Yazacak çok konu biriktiğinde, nereden başlayacağımı bulamadığım için, kendime klasik yöntemlerle yarı serbestlik içeren bir şablon çıkarmaya çalışırım. Yarı serbestlik ifadesini özellikle kullanıyorum; çünkü, yıllardır yazma deneyiminin içinde bulunan, sanatı yaşamsal bir nefesle kavrayan biri olarak, belli bir disiplin, belli bir pratik edindiğimi söyleyebilirim. Yine de, motivasyonumun düştüğü, tıkandığım, zihnimi toparlayamadığım noktalar da nüksedebiliyor. O zamanlar, yangını kontrol altına almak bağlamında, işin teknik kısmına geri dönüp, orada biraz oyalanıyor; ardından, bunu fazla abartmadan, düşüncelerimin süzgecinden geçirdiklerimi sözcüklerle dışa doğru çerçeveliyorum.
Yazmak öncelikle saf kendiliğimden geçiyor; başkası benden bir yazı rica ettiğinde, bir eseri, bir kitabı, bir olayı değerlendirmemi istediğinde; eğer, bu yönde tam bir içselleştirme oluşturamadıysam -yapay bir durum varsa ortada- açıkçası, istediğim verimlilikte yazamıyorum; yazmak içimden gelmiyor ya da mecbur kalıp yazarsam, içerikte daha mesafeli, soğuk, hayli teknik bir dile de sığınabiliyorum. Benim eğitimim de, mesleğim de yazarlıkla ve sanatla bire bir ilgili olduğu üzeredir ki, işin teknik kısmını, türler arasındaki farkları/geçirgenlikleri değerlendirme olasılığım bulunuyor. Köşe yazısından öyküye, radyo tiyatrosundan eleştiri yazısına kadar birçok alanın içeriğine, diline de hakimim… Lakin, ana derdim entelektüel bir aralık yakalamak ekseninde konumlanıyor. Bir çeşit, aşırı doğruculuk… Zihnim klasikten öte yeniliği ve ötesini deneyimlemek arzusuyla genişliyor; kendi yazın serüvenimi o aksın etrafında keşfetmeye çalışıyorum. Tabii bu, Türkiye gibi bir vasatlar imparatorluğunda, ortalama sularda çetin bir konumlanma biçimi…

Ülkedeki veya dünya piyasasındaki çoğu prototip yazar gibi, öncelikle yayınevini, okuyucu/tüketici kitlesini, dış çevreyi, ilişki ağını değil de; kendi derinliğimi sorguluyorum. Kendi sınıfımı da deşiyorum, hatta; varlığımı. Orta sınıf sanat anlatısından, onların evlerinden verdikleri o buz gibi, ezbere insanlık derslerinden, bastırılmış cinsellik kokan ifadelerinden/yazıp-çizdiklerinden, kasılmalarından fazlasıyla bunalıyorum. Hepsinin sesi giderek birbirinin içine geçiyor, uğultu kafamı rahatsız ediyor. Benim içimde ciddi mahiyette bir şeyler filizlendiğindeyse, ona göre mecra arıyorum; ki, hem kafamı toparlayabileyim, hem düşüncelerimi somut bir eksende aktarabileyim diye… Okurlarmış, takip ederlermiş, gizlice takip ederlermiş, birileri anlarmış-anlamazmış, anlamak birilerinin işine gelmezmiş, ilk elde asla onu düşünmüyorum. Bu benim oyunum ve iyi gerekçelerim de varsa, sağlam kartlarla, açıkça onları öne sürerim.
