‘‘Gerçek daima şaşılacak bir şeydir; kurgudan daha fazla şaşılacak bir şey.’’
(Lord Byron)
Uzun süredir dünyadaki ve Türkiye’deki gelişmeleri bir bitki donukluğuyla izliyorum. Hatta, artık bunlar da yetmiyor, uzayda neler oluyor, ‘SpaceX’ adlı araç oraya neden insan gönderiyor onları da takip ediyorum. Her şey üç boyut kazanmaya başladı. Olaylara tarafgir şekilde bakmanın etkisi de giderek önemini yitiriyor.

Şüphesiz, insanın bir kendiliği, duruşu olmalı; lakin, bu kimi zaman diğer görüşlerle çarpışıyor, kaynaşıyor, iç içe geçiyor. Öyle ki, bir şeyi kıyasıya eleştirirken, benzerini yaptığınızı yahut yakın çevrenizden kişilerin de aynısını yaptıklarını görüyorsunuz. Bu ne demek?! Eksiz bir varlık tasarımı yok demek!.. Olaylara kökenleriyle, bağlamlarıyla, geniş boyutta bakmalı, yeni bir düşünce metodu geliştirmeli demek!.. Peki, Türkiye’de? Asla… Mümkün değil. Her yerde, her kesimde koca bir kafa karışıklığı… Olayın ciddiyeti bakımından anlamanız adına söyleyeyim; dev gibi kütüphanesi olan, kitaplar hatmetmiş, üniversitede hocalık yapmış, emekli olmuş veya geçmişte işkence, hapishane vd. görmüş insanlarda bile netlik yok! Derin tecrübe edinen kişide de, sığ bakışlı olan kişide de… Tam anlamıyla aranan bulunmuyor.
Sığ bakış tabii, en kötüsü -daha sığ bakışlılık gitgide… Bu anlamda, biz de sürekli kötünün iyilerini, eh idare eder’leri seçiyoruz, sonuçta. Artık, o da sıkıyor ya, bize yetmiyor; ayrı mesele… Çorak bir Türkiye’de, çaresiziz… Boy atamıyoruz, kapıdan geçilmiyor.

Avrupa’da var mı peki geniş bir bakış?! Eh, onların da işlerine geldiği gibi… Amerika, Çin… Eh eh eh… Hepsi… Dökülüyor. Yani, hiçbir yerde bir doğruluk, mutlaklık yok ki, yerine göre her şey tek bir itkiyle bile zemin değiştiriyor. Bir şekilde kendi tarihsel ardışıllığınızı kurmaya çalışıyorsunuz.
Siz hiç Avrupa’ya gidip, varlığından ödün vermeden, otantik-yenilikçi sanatını icra eden, Türkiyeli etkin bir sanatçı gördünüz mü? Hayır! Olanı da yine eh… Hepsi ya Avrupa’nın suyunun suyu taklidi ya da onların istediği melezlikle, oryantalistlikle, reddiyeyle yavan, göstertmelik sükseli işler çıkarıyorlar. Hele, Türkiye’den okudukları , izledikleri, tanıttıkları sanatçılar; aman Tanrım, çağın gerisinde, hiçbir yerde hiçbir etkileri yok. İzmir’e de koysan, İstanbul’a da, Almanya’ya da… Saksı gibi… Hepsine bol keseden tersten paye ama; feminist, cesur, toplumcu, devrimci (tersten ama)… İlgileri bulunmuyor. Avrupa’da gelişen Türk sanatçı algısı da tam tiyatroluk… Sahneye taşı, izle izle, fındık fırlat! Eğlen!
