Salih Coşkun: Kayıp Roman

Bayram SARI

Beşiktaş’tan Avcılar’a, Rami’den Kınalıada’ya, Vefa’ya, 1990’lı yıllardan hem 1950’li, hem de 2000’li yıllara sıçrama yapan bir İstanbul öyküsü, Kayıp Roman. Büyümenin epizodik bir durum olduğunu ısrarla söyleyen Barış’ın gözünden kıstıran ve kıstırılanların maskelerinin altındaki gerçeği anlatan Salih Coşkun ile Kayıp Roman’ı ve İstanbul’u konuştuk.

Bayram Sarı: “Kayıp Roman” metninizin kahramanları, neden bir şeylere doğru koşmak yerine, hep bir şeylerden kaçmaktadırlar? Kurgunuzdaki 90’ların dönem felsefesi kaçmak üzerine mi kuruludur?

Salih Coşkun: Romanın ana çatışmasının merkezinde “şoklanarak büyümek” var. Şoklanmayı ise dış dünyanın aktörleri yaşatıyorlar kahramanlarımıza. Bu da kaçınılmaz olarak “bir şeylerden kaçma” pratiği getiriyor zaman içerisinde. Bir nevi gecikmiş beat kuşağı gibi kahramanlar.

90’ların dönem felsefesi kaçmak üzerine değil diye düşünüyorum. Kaçmak 2010’lara kadar çok da akla gelen bir şey değil. Son on yılda kaçanlarla, kaçma fikrini geliştirenlere karşılaşıyoruz. Ama 90’lar dönem olarak tüm dünyada, bugün kaçmayı düşündüğümüz şeylerin doğum süreci idi.

B.S: Metninize, “Geleceğini seven adamların romanı dedikten sonra, geçmişini birtakım ciddi sebeplerle sevememesinin didiklendiği bir roman,” diyorsunuz; Kayıp Roman’da, karakterler geçmişi o kadar didiklemesine rağmen neden sevilebilecek bir gelecek yaratamıyorlar?

Salih Coşkun: Karakterlere böyle bir misyon yüklemedim açıkçası. Okurda bu şekilde bir beklenti oluşuyorsa ciddi sorun var. Ana karakterler geleceklerini seviyorlar, zira sahip oldukları tek şey o. Geçmişleri ve ellerinde bulunan şeyleri, sahiplenebilecekleri şeyleri sevemiyorlar. Kaçıyorlar. Nereye kaçtıklarını çok da bilmiyorlar. Bir nevi zaman mültecileri.

B.S: Romanda, Beşiktaş tarafını Türkiye’nin laik, seküler, liberal, nihilist, aydın kesim tarafı olarak kurgulamışsınız; geçmişi şaibelerle dolu Veli Dede’nin kişiliğinde, 90’ların bu kesimine nasıl bir eleştiri yöneltmektesiniz? Rami tarafı o gün ve bugün, Beşiktaş tarafına bir alternatif oluşturabildi mi? Ya da bu taraf olma haline toplumun epizodik durumu denilebilir mi?

Salih Coşkun: Romandaki taraflara (Beşiktaş/Rami – Seküler/Dindar) herhangi bir eleştiride bulunmak niyetim olmadı. Sadece her iki tarafı da yeteri kadar bildiğimi iddia ederek, bazı gözlemlerim oldu sadece. Rami tarafı, o yönde bir alternatif oluşturmadı. Ama temsil ettiği siyasi yapı güçlü bir alternatif oluşturdu ve iktidara geldi. Romanın son döneminden bugüne kadar da iktidar oldu.

Rami tarafı o gündür arkasına aldığı iktidar rüzgarı ile de zenginleşti, sekülerleşti. Tabi bu kısımlar romanda yok. Zaten romanda Rami tarafının bu manada en görünen yüzü Cihan da bugünkü iktidarın o günlerdeki temsilcisi. Hırslı ve kararlı. O kadar.

B.S: “Laik, seküler, Batılı tarafın ikonik yapılarından Galata Kulesinin terasında, sınıfsallıktan fersah fersah uzak dindar, kültürel muhafazakarlar tarafının ikonik yapısı Beyazıt Kulesine bakarak,” Barış’ı ve Yasemin’i öpüştürüyorsunuz ve kim muhafazakar diye soruyorsunuz; muhafazakarlığı, Beşiktaş ve Rami tarafının bakış açısından değerlendirebilir misiniz?

Salih Coşkun: Aslında muhafazakarlığı mekanlara yaftalamak ciddi sıkıntı. Muhafazakârlık, kendi kabuğunda kalakalmak. Kabuktan çıkmayı geçin, bir kabuğu olduğunun bile farkına varamamak.

