İnsanın sağlıklı bir birey olarak yaşam sürebilmesi ne kadar önemlidir değil mi? Öncelikle kendisine, ailesine, çevresine ve topluma karşı düşünce gücü gelişmiş, kişiyi benciliğe iten tüm olumsuz unsurların dal budak sardığı bir dünyanın ortasında kendini bilen insan olabilmek ne kadar önemlidir. Öfkeyi, nefreti, korkuyu, kini, isyanı her an ruhunda taşımaya açık kalplerin olduğunu bilmek fazlasıyla düşündürücüdür. Oysaki yüreğin sıcaklığa her durumda, her yaşta ihtiyacı var. Doğduğumuz andan itibaren gözlerimizi yumana dek bu hissiyatı yaşayabilmek için umut eder, hayal kurar, didinip dururuz. Kendimizi mutlu edebilmek, sevdiklerimizi mutlu görebilmek için sarf edilenlerin toplamından ibaret değilse nedir ki yaşamak? İçimizdeki iyilik tohumlarının serpilmeye başlandığı, işlendiği, geliştiği ve geleceğe taşınmak üzere emek verilen ve yükselen tek değeri olan çocukluk dönemiyle birlikte geçeriz tüm bu duygu eğitimlerinden. Bu yüzden çok önemlidir çocukluk çağı. İlerinin yetişkinlerine atılmış her adım, onların duygusal deneyimleriyle şekillenerek büyük bir hazza, estetik bir duyuşa, bir yol arkadaşlığına dönüşür. Evet, çocuklarımızın bu güzellikleri yaşayabilmesine aracı olan edebi metinlerden sözü yormak istiyorum. Yani erken yaşlarda, çocuğun iç dünyasını deneyimleme özgürlüğünü veren bir edebiyattan…
Zengin bir düş gücüne sahip, merak duygusu oldukça gelişmiş, oyun eğilimi yüksek çocuklarımıza nasıl bir edebiyat sunabiliyoruz? Ebeveynler olarak kitap okumalarını çok istememize rağmen yeterli desteği verebiliyor muyuz onlara? Rol model olmayı başarabiliyor muyuz mesela? Zaman darlığından şikâyet ederken, kitapların pahalılığını öne sürerken, çocuk okumak için bir kitap talebinde bulunduğunda ‘evde dünya kadar kitap var onları okudun mu ki bunu alayım?’ derken ve belki de istediği kitabı okuyabilen bir çocuğun diğer bekleyen kitapların önünü açabileceğini hiç düşünmeden, onların özgürce kitap seçme hakkını ellerinden alırken hiç mi hata yapmıyoruz? Oysa Anadolu’da kullanılan ‘Ne doğrarsan kabına o gelir tabağına’ sözünün hiç mi haklılık payı yoktur? Örnek olmanın sözle değil davranışlarla bir uyum sağlanabileceğinin önemi bu sözlerde anlaşılmıyor mu? Çocuklarımızı önemsemek onları ciddiye alarak, bir birey yerine koymanın gerekliliğini düşündürtmüyor mu? Toplumumuzdaki çocuk algısına, çocuk merkezli bir gelecek inşasına katkıda bulunan yayıncılar, yazarlar, çizerler bu hassasiyetin ne kadar farkında? Bu sorular uzayıp giderken çevresiyle sürekli iletişim ve etkileşim içinde bir yandan sosyal bir varlık olmaya çalışan bir yandan da bireyleşme adına gelişme gösteren çocuklarımızın beklentilerine cevap verebilme arayışından doğan edebiyatın onlardaki karşılığına bir bakalım. Yani çocuğun edebiyattan istediklerine…