Aman Tanrım, aynı Türkler, Türkiye’deki demokrasiyi ‘’hashtag’’lerle beyaz badanalı, bahçeli evlerinden nasıl da rahatça eleştiriyorlar. Tam bir sosyal şizofreni örnekliği… Dünya tarihinden haberleri bulunmuyor. Fransa neden Lübnan’a girdi; Irak’a gitti? Yunanistan neden Türk hava sınırlarını ihlal etti? Belçika’da neden göçmenler, zenciler ayaklandılar, heykel yıktılar? Bunlarla derinlikli ilgileri bulunmuyor. Bunları da paylaşmıyorlar, konuşmuyorlar zaten. Asla, gündeme taşımıyorlar. Ölü sessizliği… Her bir ülkede her birinin tasmaları takılmış, mamaları önlerine sunuluyor. Tam bir sıkışmışlık, sahtelik ruhu…
Hani, Avrupa’da, Amerika’da yaşayınca da aslan olunmuyor, kumaş değişmiyor, onu göstermek adına bu temel örnekleri veriyorum. Orada tanıdıklarımızın çoğu da intihar boşluğunda, cigaralık/ot çekiyor, berbat ilişkiler yaşıyorlar, aldatıyor/aldatılıyor. İç sıkıntıları var. Orada da, şu an sokak hareketleri yapılıyor. Göçmenler, işçiler, mülteciler, zenciler eziliyorlar.

Her şeye her zaman derinlikle bakın, size atılan zokayı da havada kapmayın. Ağzınıza geçiriverirler! (Onu) / diyorum ‘o’, müstehcendir! Anlayın.
Her Kafadan Tangır Tungur Ses: Adı Eleştirici, Sanı Kişilik Terbiyecisi
Etraftan veri akıyor. Etrafta karşılaşmalar var. Etraf genişliyor, havsalalar aksine dar… Peki nasıl yol alacağız, hangi eleştiriyi, ifadeleri değerlendireceğiz, yaşamı neresinden okuyacağız?
Bir kere, eleştiri dediğin hakiki olacak. Aptal aptal kırpmalardan ve çerçevesiz okumalardan ötürü iyice hamlaştık biz de! Aptal olacağıma, öfkeyi yeğliyorum, entelektüel öfke! Beni diri tutuyor. Yoksa, hımbıllaşırım. Güzel cümleleri, kitap altlarını çizmekle eleştiri yazılabilseydi; internette, dergilerde okuduğumuz yığınla yazı aklımızı alırdı, zihnimizi genişletir, onu duvardan duvara çarpardı. Gittiğimiz bir etkinlik, söyleşi, gezdiğimiz bir sergi bizde şok etkisi yaratırdı. Böcek gibi oradan oraya kıvrılıp, oraya buraya girip çıkıp, onu bunu dinleyip, evlerimize dağılıyoruz. Kimse bizi alevlendirmiyor, bizi!
Ayrıca, gerçek eleştiri olumsuz, sert vb. olmaz; o teraneyi, o gudubet dili de geçeceksiniz. Gerçek eleştiri ne olursa olsun, yıldız patlaması misali çarpar zaten. Sanat da, eleştiri de… Çarpar geçer, deler. Gereğinden fazla kurgulanmaz. Karnım doysun, yeni iş gelsin, herkes beni sevsin; yazdığımı anlasın, onaylasın, yayımlasın diye de yapılmaz. Tersine, ben bildiğimi söylerim, kimse sevmek zorunda değil sakilliğiyle de meydana getirilmez. Bildiğinin kaç boyutlu olduğunu da tartacak, kontrol edeceksin. Şu an, 5G teknolojisi geliyor! Sen bunun neresindesin?
Sonuçta, bu da bir çeşit varlık krizidir. Çevremizde gelişen… Picasso misali, ortalama sularda yüzmek de var; Caravaggio misali okyanusa kafa tutmak da. Bir Picasso tablosu sizi etkiler, ama bir Caravaggio tablosu çarpar, savunmasız bırakır. Sanattan öyle korkar; lakin, gizemine tutulursunuz. Aşkın şiddeti bu, aşmış sanat. Caravaggio zaman ötesidir.
Tarihte hep böyle farklı sanatçılar, sanat ortamları olmuştur. Sanatçıların da etki dereceleri bulunmaktadır. Genelde de üçe ayrılır bu durum:
Bir, merkezdekiler; iki, merkezin dışındakiler; üç, merkezin çok ötesindekiler/zamanda kalıp, ötesine ilerleyenler…

Üçüncüsü altındır, kömürden dönüşen elmas. Üçüncüsünü bulmak zordur. Hele, Türkiye’de yoktur neredeyse. Bulmanız hiç kolay değildir onu, endemiktir.
