Bazen kendi kendime “ Her insanın küçük bir manifesto defteri olmalı” diye düşünüyorum. Hayatında olup bitene karşı söyleyecek bir çift lafı olup da içine atanlar için bulunmaz bir fırsat bile olabilir. Belki de öfkenin seyreltilip daha verimli bir boyuta taşınması için olur olmaz parlamaların ve kırgınlıkların da önünü kesebilir. İnsan sosyal bir varlık olduğu kadar bireyselliğini de yaşaması gereken bir varlık. Her insanın medeni gelişmişlik seviyesi aynı değil dolayısıyla bir arada yaşarken yıpratıcı diyaloglar ve olaylar ortaya çıkabilir. Trafikte, alışverişte, iş hayatında ya da toplu halde yaşamayı gerektiren yerlerde insanların birbirine tahammül edebilme yetilerinin gelişmiş olması gerekir. Tam burada sevgi hoşgörü, empati, saygı gibi kavramların önemine dair bir şeyler belirebilir zihninizde. Fakat ben yazımda bu kavramların üzerinde durmayacağım. Çünkü bu kavramlar küçük yaşlardan itibaren öğrenilerek davranışa dönüşebiliyor. Yetişkin bir insana empatiyi özümsetmek ne kadar zor olur düşünsenize. Bu yüzden en iyisi yazmak… Belki yazan kişi yazarken görür kendi eksiğini, kusurunu. Kim bilir belki kendi gediğine taş olur. Bir yerde okumuştum, Mark Twain, “ İnsan, yüzü kızaran tek canlıdır, yani kızarmak durumunda kalan” demiş. Eksiklerimiz, hatalarımız, hırslarımız olsa da bir yolunu bulup telafi edebilme kodlarına da sahibiz. Neden bu telafiyi yazının gücünden alarak yapmayalım? Kastettiğim profesyonel yazarlık değil elbette. Sosyal hayatta yer alan her bireyin gücü yettiğince kendini yazılı olarak ifade edebilmesi gerekir. Bu şekilde bir iç dökme, öfke kontrolünü de sağlayabilir. Zihnini zehirli otlardan temizleyen, söylemek istediklerini kâğıda aktaran birey, ibresini toplumdan yana da çevirmeyi öğrenir.
İnsanlık tarihi; göç, salgın hastalık, kıtlık ve savaş gibi büyük kırılmalar yaşamıştır. Bu kırılmaların her biri insanı dolayısıyla toplumu da olumsuz yönde etkilemiştir. Gülmenin dahi unutulduğu zamanlar yaşanmış. İkinci Dünya Savaşı’ndan önce Avrupa’daki bazı milletler çok az güldüklerini fark etmişler. Bu durumdan en çok rahatsız olanlar ise Macarlar olmuş. Budapeşte’de insanlara gülmeyi öğreten okullar açılmış. Tam da burada gülmenin otopsisini yapan Bergson’a göz kırpıp toplumsal gerginlikle bireyin mutsuzluğu arasında doğru orantı olduğunu bir kez daha belirtmek isterim. Bir tebessümünü dahi kaybetmemek için direnen insan hassasiyetine hasret kalıyoruz son zamanlarda. Belki de kalbimize ve beynimize şekil veren sözcüklerin gücünü kullanmanın, onlara dayanmanın tam zamanıdır. İbn Arabi’ye göre “kelime”, Arapça yara izi demekmiş. Bence yara açtığı kadar yaraları iyileştirme görevi de yüklenebilir bu söze. . İnsan değerlidir ve özüne iyi bakmalıdır. İçine attığı ne varsa yazan insan bir bakıma ruhunu onaran ilacını da kendini savunduğu silahını da bulmuştur.
Tabii olayın bir de farklı boyutu var. Bir gününü birbirine benzeyen kelimelerle geçiren ya da yazma edimini sadece okuldaki kompozisyon etkinliğinden ibaret sanan birey, bu manifesto defteri işini önceler mi? Acaba diyorum kitle iletişim araçları tarafından bu konuda özendirici çalışmalar yapılması gerekir mi? Bir yandan bu soruları düşünürken diğer yandan da ünlülerimizin sosyal mesafeli dövüş akımı meşgul ediyor zihnimi. “Tanrım” diyorum, “Şiddetin dayanılmaz çekiciliğini ve derinliğini anlamıyor olmalıyım, biri boy versin”