Nitekim, bana göre sanatçı diğerleri gibi olsa da, diğerleri gibi olmayan büyük bir üst bilince ve hamle yeteneğine sahip kişidir! Yoksa, ne bileyim birileri adına durmaksızın yazmışsın, çalışma masanda poz vermişsin, yazdıklarını bir yerlerde paylaşmışlar, eğilip bükülüp teşekkür etmişsin başkanların karşısında, o kadar kıymeti kalmıyor. Herkesin onay verip, türlü cephelere böldüğüne, bir yerde sabitleme gayretine girdiğine, (akışkan) sanat diyemiyorum. Sanatçı bilgisini, evrenin sonsuzluğuna genişletmelidir; hakikate dayalı bir çatışma alanında önemli estetik hendekler açmalıdır. Yoksa; çok basım yapmış kitap, yazılanlar dış basında yankı bulmuş, kapağın çizimi kocişine/bilmem’hangi ressama aitmiş hakikat değil. Oturmuş da mikrofon karşısında, dirseklerini masaya sabitleyip, ellerini çenesinin altına götürerek, düşünceli bakışlar atmış havaya, kimse kim, onun da pek önemi yok, şahsım adına. Ben çoğu eseri çekirdek misali tüketip, kenara bırakıyorum. Tam kıvamıyla fokurdamıyorlar. Dönüp baktığımda, hangisi, hangileri veya hangi yeniler dediğimde, aklıma düşenler düşüyorlar, zaten; aklımda kalanlar kalıyorlar. Bir de, gerektiğinde ortaya çıkartılanlar var; bir konuya has değerlendirilenler, mecburen okunanlar, izlenenler vd… Türlü yöntem mevcut… Her şey o kadar gereksiz, bir o kadar da gerekli; saçma bir iç içelikle bulunuyor dünyada. Dediklerime bile çomak sokuyorum; sorumluluk bizzat benim; sorumluluk da, sorunluluk da bana ait!
Aslında, her sanat yapıtında, özünde bir zanaat, bir anlatım var da; kaçı bize geçiyor, kaçını mümkün olduğunca takip edebiliyoruz, bilemiyorum. Bu yüzden de, birçok sanatçı benzeri, belli konularda, belli kalıplarda, sürekli kendini tekrarlayan, aynı meselelere takılıp kalan bir kimliğe bürünemiyorum. O bir enerji vardır; bilirsiniz, tam açıklanamaz, estetik, ötelere açılan… O giz… Ona kapılıyorum. Sanat benim için aşka benziyor. Sürekli var olan, açıklanamayan, hayranlık yarattığı denli, bulantı duyulan, dehşetengiz bir çarpılma… Hafif şiddette değil, dondurup kalacak, yerden yere vurup, yaralarını saracak bir heyula… Yoksa, derecesine göre, bir sürü estetik yapılanma etrafta dolaşıyor; hepsiyle uyuşuyorsunuz. Sanat bir uyuşturma değil, farkındalık vesilesidir, oysa. Sonsuz farkındalık…Bakış değişikliği… Kara maddenin kapladığı bir evrende yer bildirimi çabası…

Sanat beni sarstığı; onu bir proje, bir araç, bir topluluğa dahil olma biçimi şeklinde tam göremediğim için de, yazdıklarımın sayfa sayısı asla kısalamıyor. Heyecandan, tutkudan besleniyorum, çünkü. Gördüğüm zaten ötelerden fısıldayarak kulağıma geliyor, onu düzenli bir kanala sokup, akıtıyorum. Ama, bunun yanında kısa çalışmalara (özellikle, öyküde, şiirde), yeni bir dil arayışına, şiddetin tonuna, sanatla hamur gibi oynamaklığa da bayılıyorum. Söz konusu, analiz, tespit, yazı yazma olduğunda, fikir belirtme; orada işte mümkünlük oranınca acele etmemeye gayret ediyor, kimseyi incitmeden, isim vermeden, yapısal ama gerekçeli yazılar yazmaya çalışıyorum. Çok boyutlu çıkarımlar yapmanın derdime düşüyorum; dert biraz da bana kendi yaklaşıyor.