Yoksa, sanatçılık da profesyonellikle, bir meslek biçimi şeklinde ya da terfi sitemiyle icra edilmektedir. Ödüllendirmeyle, şirket ilişkileri misali…
Lakin, 21. yüzyılda, sanatın düştüğü bok çukurunun trajedisi, ona sıçan sanatçıların hemen hemen hepsinin bu çarpık illüzyonu yaratmalarından ötürüdür. Bilhassa, ülkemizde…
Tüm şu komik ve trajik gelişmeleri izlediğimde, tepkilerimin hiddeti yükseliyor. Pagan, şaman, Hekate, Lilith, felaket uçuyorum felaket; aklım gidip gidip geliyor sanat denilince. Direnme… Hakkıyla, hakikatle…Kendimden yansıyanları en ateşli şekilde püskürtüyorum. Ejderha gibi hissediyorum. Buna engel olamıyorum da…
Nitekim, 3. Dünya Savaşı yaşanıyor. Resmen savaştayız. Nasıl susabilirim?
Türkiye’de, iktidar aygıtlarını kullananlarla, onlara itaat edenlerle; onların karşısında duranlar arasında bir hesaplaşma yaşanıyor. Bunun ara iktidar boyutları da var tabii, ara renkleri. Sadece, savaş dediğimiz şeyin argümanları ilerleyen süreçlerle birlikte biraz değişmiştir. Özü aynı kalsa da…
Amerika, Dünya Sağlık Örgütü’nün aşı çalışmalarına katılmayacağını belirtti, mesela. Rusya aşıyı bulduğunu iddia etti. Çin bir şeyler yapıyor, 5G teknolojisini etrafa istasyonlarla yayıyor. Dünyanın en büyük aşı merkezinin Hindistan’da bulunduğu, onun da Çin hükümetiyle arasında gerginlik yaşandığı söyleniyor. Bu vb. birçok haber etrafta dolaşıyor. Bu arada, uzayda da iki karadelik çarpışıyor.
Görünmez bir virüs düşmanıyla mücadele ettiğimizi düşünsek de, bu virüsün gelişimi, coğrafyalara yayılışı, ülkeler arasındaki dış politika gelişmeleri, aşı savaşları, polislerin vatandaşlara vahşice saldırmaları, muhaliflerin tatlı su balığı gibi tir tir titremeleri, zengin olanın daha zengin, yoksul olanın daha da çaresiz olması hepimizi etkiliyor. İletişimsizlik virüsü ve zihinleri kaplayan virüs de ayrıca ruhları kemiriyor. Dıştan içe, içten dışa kuşatılıyoruz.
Evrendeki kara madde, karanlık enerji, ölçülemeyen değerler; yeryüzüne distopya, karanlık, bölünmüşlük olarak yansıyor. Siz iyi hissetseniz de, etrafınızdaki en küçük sistem hatası, en küçük kötülük ruhunuza aynen yansıyor. Bazen, mecbur yansıtılıyor.

Yolda yürürken bir kurşuna hedef olmanız, kurumsal bir mekânda sözlü-fiziksel tepkilere maruz kalmanız, bir tartışmaya tanık kesilmeniz ya da bir yerde takip edilmeniz an meselesi; ki, bunun ileri boyutlarıyla devreye, pompalı tüfekler vb. giriyor. Bir profesör balkondan gelene geçene ateş açıyor. Bir tarikat şeyhi küçücük kıza saldırıyor. Bir aşiret üyesi karısını töre cinayetinin kucağına itiyor. Her kesimden birbirine laf sokanlar bulunuyor. Her gruptan ama her gruptan, aynı şekilde dışkılamalar yağıyor karşılıklı. Silahlanmaysa gitgide artıyor.