Romandaki kimse muhafazakâr değil. Veli dede, kabuğunu en iyi tanımlayan ve en şiddetli kıran kişi. Üvey baba Koray, gerçek baba İsmet, Yasemin, Barış, anne vb herkes bir değişimin kucağında. Dönem ve şartlar bunu gerektiriyor. Herkes devinim halinde. Biraz 19. Yüzyıl İngiliz/Amerikan edebiyatı halleri var. Robinson Cruose, Moby Dick, Martin Eden… Herkes değişim halinde.

Ama bizim romandaki sorun şu ki hemen herkes bir diğerini muhafazakârlıkla suçluyor ve kendisinin aslında hiç de muhafazakar olmadığını iddia ediyor. Beşiktaş ya da Rami fark etmiyor. Toplumun, hatta dünyanın tamamında bu yaklaşım geçerli.

B.S: “Büyümek dramatik değil, epizodik bir durum.” Kayıp Roman’da bu cümleyi sıklıkla kullanmaktasınız; Barış’ın epizodik durumlar karşısında gerçekten büyüdüğüne okur inanmalı mıdır? Okur, epizodik durumlar karşısında Barış büyürken, diğer karakterlerin yıkımını hangi açıdan değerlendirmelidir?

Salih Coşkun: Okur Barış’ın epizodik durumlar karşısında büyüdüğüne gerçekten inanmalıdır. Zira roman tamamen bu eksen etrafında dönüyor. Baba dediği kişinin gerçek babası olmaması, gerçek babasının ilgisiz bir zamanda ortaya çıkıp, onu ilgisiz diyarlara götürmesi. İlk aşkı. Veli dedenin başına gelenler. Yıkımlar, kaçışlar, saklanmalar, hapisler, bombalar…

Bir insanın hayatında zar zor görülebilecek travmalar. Hepsi 10-12 seneye sığıveriyor Barış’ın hayatında. Bunlar da Barış’ı epizodik bir hızda büyütüyor. Diğer karakterlerin yıkımı, Barış’ın büyümesinin görünen anahtarı. Sebep sonuç ilişkisi var. Barış’ın büyümesi bir sonuç. Karakterlerin yıkımı ise sebep. Tragedyadaki peri petinin dışında bir durum. Barış tragedyasını kendi yıkımından değil, başkalarının yıkımından ediniyor.

B.S: Her ne kadar yazılı metinler için kullanılmıyor olsa da, “Gelenekçi” kurguya pek yüz vermeyen metniniz “Dadaizm” kavramı ile ilişkilendirilebilir mi? Ya da metninizde sıkça geçen, 90’ların televizyon reklamları, haber spikerleri, filmleri, gazeteleri, sakız, ayakkabı ve gazoz markaları, sigara isimleri, şarkıcılar ve şarkıları, tetris oyunu, Burda Dergisi, araba markaları… diye sıraladığınız nesneleri kurguya katmanıza bakarak Pop-Art olarak değerlendirilebilir mi?

Salih Coşkun: Pop-art olarak değerlendirilmesi hoşuma gider sadece. Zira popüler kültürün her zaman iyi bir zemin, iyi bir fon olduğuna inanmışımdır. Dönemin dokusunu okura/izleyene en iyi verecek araç popüler kültürdür. Ben de onu kullanmayı sevdim. Hakim olduğum bir dönem olduğu için de can sıkıcı bir açık vermedim diye umuyorum.

B.S: Metninizde dikkatimi çeken bir nokta var; kurgunuz zaman zaman tiyatro metnine dönmekte ve kişilerin başından geçmiş olayları ya da o anki durum tespitlerini numaralandırmaktasınız; okurun pek alışkın olmadığı bu tarzınız nasıl bir farkındalık yaratmaya yöneliktir?

Salih Coşkun: Ben aslında bir tiyatro yazarı ve yönetmeniyim. (www.popuptiyatro.com) Tiyatro metinleri, dış sesi okura çok pratik aktaran metinler. Romanda da bir radyo tiyatrosu gibi dışarıdan gelen seslerin, dinleyende nasıl yankılandığını bu teknikle vermenin, etkiyi artıracağına inandım. Estetik anlamda da hoşuma gitti.