O yüzden, yazdıklarım da belli dergilerde, belli internet sitelerinde, aynı mizanpaj sınırlarında, diğerlerine benzemiyor. Niye benzemiyor? Çünkü, onlardan ayrı tecrübelerim var, bakış açım; alışılmışın hayli dışında. Uluslararası arena hakkında düşündüklerim bağlamında da…
Zaten; ortada sürüyle benzer sanatçı fink atıyor. Sürekli düzenli bir mizanpajla, benzer topluluklara karışan, illa bir-iki taraf çekmeye çalışan, onay alma derdinde olan, vitrin modeli gibi giyinip, evini, tatilini, yurt dışı gezilerini insanlığa açan prototipler şeklinde… Onların dışında; bir de, ne dedikleri anlaşılmayan, deli saçması gibi, her sikim hıyar diyene tuzlukla koşan, aklı sıra mücadele vereceğim diye her platformda görünen/çıkıntılık yapan, bağlamları kurma yetisine sahip olmayan sanatçılar da var. Üçüncü halkada da; emekli, memur, devlet sektöründe çalışan, yazdıklarıyla dünyayı değiştirebileceğini sanan, solcu, sağcı, cumhuriyetçi, gelenekçi sanatçılar var. Dördüncü halkada; Türkiye’ye her fırsatta yurt içinden, yurt dışından giydirip, sanatını sahte ve yüzeysel bir demokrasiyle icra eden, ot bok kullanıp da, nezih yerlerde takılarak, 1 Mayıs’ı ‘‘#hashtag’’lerle anan sanatçılar var. Bunların türevleri de mevcut; kadın hakları, eşcinsel hakları, etnik kimlik meseleleri, ülke dertleri, edebiyat fedailiği…
Aksine, hem dünya görüşü çarpıcı, hem yazdıkları etkili, hem yaşamı sanatla harmanlanmış çok az sanatçı bulunuyor. Her türlü duygusuyla, duruşuyla büyük bir ululuk yaratan, işte bundan çok az var. O yüzden, her bir olandan ihtiyaca göre biraz alıp, bir bütün yaratmaya çalışıyorsunuz; amorf yaratık benzeri.
Hele, her şey es geçilip, illa eserlere de bakılacaksa, olay vahim bir boyuta sıçrıyor. Ortada, seri üretim, taklit, tekrar dışında orijinal sanat eseri de yok. Türkiye’de çıplaklık, vahşet, orta sınıf ikiyüzlülüğü, İslam aşılamamış; neyin cüreti, sarsıntısı? Herkes orta sularda yüzdüğünü bir gelişme zannediyor. O öyle olmaz!!! Bu yüzden, buradan istense de -2020’de bile- yüzyıllar öncesinden bize seslenen yeni (!) bir ‘‘Franskenstein’’ romanı çıkaramazsınız; buradan yerli bir Shakespeare de çıkmaz. Bir Allen Ginsberg’ünüz; Carole Schneemann’ınız, Srdan Spasoevic’iniz de asla olmayacak. Şu durum, felaket üzücü bir çarpışma yaşatıyor beyninizde. Yoksa, her şeyden biraz biraz deneyen, kapalı kapılar ardında sanatsal mastürbasyonlarını birbirlerinin yüzlerine attıran, sözde sivil toplumcu yığınla görsel sanatçı, plastik sanatçı, şair, yazar bulunuyor. Nicelikte sorun yok; kültür mantarı biçiminde türüyorlar. Saygımız üretimlerinedir; lakin, ürettikleri maalesef, üst boyutta ve ilerisi adına sanatsal hamleleri barındırmıyor.