Kadınlara şort giydiler diye tekme sallanıyor. Belki de, İran’daki gibi yakın zamanda, tanımadıklarına kezzap atan manyaklar da çıkacaktır. Irklarını bile bilemeyeceğimiz türlü türlü adamlar… Yanılma payı koyarım. Gerçekleşirse de şaşırmam. Üzülürüm ama, çok üzülürüm; hatta, muhtemelen sinirlerimi bile tutamam.
İnsan maalesef, kendisini hep en kötüsüne hazırlıyor; çünkü, zaten zaman çeşmesinden salt kötülük akıyor. Bindiğiniz taksinin plakasını çaktırmadan yazıyorsunuz, oturduğunuz kafenin yan masasındaki tiplere bakıyorsunuz, yürürken etrafınızı durmadan kontrol ediyorsunuz. Toplumda ve dünyada büyük bir psikoz seyrediyor. Sirayete maruz kalıyorsunuz.
Mahallelerdeki kavgalar, sitelerdeki steril yaşamlardan sızan skandallar, üniversitelerdeki asılmalar, marketlerdeki tartışmalar gözünüzü korkutuyor. Korkutmalı ki zaten, sinemalarda, dizilerde, sanatta yansıtılan distopik olaylar, çip takma emelleri, robotik yaşamın yükselişi, yaşanan anlaşmazlıklar aynen gerçekleşiyor. Keza, kişilerin uyuşmuş biyolojik canlılara dönüşerek gösterdikleri aşırı neşeler ya da aşırı krizler nüksediyor. Depresyon, manik-depresiflik, panik atak, şeker hastalığı, kanser, zona, sedef hastalığı, epilepsi, alzheimer vd. de ilerliyor. Artık, en az bir rahatsızlığı olmayan marjinal sayılıyor. Sağlıklı yaşama takıntılı, spor delisi kişiler de tedirginlikleriyle, pimpiriklikleriyle akıllarını yitiriyorlar. Çoğu insan sağlıklı olsa da, mutsuz hissediyor, yalnız kalıyor. Fasit bir döngünün içinde dönülüyor da dönülüyor.
Dünya birkaç parçaya bölünmüş durumda… İlk parça, kesinlikle, devlet, devletin kurumları, devlet çalışanları arasında seyrediyor. Türkiye’de örneğin, doktorlar hastanelerde adeta bir cephe savaşı veriyorlar. Durmadan ölen hastane çalışanları, hasta yakınları tarafından onlara uygulanan şiddet, hastanelerde yatak-tıbbi malzeme bulunmayışı, adeta bir yangın yerine düşüldüğü imajını veriyor. Bu yönde, sağlık sektöründe gecelerini gündüzlerine katanlar adına elem duyuyorsunuz. Bir de, her şey giderek sahteleşiyor, özelleşiyor, insan hiçe sayılıyor.
Bir diğer branştakiler, öğretmenler ise farklı bir kulvarda seyrediyorlar. Onlardan kaynaklanan gamsızlıklar, açıklar olduğu gibi, sistemden de kaynaklanan arızalar meydana geliyor. Kimileri öğretmenleri çağın gerisinde kalıp, sadece gezip tozmakla suçlarken ve onların yatarak maaş aldıklarını düşünürken; kimileri de internet dahil, hiçbir şeyi doğru dürüst çözemediklerini belirtiyorlar. Hükümet ve milli eğitim bakanlığı da ayrıca, eğitim sistemini çökertmek için elinden geleni yapıyor ki, İzmir’de birkaç okul otoparka çevrilmiş şekilde vızır vızır işliyor. Çocukların yerini arabalar alıyor. O arabalar yayaların geçeceği kaldırımları da kimi zaman işgal ediyor. Hatta, öğretmen de arabasıyla otoparka park ediyor. Bir çelişki yumağı… Kaldırımlar araba, okullar otopark, otoparklar araba… Bundan da anca basit bir şiirimsi tekerleme çıkıyor. Anlayacağınız, eğitim çökmüş durumda! Eğitmenler de ne yapacaklarını bilemiyorlar, çoğu ruhsal düzlemde de iyi hissetmiyor. Okullarda haksızlıklar, şiddet de artıyor. Müdürden öğretmene, öğretmenden öğrenciye, veliden öğretmene, öğretmenden veliye, veliden çocuğuna, müdürden veliye… Sıradaki… Kimden kime; kim kime geçirirse – diş diyelim!