B.S: Çoğu toplumsal ve ahlaki tutumun geçer akçesi, geleneksel metinlerin eski bir yordamıdır: Kişiselleştirmeler, maskeler. Hem metin hem de aydınlanma bakımından okur zihni, basit ve belirli olan, kimliği kolayca anlaşılan, ani sevgi ve nefret uyandıran bu anlatımları benimser. Kayıp Roman’da geleneksel- ahlaki bir tutumu sürdürdüğünüz söylenebilir mi? Eğer geleneksel-ahlaki tutumu benimsediğiniz söylenebilirse, metnin biçem olarak getirdiği yenilikler okura ne katacaktır?

Salih Coşkun: Bir kişiselleştirmenin ve/veya bir maskenin peşinde koşmadığımı açıklıkla söyleyebilirim. Okurun kolay şekilde benimsemesinin yollarını aradım elbet ama bu yol geleneksel metotlar olmadı. Yukarıda da belirttiğim gibi, dönem romanı yazmaya çalıştım ve dönemi anlatmanın, o atmosferi vermenin yolunun popüler kültür araçlarından geçtiğine inandım. Televizyon, dergiler, şarkı yarışmaları, reklamlar, futbol vs. ile zaten elimde çok güçlü ve A’dan Z’ye hakim olduğuma inandığım bir alan vardı. Benimsenme için başka bir yola sapmama gerek kalmadı. Ahlaki bir tutum, sanat eseri (formu ne olursa olsun) sıkıcılaşma riski barındırıyor. Karamazov kardeşleri yazıyor olsam belki bu iddiada bulunabilirdim. Ama daha ilk romanda ahlaki bir tutuma girmek beni mutsuz edecekti. Çünkü eser içime sinmeyecekti. Biliyorum.

B.S: Metninizin 170.sayfasından şöyle bir alıntı yapacak olursam: “O an anlattığım olaylara derinlik katmak için böyle olduğunu kabul edin ve okumaya devam edin. Valla çok güzel olacak. Roman yazıyorsun sonuçta. Sinema gibi düşünmek lazım. İçinde tesadüfler, sertlikler, çelişkileri çatışmalar olacak. Hitchcock ustanın çok sevdiğim şu sözü vardır: Sinema, sıkıcı yerleri makaslanmış hayattır.” Bu bağlamda şunu sormak istiyorum, okuru, metninizle özdeşleştirmekten sakınıyorsunuz, bu durum kurgulanan konunun yanında biçeme de çok dikkat edilmesinin nedeni olabilir mi? 

Salih Coşkun: Ben şahsen sanat eserinin, kendisi ile yazarı/yapıcısı arasında belli ve görünen bir mesafe koyması gerektiğine hep inandım. (Orhan Pamuk “Saf ve düşünceli romancı” eserinde bu konuyu güzel açıklıyor)  Bu bir sanat eseri. Bu bir roman. Gerçekliğin belgesi değil. Zaman gerçek gibi akmayacak. İnsanlar gerçek gibi davranmayacak. Karakterlerin ve olayların bir misyonu var. (O misyon, şaşırtmak. Ama bu “şaşırtmak meselesi” bu sorunun cevabını meşgul edecek bir konu değil. O yüzden paranteze alıyorum) Gerçek hayatta karakterlerin, olayların ve durumların bir misyonu yok. Aceleleri de yok.

Ama roman karakterlerinin aceleleri var. Olaylarının da…

Kayıp Roman’dan Bir Alıntı:

“…Beşiktaş tarafının tarihi, turistik, eğlenceli mekanlarını öğretmekle kalmadım, buraların laik, seküler, zaman zaman nihilist, çoğu zaman liberal ruhunu da anlattım durdum.

     Yasemin ise bana, Caferağa Medresesi’nden, Pierre Loti’ye kadar uzanan bantta, tarihi yarımadadaki eski yangın yerlerinden, kütüphanelerden, çeşmelerden, medrese, cami ve külliyelerden, yerini zevksiz ve değersiz apartmanlara bırakmış olan birçok tarihi ikonik binayı anlattı, gezdirdi. Beşiktaş tarafının bana hiçbir şekilde hissettirmediği, hatta her gördüğü ve hatta ve hatta yok saydığı koca bir dünyayı; sınıf temelinden yoksun, dini temeline sıkı sıkı tutunmuş, toplumumuzun en güçlü kümesi olan kültürel muhafazakarların dünyasının değişik tadını sundu durdu. Bu roman (bir alt alanı Yasemin ile ilişkim sayesinde) bir yerden bakınca bir Saatleri Ayarlama Enstütüsü, bir Fatih-Harbiye, hatta Cihan’ın gözünden bir yerden bakınca bir nevi Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’a bile içten bir selamdır.”

Paylaş:

Yoruma Kapalı Paylaşım.