Ben bu üzücü hakikatle, Türkiye’de gerçekten sanat bulunmadığıyla yüzleşeli yıllar oluyor. Gelişmeleri takip ettikçe, umudumu daha da yitiriyorum. Sanat adı altında, tabii ki üretim dahilinde başka bir alan yaratılıyor. Ancak, onun da dokusu ne ülkemizle, ne dünya ölçeğindeki otantikliğimizin evrensele katkısıyla oranlanıyor. ‘New York Times’a yazan Türkiye’den bir yazar da, vasatın birkaç boy üstü işte; bir pazarlama ürünü… Payesi, yazdıklarının ötesinde de abartılmış durumda… Nerede Albert Camus, nerede Gaspar Noe; nerede Türkiye coğrafyasında smokin, papyon, tayyör, takım elbise… Vallahi, komedi filmi izler gibi, edebiyat, sanat camiasını izliyorum. Bu komedinin vahimliği ruhumu sardığı anda, acayip yalnız hissediyorum kendimi. Ülke okurunun, profesörünün, kültür müdürünün, dernek başkanının, gazetecisinin, halkının, kuvvetli bir estetikten yoksun olduğunu çeşitli kulvarlarda net görüyorum. Sahte saygı çemberi ekseninde gezinen sinek ciddiyetleri üstüme geliyor. Yazık ki, tartışma kültürleri, alt yapıları bulunmayanların arasında geriliyorsunuz. Aydınlanıyorsunuz, bir nevi tersten. Ama, nasıl acı bir aydınlama, gözünüzü kör ediyor. Gelin onun vicdani muhasebesinin ağrısını bana sorun.
Bu bedbaht gerçeği kabul ettiğim gün, iki seçeneğim bulunduğunu da gördüm: Ya onlar, onların küçük-büyük çoğunluklarındakiler gibi olacaktım… Ya da oyunun içinde gezinirken, onun dışına sert bir şekilde çıkıp, daha sonra sahaya geri dönecektim. Ben şu an ikinci yolu benimsedim; başka da bir yol beni kesmiyor, çünkü. Etrafa yabancılaştım. O sebeple, çalışmalarımın içeriklerinde oynamalar yapabiliyorum; hibritlemelere gidebiliyorum. Şiir mesela, bana göre öncelliğindeki gibi, hep derginin, basılı yazının dışındaydı. Şu halde, internette yayılabilir, üstünde oynanabilir, bir gazete kâğıdına izdüşümle karalanabilir, dijital bir platformda da ifade edilebilir. Ben o taşkın; ama, kendi iç dengesini de tutturmuş sanatı seviyorum daha çok. Apollonik kısımdan ziyade, Dionysiak kısım beni cezbediyor. Şüphesiz, ikisi de gerekli; güneş olmasa, üzüm şaraba dönüşemez. Dolayısıyla, çatışma, eleştirme, öz eleştiri yapma, estetik bir kalkışma elzem… Savaş barışın süsüdür.

O anlamda, aklıma sürekli bir şeyler geliyor, bunları denemek istiyorum; denemekten çekinmemeye çalışıyorum. Bu beni yoruyor da; çocuk gibi meraklıyım. Sevimli, çekici, hırçın, huysuz, şiddetli, hüzünlü, küskün, tedbirsiz, atılgan, kalbi kırık… Çok fazlayım, varlığıma bile! Yazın mecrasının kendi dar dünyasının dışındaki dünyaya geç kaldığını, özgünlükleri takip edemediğini, farklılıkları ve çoksesliliği anlayamadığını gördükçe, üzülen… Türk ve batı zihniyetini tam bilmeyenlerin, kabullenemeyenlerin, işlerine geldikleri/yaradıkları noktada kabullenenlerin arasında sıkışmış…