Son olarak; sağlık ve eğitim sisteminin bitişiyle birlikte, hukuk sisteminin de bitiş sinyalleri insanları tedirgin ediyor. Barolar ikiye bölünüyor, ölüm orucundaki avukatlardan biri ölüyor, tecavüzcüler serbest kalıyorlar. Küçük kız çocuklarına taciz uygulayan şeyhler ellerini kollarını sallaya sallaya geziyorlar. Hapishanelerde yer yok, firar ararsan çok.
İzmir’de, Alsancak gibi merkezî bir yerde, kadınlar haklı protestoları yüzünden polisler tarafından defalarca dövülüp, gözaltına alınıyorlar. Bu şehirde her gün en az bir cinayet haberi çıkıyor ve #izmirşiddetkenti oluyor. Buranın farkındasız belediye başkanı Tunç Soyer de, hiçbir şey yokmuşçasına, bisikletle etrafa bakıyor. Konuyla ilgili tek açıklama yapmıyor. Trafiği sorunlu bir kentte bisiklet nasıl kullanılır, insan ABC-temel şehir yönetimi bilgisiyle bunu da düşünmeden edemiyor. Belediye şov kokuyor! Korona günlerinde İzmir fuarı açılıyor. Saçmalık saçmalık üstüne…
Her yerden açık veriliyor, her yerden üçkâğıt akıyor. Kadınlar çerez gibi kolayca harcanıyorlar. Vahşet, taciz, tecavüz, cinayet haberleri gündemi kaplıyor. İletişimsizlik, kibirli tavırlar, politik bilinçsizlikler, kimi suskunluklar da göze çarpıyor.
Amerika’da ise, polisler bir zenci vatandaşın başına poşet geçirerek, onun boğulurken çektiği acıyı gülerek saniye saniye izliyorlar. Çocuklarının gözlerinin önünde, yedi kurşunla vurulan zenci vatandaş Jacob Blake’in kız kardeşi de vakurlukla yaptığı açıklamada, ‘‘üzgün olmamayı, ökeli olmayı’’ tercih ettiğini belirtiyor. Bu, Ulrike Meinhof’un da en önemli ifadelerinden biridir ki; tarih belki de, sürekli kendi ekseninde patinaj çekiyor. Üst üste hakikatler karşımıza çıkıyor.
Belçika’nın, Fransa’nın, Amerika’nın vd. ülkelerin Ortadoğu’daki kirli emelleri yine kendini gösteriyor. Dünyanın en büyük silah kaçakçısı ülkelerinden biri olan Norveç’te hortlayan İslam karşıtlığı; aynı karşıtlığın Almanya’da (ki, dazlak hareketleri de depreşiyor), İsveç’te vd. oluşu da dikkat çekiyor. Avrupa’da eylemcilerden biri apış arasına Türk bayrağı sokuyor, diğeri Kur’an sayfalarına tükürüyor. O arada, Elon Musk da beyne çip yerleştirme çalışmalarından bahsediyor; Amerika, Rusya’dan aldığı destekle uzaya astronot gönderiyor.
