, hangileri gerçekten politik doğruculuğu üstlensin?! Olan artçılarla anca idare edersiniz. O arada, tabii bu zayıf eşiği geçmek isteyenlerin de, dizeleri kırpılır, eserlerini dolaşıma soktukları dergiler savcılıktan ihtar alır falan… Sanat eserleri aşırı bulunur. Bunları yaşadığımdandır, her şeyi tattım. (Başıma neler geldi, size diyemedim.) [ -Ne düşünüyorsun? +Şunu şunu… – Keşke, öyle düşünmesen… / Belki de, hiç düşünmesen… Düşünmesem…]
Ne yazık ki, ülkenin her kümesiyle kesişen tam donanımlı bir sanatçısı da yoktur. Bunların çeşitli modellerini gözlemleyebiliriz. Ya direnir, ama gündelik direnciyle yazdıklarının direnci örtüşmez. Ne bileyim, çağı okuyamaz, yaşı, kültürel havzası, etrafı, tecrübeleri, kişiliği müsait olmaz. Kadercilik… Ya da direnemez, yazdıkları da o dirençsizlikle aynı paralellik içinde ilerler. Bunlardan fazlasıyla vardır.

Velhasıl, entelektüel, meydan okuyan (kendine bile), eserleri de o denli güçlü, direnişçi bir sanatçı modeli neredeyse yok gibidir. Aksine, boşluklar daha zayıf halkalara daha boş payeler verilerek doldurulur. Ortamda herkes göründüğünün tam tersidir. Yapay bir beslenme, büyük bir tıkanma hakimdir. Bariyer sanatçı çeşitleri devvvdirler… Her yerde birer fotoğraf, birer kartonettirler… Kitap kapağı, sergi kataloğu… Hissedersiniz. Bu da ayrı bir skandal, derin trajedidir. Böylelikle, çoksesli, çok şiddetli sanatın yolu da kapanmış olur. Nitekim, zaten okur, yazar, alımlayıcı ortalaması da gitgide gerileyen insanlar, sağda solda dolaşıma sokulan reklamlara bakarak, yaşadıkları psikozların da farkına varmadan, çoğu sanatçıyla el bebek gül bebek uzlaşırlar. Söz oyunlarıyla tanıtılanı güçlü yapıt, onu üreteni de güçlü sanatçı zannederler. Ha çikolata reklamı, ha kitap! Asıl dert satış grafiğini yükseltmektir, zihinleri deşmek değil. Bu, bir felaket yanılgısıdır. Kavramlar, üsluplar, teknikler giderek tavsar.
Türk insanının bilmediğini alkışlamaya, dibe batarcasına hüzünlenmeye, gereksiz saygı duymaya, verileni kanıksamaya, leş gibi sevmeye ihtiyacı yoktur. Haklı bir hırçınlığa, politik bir öfkeye, altta yatan sebepleri fark etmeye, bilinç kazanmaya, derinlikli düşünmeye, yüzleşmeye, mücadeleye ittirtecek bir korkuya, o korkudan refleksle direnmeye ihtiyacı vardır. Türk insanının asaleti yoktur maalesef, sanatçısının da. Bu sebeple, henüz bu ülkeden Gaspar Noe gibi ciddi, atılımcı bir yönetmen çıkamamıştır. Şili sineması dünyayı donunda sallar. Türkiye boynunu büker, Anadolu’nun karlı, uzunnn yollarına mahsun mahsun bakar. Srđan Spasojević’in ‘Srpski Film’ adlı çalışmasının benzeri, ileri düzey bir aile, bir ulus devleti eleştirisi buradan kesinlikle çıkamaz. Türkler kendi mitlerini zerre bilmedikleri gibi, onları bir de halk denilen kuru kalabalığın cehaletine kaptırmışlardır. Türk dediğime bakmayın; bunun içine sınırlar dahilinde kim yaşıyorsa, o dahildir. Türk sadece ismen bir üst kimliktir. İngiliz, Fransız, Amerikalı vd. gibi… Bu karşı mitsel boşluğu sözlü tarihçiliğe soyunan, varoluşsal bunalımları kendi odacıklarını aşamayan, salon sanatçıları doldururlar. Bunlar, İsrail sınırının ötesine geçmeye korkan, Amerika’da Georg Floyd yürüyüşlerine katılamayan, Küba’da, Şili’de devrim naraları içinde bağıra bağıra zafer işaretiyle şiir okuyamayan kişilerdir. Bunlar ki, edebiyat çevresini harekete geçiremeyen ‘hep’ salon sanatçılarından oluşur. Oysa, herkesin klostrofobisi baş göstermiştir. Oysa, ona karşı bu salonda: Fuar salonda, kitabevi salonda, ev salonda, otel salonda, iş yeri salonda, toplantı salonda, bahçeli salonda sürekli kapalı, korunaklı alanlarda (!) yer değiştirirler. Gerçek bir cereyanda, gerçek bir sanatsal hamle fırsatında, sanatçıları tam alanlarda, tam olabilecekleri noktalarda, maksimum üretebilecekleri kalibrelerle asla bulamazsınız. Direniş şiirleri yazan güya, neredeyse ağlama, kurumlanma pozisyonuna geçer. Kürsüye çıkan iki sarsıcı muhalif cümle kurmaya korkar. Daha ne depremin, ne 12 Eylül’ün, ne kadın cinayetlerinin, ne iktidarsal yozluğun gülle kıvamındaki sanatı da yapılamamıştır. Beste mi? Dinleyin bakın. Rep mi, maalesef… Dünya standartlarının, Filistinli repçilerin bile çok gerisinde bir ülkenin canhıraş çocukları… Heykel mi, üç boyutluluk bilinci yok.
Bu anlamda, her yanı cayır cayır politika kokan ülkenin doğru dürüst, ciddi politik bir sanatçısı da yok! Deprem taşlarından ‘anda sanat’ yapabilen sanatçısı da yok! Kadın cinayetlerine karşı bedenini çarpa çarpa geren performans sanatçısı da yok! Vajina resmedebilen kadın ressamı da yok! İnsanın zihnini sahneye çarpan, geniş açılı bakan bir tiyatrosu da yok! Böyle işte; olanlara ekmek banıp, yiyoruz. Herkes geri vites… Uçurum bize yürüyor.