Öyle ki, bugün bu yazının içinde bir emoji kullanmayı denesem, benim için bir başlangıç, küçük bir ön deneyim olur J. Hatta, daha da ileri gidersek, eleştirel bir yazıda emoji kullanılabilir mi; bir öyküye emoji nasıl yerleştirilir, tiyatro eserlerinde emojinin yeri nedir vd. kapsamında yığınla meseleyi kritik edebilirim. Fakat, şu da var ki, maalesef en okumuş insanların bile önce fizyolojik ihtiyaçlarını gözden geçirerek, ardından konumlanma çabasıyla yazdıklarını görünce, sanatın, kültürün, bilimin vd. gözümde büyülü bir değeri kalmıyor. Sanatçıların bu aşırı benzerlikleri, ikiz-üçüz formlara kolayca girivermeleri, pür sevgisizlikleri bende inanılmaz bir soğuma gerçekleştiriyor. Zaten, çoğu yazı ya yavanlık taşıyor ya güzelleme yapıyor. Ya yağ çekiyor ya da yerden yere vuruyor. Yahut, aşırı terminolojiyle kapalılaşıyor. Şöyle ki, ben Türkiye’de birçok alanda doğru düzgün, çok boyutlu, tutkulu, heyecan verici, entelektüel derinliği kapsayan, bağlantıların cesurca ve zekice kurulduğu pek yazı göremiyorum. Ortalamayla, kötülerin iyileriyle, olanla yetiniyorum. Kimsenin emeğine de saygısızlık etmek istemiyorum; fakat, bu da bende bir gerginlik, hiçlik yaratıyor. İstediğimi bulamamanın yoksunluğunu çekiyorum. Daha geçenlerde bir şair arkadaşıma, ‘‘Türkiye’de sanat olduğu kanısında değilim.’’ dedim. Acı acı gülümsedik telefonlarımızın ekranlarına bakarak birbirimize. Mevcut boğulmayı anlatabilmek mümkün gözükmüyor, sanırım. Gelenekçi, kavgacı, taklitçi, içten pazarlıklı, tutkusuz, ergen, ajitasyon soslu vd. birçok dilin içinde sıkışıp kaldım.
Nitekim; çoğu sanatçı, eleştirmen, akademisyen aklına eseni önce kitleye göre, arkadaşının ricasıyla, yerinin darlığıyla, üst ilişkilerin bilinciyle yazdığı içindir ki, okuduklarınızın çoğu sizde bütünsellik düzleminde büyük bir çarpılma yaratmıyor. Ancak, parça parça verileri bir araya toplayıp, onları aklınızda bütünlemeye çalışıyorsunuz. Maalesef, bu, geçmişten getirilen bir mirasın da eklemlenmesine tekabül ettiğinden, neyi neresinden düzelteceğinizi, bunu yapma gayretine girerken ne tür handikaplar yaşayacağınızı kestiremiyorsunuz. Hangi 100 kitap önerisiyle, hangi ödül töreniyle, hangi dergi editörüyle, hangi etkinlik konuşmacısıyla, hangi belediye kültür müdürüyle, hangi il meclis üyesiyle, hangi okuyucuyla, hangi ideolojiyle, hangi iktidarla, hangi huzursuzlukla, hangi kadınla, hangi adamla, hangi çeteyle, hangi ispat çabasıyla başa çıkacağınızı bilemediğinizden, bu mutsuzlar, çıkarcılar, işbirlikçiler, memnuniyetsizler, kibirliler, cin fikirliler, kurnazlar, ikiyüzlüler arasında kiminle uğraşacağım; alan memnun satan memnun diye düşünüyorsunuz. Zira, bayağı bir sanat, bir edebiyat, bir şiir vd. ortamı oluşturulmuş. Herkes kendi sahasının idealisti edasıyla patlak top sektiriyor. Kimsenin doğru dürüst bir şey üretmediği yerde, herkes bir şey üretsin safdilliğini, iyi niyetinizi koruyorsunuz, yine de. Demokratik, anlayışlı davranmaya çabalıyorsunuz. Ama, içinde bulunduğunuz kitlenin yapış yapış sahteliği, buz dağarcıklı suratları, gizli psikopatlıkları, densizliğe varan saldırıları, hadsizlikleri sizi bunaltıyor. Sanki, bir bıçak bileğinizi sıyırıyor sıyırıyor, ince ince sıyırıyor; onu birden şak diye sıkıp duvara saplama isteğiyle dolup taşıyorsunuz. Yaratıcılığın fırtınalı enginliği sizi görkemli bir hortumun ortasında sürüklüyor. Yarı bilinçle -geçmişten gelen mistikliğin, bilgiyle, analizle ve gözlemle buluştuğu orta yerde- ilahi bir kanaldan dökülür gibi dökülüyor, yeryüzüne dönüyorsunuz.