Musk, çiple temel hastalıkların önleneceğini kimi bilim adamlarının destekleriyle açıklarken; zihin kontrolünün, bedene dışarıdan bir materyal takmanın /ki, bu bilhassa beyin / zararları da aynı bilim dünyasında tartışılıyor; orayı bile ikiye bölüyor. Çünkü, çipi de bilim üretiyor. Çünkü, ona da yine bilim karşı çıkıyor. Nitekim, ‘post travmatik sendrom’un (PTS) engellenmesi istenilirken, rüyaların da kayıt altına alınması için çalışmaların hızlandığı bilgisine yer veriliyor. İki taraftan da çekiştiriliyorsunuz. Yalan gerçeğe, sahte hakikiye sızıveriyor. O da günümüz alaşımını belirliyor. Kesin bir bilgi, tek bir doğru bulunmuyor. Yanlışlı, az yanlışlı, bol yanlışlı acılı doğrulu bile var; hatta, bol doğrulu saçmalık… Menü zengin…

Nitekim, çağ % 50- % 50 ihtimalle, [ya olacak ya olmayacak], [olacak ama bir taraftan da olumsuz olacak], [hem olumlu hem olumsuz bir arada bulunacak] itkisine sizi iyice alıştırıyor. Lakin, olumsuzların etkileri öylesine büyük ki, bir bebeğin kafasının kesilme görüntülerini izlediğiniz anda her şey bitiyor, orada kanınız donuyor. O kanı yeniden akacak hale getirirken sarf ettiğiniz eforun sizi hangi buhranlara soktuğunu, hangi güvensizlikler sürüklediğini yalnız siz biliyorsunuz. İnsan bedenen virüsle mücadele ederken, bir de ruhen onu ele geçiren virüsle başa çıkmaya çalışıyor. İletişimin kendisi iletişimsizlik olarak da, etrafa hızlı şekilde yayılıyor. Üstelik, geriye dönüş de yok. Film ileri fena sarıyor.
Nitekim, sakil öfkelerin, temelsiz düşüncelerin, yüzeysel ifadelerin, işlere gelinenlerin görüldüğü şu çağda, direnişçi ve hakiki öfkelerin değerinin de büyük olduğunu düşünüyorum. Çünkü, çevrede onlardan çok az… Yanlış, dar, karmaşık, sahte algılarsa hızla yayılıyor.
Burada, bir zihniyet problemi devreye giriyor. Çoğu insan aslında tutarlı, sağlıklı, evrensel düzlemde düşünmüyor. Kiminin analitik zekâsı duygularını bastırıyor, kiminin duyguları analitik zekâsını bastırıyor; en önemlisi, aslında herkes olanları kendi penceresinden, çerçevesinden, tecrübesinden algılıyor. Bilinçdışıyla, refleksleriyle tepki veriyor. Buna çeşitli kitaplardan referanslar gösterse de, kimi kaynaklardan veya şahıslardan atıflarda bulunsa da… Bir yerde, kendi yaşadıklarının haklılığını savunsa da…
Peki böylesi karmaşık bir ortamda en az zararla -ki, zarar yaşamadan maalesef, asla olmaz- nasıl bir yöntem belirlenmeli? Nasıl bir evrensellik tasavvuru edinmeli ve bazı yerlerde bunu da biraz esnetmeli?
Çünkü, günümüzde her kurumda, okulda, üniversitede, galeride, sokakta, elektrik kuyruğunda, tiyatroda, ailede, evde, tatil beldesinde, hastanede, adli sarayda, dünyada, herkes hasta… Herkesin hastalıklı varlıkları birbirini üretiyor, koronanın soyut bir karşılığı gibi adeta. Kafalarda korona… Sokakta korona… Yakın markaj korona… O virüs de zihnimizi, beynimizi, kalbimizi ele geçiriyor.
Bir Düşünme Modeli: Buhran, Entelektüel Gerginlik Ve Yalnızlık
Türkiye’de sanatçısından akademisyenine, gazetecisinden sokaktaki vatandaşına kadar aslında kimsenin birbirinden çok farkı olmadığını anladığımdan beri, içime daha fazla yalnızlık çöktü. Bu saf yalnızlığı nasıl kaldırabilirim diye düşünmeye başladım. Konuyu dayanamayıp bir arkadaşıma açtığımda, ‘‘ne bekliyordun. Kendine daha fazla alışmalısın.’’ dedi. Acı aydınlandım. Aslında, varoluşsal gücümü o yalnızlığın kuvvetinden ve birçok şeyi göze almamdan ötürü kazandığımı fark ettim. Bunun neredeyse çoğu insanda olmadığını; herkesin kendini aşırı payelerle süslediğini de… O sahih yalnızlığın beni güçlendirdiğini… Ona dayanma derecemin artmasıyla, yıldız gibi parlayacağımı da… Giderek deneyimledim. Zor olsa da! Ateşin artışıyla beraber, yandığınızı belli etmemeye çalışmanıza benzer bir karşılık… Dayanç direnci… Çok sızlatıyor.