İlgi alanları sınırsız çocuklarımız her türlü nesnenin, neyin nasıl olduğunun merak duygusu içindedir. Kendi cinsinden olan oyuncaklara, fantastik dediğimiz gerçekte olmayan, olağanüstü düş gücüne dayalı metinlere ilgi duyar. Çünkü çocuk, kimi zaman gerçeği düş, düşü gerçek gibi yaşar. Güzel sözlerin, ezgilerin etkisi altına girer. Dilin etkili kullanıldığı metinlerdeki bu güzel sözler, sadece çocuklar için üretilmiş ninniler, müzikler onların zekâsını, problem çözme becerisini geliştirmesine yönelik yapılmış çalışmalardır. Bunlar aynı zamanda çocuk ruhunu taşıyan, duygu ve düşüncelerin dilsel ve görsel iletilerle zenginleştiği, güzellik duygusunu harekete geçirip eğlendiren, insanı, yaşamı, doğayı tanımasına imkân veren, kendi dilini kullanabilme becerisini kazandıran metinlerdir. Böyle geniş bakış açısıyla çocuk gerçekliğini gözler önüne seren, onun yerine düşünen değil de düşündürtüp sorgulatan bir edebiyatla karşılaşan çocuk buna kayıtsız kalamayacaktır. Ona çocukluğunu yaşatacak, kendini tanımaya, ifade etmeye fırsat verirken dış dünyayı da tanıyacağı ve kendini güvende hissedeceği bir bağlamın kapılarını sonuna kadar aralayarak okumanın hazzına ulaşacaktır. Çocuklar edebiyatın bir ihtiyaç olduğunun bilincine büyüklerinden daha çok varacaktır. İşte o zaman okuma alışkanlığı kazanmak ifadesinin yerini, okumanın bir gereklilik olduğunu yetişkinlerine de ispat etmiş bir neslin öngörüsü alacaktır.
Ne güzel bir tablo çizdim öyle değil mi? Ama gelin görün gözünü tabletlerle açan, yemek yedirmenin formülünü bile bu görsellikte aradığımız teknoloji çağın çocukları nasıl olur da bu çizilen pespembe düş ülkesinde kendine bir yer bulur? Biz ebeveynler, eğitimciler, yazarlar, çizerler, yayıncılar olarak kitapların o büyülü dünyasıyla çocuklarımızı nasıl buluştururuz. Bütün sorun bunu hayata geçirebilmekte… Zaten hayatlarımızı her daim çıkmaza sokan da bu değil midir? Lafı çok üretirken eyleme geçirme noktasındaki basiretsizliğimiz, beceriksizliğimiz adı her neyse işte…
Amacım çocuklarımızla yaşadığımız okuma kültürünü kazanmayla ilgili olarak tüm bu sıkıntıları bilen ve yaşayan biri olarak bilirkişi edasına bürünüp ahkâm kesmek değil. Sanırım sesli düşünmeye ihtiyaç duyduğum için yazıyorum. Beni üzüntüye boğan herhangi bir konu da olsa yalnız olmadığım duygusunu yaşıyor olmak, bana hep iyi gelmiştir. Evet, bu tür konularda ve çocuklarımızla ilgili pek çok çaresiz kaldığımız durumlarda yalnız değiliz. Birbirimizden çok da farklı sorunlar yaşamıyoruz. Şimdi gelin yalnızlığımızı paylaşalım. Her şeye sil baştan başlayalım. Okumanın insana güç ve cesaret veren yanıyla tanışalım. Değişelim ki değiştirebilelim. Bunu nasıl mı yapalım? Kitapları hayatımızın merkezinde tutarak, bir yaşam şekli, nefes alma biçimi olduğunu hissederek, ihtiyacımızın bu olduğu gerçeğinde buluşarak çocuklarımıza örnek olma yolunu seçelim. Başta çocuklar için yazma yolculuğuna çıkan yazarların yanında olarak, çocuğa eğilen edebiyata destek vererek yapalım. Kitabın satın almaya değer olduğunun rakamlar arası hesabına girmeyen yazarın, çizerin, grafikerin, tasarımcının, çevirmenin, editörün, yayıncının, matbaacının, kağıtçının, kargocunun daha nice emeklerin el, beyin mesailerinin değerini bilelim. Bir kahvenin kırk yıl hatırı varsa unutmayın ki sizin hayatınıza dokunan bir kitabın bir ömürlük yeri vardır.