Yazarken çok sıkışırsam, o an hangi mesele üstünden değerlendirme yapacağımı bir tema boyutuna indirgemeye çalışırım. Bazen düşüncemi temsil eden tema, o temayı sırtlanan anafikir bana bile ağır gelebilir. Örneğin; bir şiirimde ‘‘ben yazarsam sütle beslemem, kanla boğarım’’ demiştim. Dize başlı başına bir aforizma, bir anafikirdi.

Mesela, bugünlerde iletişimsizlik, yabancılaşma, ikiyüzlülük, internet, yalnızlık, korku, başkaldırı, evren, uzay gibi meseleleri düşünüyorken buluyorum kendimi. Lakin, iş bunları toparlamaya gelince, hangisini nasıl öne çıkartayım diye zihnimi dürtüyorum. Birçok yazar, şair misali çok daha korunaklı düşünmüyorum; orada incecik, zardan bir fark var. Ben yaşadığıma benzer biçimde düşünüyorum, üretiyorum. Entelektüel bir ayma durumu, boşluk dolduran üretimden daha fazla önem taşıyor. Bu sebeple, duygularımı, sezgilerimi didikliyor; onlardan kompakt bir düşünce (anafikir) çıkarmaya gayret ediyorum. Ardından, o fikir bağlamında, bir giriş-gelişme-sonuç bağı kurarak, kafamdakileri dışarı yansıtmaya çalışıyorum. Özellikle, yazdıklarımın son bölümleri, bütün fikirlerimin bağlayıcılığını taşıması anlamında önemli geliyor. Şiirin üstüne yoğunlaştığım ve bağımsız bir sanatçı olduğumdan ötürü de, dilimin ritmine, akışına, tonuna kapılıyorum. Asil bir ifade aralığı yaratmak, sözümü sakınmamak daha nitelikli geliyor. Nitekim, akademik bir dil kuracağım diye hakikati boğazlayanların, soğukkanlı bir yazınla aynı şeyleri ısıtıp ısıtıp önümüze çıkaranların, şiirsel bir yapılanmaya yaslanıp işi sulandıranların, oraya buraya saldıracağım diye bayağılaşanların arasında boy vermeyi düşünüyorsunuz. Kendi sesinizi korumaya itina gösteriyorsunuz.
Ben sıkıştığımda, binayı inandığım, sorguladığım ya da aklımı sürekli çelen bir hakikatin üstüne inşa ederim. Nitekim, gerçek bir yazının, kişinin donanımını bildikleriyle doğru biçimde sentezleme biçimi olduğuna inanırım. Bu sentez, derin bir sezgisellik de içermelidir. Ben bunu yaparken, kendimi çözmek adına, takip ettiğim isimlerin yazdıklarına, yaptıklarına da bakarım. Çevredeki gelişmeleri de mümkün olduğunca gözlemlerim. Bunların ne kadarıyla uyuşabildiğimin, yazılan yazılanların nerelerine katıldığımın, nerelerine katılmadığımın üstüne eğilirim. Yapıtları meydana getirenlerle cinsiyet, yaş, jenerasyon, konum, psikoloji, algı, sınıf, ülke vd. bağlamında ne kadar denk düştüğümü de düşünürüm. O yönde, çevremde gelişenlerle dünyalık şekilde çok büyük bir bağım da bulunmadığından ötürü, mevcut çokseslilikte yalnızca payıma düşenleri dikkate alırım. Aslında, ne düşündüğüm ve yazacağım kabataslak bellidir de; yine de, düşündüklerimi esnetebilmek, vicdanımı köreltmemek adına, içinde bulunduğum süreci gözden geçiririm. Üslup edinmek, bu üslubun doğru tonunu taşımak benim için yegâneliktir; iyi yapıttan çok, özgünlüğü ararım. Yetişebildiğim yere değin de, gelişmelere yetişme çabasına girerim.