O noktadan sonra, bu biriciklikle ve özgünlükle nasıl başa çıkacağımı düşünmeye başladım. Nitekim, sahip olduğum özelliklerim beni çoğunluktan ayırıyordu. Aksine, kendini taşımak da ağırdı. Öyle ki, Türkiye’de yalnız hissediyordum belki, ama; Amerika’dan, İngiltere’den, İtalya’dan, Fransa’dan vd. icazet alan diğer sanatçı, düşünür arkadaşlara da hiç benzemiyordum. Onlardan da farkımı anında ayırabiliyordum. Benim evrensel değerlerim ve cesaretim çok farklı bir kaynaktan besleniyordu.
Bu yönde, yaşadığım ülkede bir zihniyet problemi de hasıl olduğunu gördüm. Bunu bilerek mi yaptıklarını, bir alışkanlık olarak mı edindiklerini, bunun bir yaşam pratiğinin sonucu mu fışkırdığını düşünmeye başladım. Çünkü, birçok gelişmeye verilen tepkiler hayli komikti, çağın gerisindeydi, kimi yerde gerçek dışıydı. Dert yarıştırmaya, nostalji devşirmeye, yanlış değerlendirmeler yapmaya kitlece alışmışlardı. Yapılan okumalar tersten algılanıyordu. Sanat ortamında öne sürülen isimlere yanlış derecelendirmeler yapılıyordu. Örneğin, Türkiye’de kadın meselesinin gelişimi açısından öngörülü hareket eden hemen hemen doğru dürüst kimse yoktu. Herkes anın, hızın, isimlerin, kliklerin peşinden gidiyor, genel ve özel ölçekte fotoğrafı net göremiyordu.
Yaptığım sanatın, dile getirdiğim (çoğunu da dillendiremediğim) kimi düşüncelerimin ülkeye birkaç boy fazla kaçtığını, hayli cesur davrandığımı algıladım. Üstelik, kimi yaşananlara somut önerilerim bulunduğu halde, bunları aslında kimsenin istemediğini de… Çözüm mü? Asla… Sadece, sonsuz bir kakofoni…

O sebeple, cinayetlerin, ölümlerin, cinselliğin, vatan sevgisinin veya mücadelenin vd. sadece şovunun, getirdiği anlık enerjisinin bu ön(ce)çevresel yaşayan insanlara yettiğini gözlemledim. Birçoğunun ciddi mahiyette birbiriyle empati kuramadığını… Hatta, çaresiz kaldığını… Ben de yolumu almaya devam ettim. Sancıyla…
Kendi ülkende sus. Konuşana/konuşanlara benzer şekilde topluluk ağzıyla bayrağı devral. Sıradan olana benze. Talep edilene dönüş. Her türlü küçük-büyük kitlesel şablona uy. İşin o vakit hayli kolay… Tersiyse, yani tam bir özgürlük, imkânsız…
Hayatında odasından dışarı çıkmamış, bir yürüyüşe bile katılmamış, megafon kullanmamış üniversite hocası, Foucault’nun her türlü kurumun özgürlüğe engel olduğu tezini üniversitede (!) savunuyor. Okulda ötemeyen horozlar, emekli olunca da, kavram duvarlarının ardına sığınıp, bunalımlarını güya akılla, vakurlukla gizlemeye çalışıyorlar. Ortalıkta ritim bozuklulukları, hakikat ayarsızlıkları, artistlikler cirit atıyor. Okumuşu, okumamışı, her türlü yarımı da bunları arzuluyor, beğeniyor, seviyor. Çıtanın yükselmesi olanaksız gözüküyor ki, o da zaten eksiye düşüyor. Bu virüs, kalitenin de hastalıklı tüketime kurban gitmesine sebebiyet veriyor.