Biliyoruz ki, etrafta mutlaka ‘genel çerçeve’ yer alıyor. Hatta, ona karşı olan ‘karşıt genel çerçeve’ de yer alıyor. Bu her alanda böyledir: Merkez ve ondan doğan temel bir tezatlık kaçınılmazdır. Ama, ben akışı tercih ederim. Zorundalıkla benimsediklerimi yazmak, bir şeyleri hep benzer yöntemlerle, benzer bakış açılarıyla sorgulamak, samimiyetsizlik yaratmak, inanmadıklarımı inanıyormuşum gibi savunmak, bir tarafa körü körüne dahil edilmek beni boğar. Tam özgürlüğüm sağlanamasa bile, yarı özgürlüğüme ölesiye düşkünümdür. Birçokları sanatın bilindik kalıplarına hapsolmuşlarken, ben onun kalıplardan taşan muzip, sert, serbest kontrollü çarpıcılığına inanırım. Lakin, dünyada yaşamak adına, taviz verildiği de görülür. O tavizi mümkün olduğunca da az vermeye gayret ederim.
Bugün bir durumu ele aldığımızda, birden fazla faktörün devreye girdiği şüphesiz… Öyle ki, gelişen hızla paralel, faktörüler daha da artıyor. Peki, bir konuyu değerlendirirken; üstelik, o konu birden fazla konuya kılcallarla bağlıyken, yazının gerçek hükmünü nasıl belirleyebiliriz? Bunu düşündüm. Sonuçta, herkes yeryüzüne bir şekilde geliyor. Geriye doğru sardığımızda bandı, bir yerde-açıklanamayan bir noktada kalıveriyoruz. Orada da, kendi bakışımızdan yansıyanları ve sorguladıklarımızı ön plana çıkarıyoruz. Yazmak bir katmanlandırma işi… Bu yönde, meselelere kaç boyutlu baktığınız; hele bu boyutların, geçmişle beslenen günümüz diline; hatta, ötesine köklenip köklenmediği de önemli…
Her yazının bir DNA zinciri olduğunu düşünürüm. Yıllar önce bunu da yazmıştım. Yazılanlar yazarına bağlı kılındığı gibi, ondan bağımsızdır da… Bir de, yazının kaç boyutlu olduğu mühimdir ki; tek boyutlu, iki boyutlu, üç boyutlu türevleri görülebilir. Fakat, Türkiye’de üç boyutlu bir yazın türü bulmak mümkün gözükmemektedir. Burada, sezgiyle, bilgiyle, tecrübeyle hareket edip, verileri birbirine nasıl eklemlendirdiğin önemlidir; bu da sıkı bir entelektüellik gerektirir. Ben de Türkiye’de gerçek bir entelektüel bulunmadığını, hiçbir ortamda o sarsıcı, çoksesli havayı solumadığımı gördüğüm içindir ki, ‘‘Türkiye Cumhuriyeti Edebiyatı Devleti’’nde yaşadığımı daha da fazla hissetmeye başladım. Velhasıl, meclisin içindeki durum neyse, edebiyatta da aynısı olduğunu görüyorum.