Ülkenin bir tane bile entelektüelinin bulunmadığını anladığımda, aydınlarla, aydıncıklarla, yarı aydınlarla idare etmeye çalıştım. Hâlâ çalışıyorum. Bırakın ülkeyi, Chomsky, Badiou saçmalıyor artık dünyada. Vahimliği buyurun siz düşünün. Dünya koca bir saçma… Belki de, yaşlılık sert bir zihin amnezisidir, andropozdur nihai sayılan. Şaşkınlıkla ulufe niyetine dağıtılan, kolayca dolaşıma sokulan fikirleri, makaleleri, kitapları, satırları okuyorum. Röportajları… Etki oranları yüzeysel… Yahut, eyleme katkı getiremiyorlar. Yalnızca, uyuşturuyorlar biraz. Ardından, etki bitince, daha yüksek doz gerçek acı…
Tartışmalar mı; aman yareppim (yareppim ironik bir atıftır; Türkçe bozumu takıntısının ironisi), daha şiirde ‘’iki nokta kullanılsın mı, kullanılmasın mı?’’ konusu, bugün acaba üç nokta mı giysem boyutunda tartışılıyor. Çaresiz kalıyorsunuz. Dayanamıyor, siz de atılıveriyorsunuz meydana. Sonra, bırak kızım, bunlar daha okumayı yeni söküyorlar; sen git, uzay istasyonlarını internetten izle diyorsun. Lakin, mevcut zihin sıçramasıyla; bu insanları sevmeye çalışıyor, bunlarla dilini kurguluyor, bunlarla yazışıyor, bunlarla çalışıyorsun. Bunlarla dört yanın tüm çember… Eğer, yeryüzünün kara deliği varsa- ki herkesin ülkesi kendine deliktir, belki- bana o, Türkiye gibi geliyor. Burada zeki ve algıları açık bir insan, hele ki kadın delirir, sinir hastası olur, inanın. İşin içinden çıkılmıyor. / Ama, ortalama, kitlesel de davranamıyorum. /
Bir vakit, kendimi korumak adına, çoğunluk nasıl temkinli hareket ediyorsa, öyle yapmaya çalıştım. Hatta, yetinmedim, yurt dışında poz kesen kimi sanatçı arkadaşlarımı da takibe aldım. İstanbul’daki kimilerini falan… Oyunlarını çözmeye çalıştım. Onları rol model edinmeyi denedim. Bu tipler önce önlemlerini gözden geçirerek, etraflarını ve çıkarlarını gözetiyorlardı. Bir nevi, çıkar sanatı yapıyorlardı. Çılgınlıkları aynıydı. Soğukkanlılıkları aynıydı. Isı dereceleri benzerdi, ılıklardı, ılıştırılmış. Ve çok planlı… Disiplinden öte, kurnaz planlı…
Ben de aynı rolü taklit edeyim dedim. Hatta, birkaç arkadaşımın aşırı şişirilmiş yurt dışı başarısını, inanmadığım halde sayfalarımda paylaştım. Kadın hususunda birkaç kez, ben de inanmadığım halde bir şeylere; belli kalıplar dahilinde, mesaj attım sağa sola. Sırf, ayrı kalmayayım diye birilerinden, ayrık otu gibi hissetmeyeyim. Lakin, bu hal de oldukça kısa sürdü. Bünyede ham bir şişkinlik yaptı. Dayanamadım, patladım.
Bu yazı da geç kalmış bir patlamanın sonucudur. Kendim olmaktan başka çarem yok gibi gözüküyor. Özgünlüğü aramayı göze aldıysam… Daha nasıl anlatayım? Aşka da inancım vardı bir zamanlar, en az bir kişiyle bir kuvvet, bir milis gücü etkisiyle var olunabileceğine. Maalesef, ona da inancımı yitirdim. Örgütlenmeye de…
Şimdi, kararmış koskoca bir resmin içinde, çığlık çığlığa oraya buraya koşturan o çocuk ruhunu boğazlayıp, kürsüde terbiye etmekle meşgulüm insanlar arasında… Gurur, rol kesme, hız, meşguliyet, hak talebi, zihin bulanıklığı, sezgi karmaşası, kalabalık, gerginlik, ne ararsan paket programda mevcut… Ama, artık aradığım o saflık… O yok işte!.. Canım yanmasın mı?