Şu aralar temelde iki mesele hakkında konuşmak istediğimi fark ettim; birincisi, ‘‘şiir hastalığı’’; ikincisi, üstüne kafa yorduğum -yukarıda da şerh attığım- ‘‘Türkiye Cumhuriyeti Edebiyatı Devleti’’ kavramı… O kadar ironiktir ki, Türkiye’de ana aksta iki kesim olduğunu; ilkinin gelenekçi, içine kapalı kaldığını; diğerinin de yeniliği savunurken, aslında gerçek bir yenilik yapmadığını, taklitçilik yaptığını veya yerini muhafaza etme gayretinde olduğunu düşünüyordum. Bu düşüncelerimi Amerika’daki bir radyo için (‘‘Trafika Europe Radio’’) yapılan İngilizce bir kayıtta da dile getirdim. Bunun burukluğu da ayrı bir gerçekliktir. Yaşadığınız ülkede en aydın geçinen kişilere kendinizi ifade edemeyip, kendinizi dışarıda kendinize yabancılaşarak ifade etmek…
Tabii ki, birçok sanatçı klasını özellikle yurt dışında konumlandırarak belirliyor. Ama, yazık ki yazdıklarından demeçlerine, fotoğraflarından girdikleri ortamlara/ortamlardaki davranışlara değin hemen hemen hepsi orada da birbirine benziyor. Yurt dışı denilen ortam da -Amerika, Avrupa ağırlıklı- piyasaya dayalı bir sanat hüküm sürüyor. Oradakilerin ana kanadındakiler de, kontrol edebilecekleri, sözlerini dinleyen tektip, etkisiz sanatçılar istiyorlar. Velhasıl, her sanatçı sanki tarihçi bilincine, derinliğine sahipmişçesine, illa Türkiye’deki geçmiş meseleler, siyaset üstüne, yabancı insanların istediklerini söylemek zorunda kalıyor. Papağan sanatçılar görüyorsunuz.
Her şeyin eğri doğru bir analizi yapılabilir, değerlendirmesi. Her şeye bir kulp takabilirsiniz de… Lakin, ben, bu çağda cesaretin, otantikliğin, zekânın yitimini açıklayamıyorum. Açıklamak işime gelmiyor; yoksa, çok üzülüyorum. Resmen pazarlama var, ruh göçtü. Sağlam değerlerin yerlerini korkaklığa, taklide, kurnazlığa bırakması elem verici… Sanatta sınırsız olduğu iddia edilenlerin bile keskin sınırları var.
Yani, sanat bir piyasa aracı haline dönüştü iyice. Pazar malı… Sanatçı önce kendini ifade etmek için değil, istenilen noktada kimliklendirmek, kabul görmek, bir tarafa dahil kılınmak için sanat yapıyor. Hızın baş döndürücülüğüyle, içi boş şekilde hareket ediyor veya hıza yetişemeyip, katılaşıyor. Alkış, beğeni, paylaşım, haklı çıkmak, para kazanmak… Gücünü öz varlığından değil, dışarıdaki şekillenmişliklerden, bulunduğu gruplardan alıyor. Sanat ruhunu, coşkusunu yitirdi. Özgürlüğü bitti sanatın. Soğuk, memur kafasıyla hareket eden, evde oturup yapay mücadele üreten sanatçılar oluşmaya başladı. Aynı giyim, aynı poz, aynı söz sanatları, aynı ortamlar, aynı tonlamalar, aynı röportajlar vd… Diyeceksiniz ki, sistemi zorlayan coşkulu sanatçılar yok mu? Var; lakin, onların da coşkuları öylesine avam ve kalıplarla örülü ki, o koyu sarsıcılığı ve gizemi göremiyorsunuz. Cahil cesaretiyle atılganlıklar mevcut; diplomalı, alaylı…Sistem kavgasına iyice bulandırılan, aşınmış estetik çıkışlarla dolu birçok veri akıyor. Ortaya büyük bir gelişme çıkamıyor. İnsanlar diğerlerine yargıç kesiliyorlar.
Sanatta edebiyat öğretmenleri, abus veya yetersiz akademisyenler, eleştirmenler, küratörler, salon-galeri sahipleri, belediye kültür müdürlükleri, siyasi kurumlar, şirketler, bankalar, örgütler, dernekler, sivil toplumlar etkin hale geldikçe, zaten Türkiye’de derinliği oturmamış estetiğe dair birçok şey daha da yüzeyselleşiyor. Sanki, ilkokul birinci sınıf fişine sanat yazmayı öğreniyoruz; topluluklar aynı şeyi heceliyor. Aynı enstrümanları, aynı söz sanatlarını, aynı görsel öğeleri, aynı şablonları kullanıyorlar. Gösterilenin dışına taşmak isteyenler de, bizzat gösterilenin karşı kendisinin aynısına dönüşüyorlar. Bu cenderede sıkışmak beni inanılmaz boğuyor.