Gül Yıldız ERMİŞ

Ausgang, fırtınadan sonra tutunulan bir sığınağın limanı, gündelik hayatın koşuşturmacası içinde fark edemediğin, hatırlayamadığın, unuttuğun ötekinin yolculuğuna açılan bir pencere, mevsimlerin hızla akıp geçtiği hayatta bir ağaca yaslanıp soluklanmanın zamanı, var olmak için vazgeçtiklerini dönüp dönüp aradığın o güneş yanığı, kayıpların bıraktığı tortularla anlam kazanmanın yazgısı, sen bir başkasına dönüşürken edebiyatı anıların gölgesinde parlatan eski defterler.

‌‌Hiç tanımadığın Onnik Efendi’nin ölümüyle kesişen yol arkadaşlığını okuduktan sonra hayatında kaçırdığın çıkış yollarını düşünmeye ve o yolların tarihini, coğrafyasını, dağlarını, denizlerini saklandıkları yerden kazımaya başlıyorsun. Kazdıkça kendini bulacağını ümit ediyorsun. Uçurtmasını göğe sığdıramayan çocuğu, radyonun evi ısıtan sıcaklığını, ağustos böceğinin sabreden sesini, günebakanların seni ele veren gülüşünü, unutmanın imkansızlığını hatırlatıyor sana belleğin defalarca.

‌‌“Şimdi neden türlü sorularla zihninde gezdiriyorsun bu yaşlı adamı? Bazı şeyleri, anlatırken öğreneceğini bildiğinden konuşmak istiyorsun. Varlığıyla dünyada senin üç katın kadar yıl yaşamış, köksüz bir nilüfer gibi oyalanmış bu semtin sularında. Senin onunla yıllar sonra karşılaşman bir tesadüften ibaret… “

‌‌Yazar hayatın döngüsüne bilenen insanın önsezilerini ve bilinçdışının gömüsünde uyuya kalan acıların en zayıf anında nasıl ortaya çıktığını gözler önüne seriyor. Seyrine doyamadığın dünya avuçlarının arasında bir kitapla yakınlaşıyor sana.

‌‌Annesiz babasız kalmanın karanlığında yarım kalmış sevginle bir adada çocukluğunu büyütüyorsun. Senin olan bir hayatı sıradanlaştıran kabuslarına çarpmıştın bir kere. Yolda olmakla yoldan geçmenin ayrımındaydın ve özgürdün artık. Hayatın seni hiç bırakmayan nefesini iliklerine kadar hissettiğin yalnızlık şiirinde tek başına değildin. Çünkü hayat senin sandığından daha çok kuşatıyor insanı. Bu yüzden korkuyorsun ondan ve sımsıkı bağlanıyorsun kelimelere.

‌“Ölüm; toprağa, suya, ateşe ve havaya karışmak, dağılmak…”

‌‌İnsanın kendine yabancılaştığı odalardan usulca doğaya sokulmak kendisiyle kucaklaşmasının sırrıdır oysa. Terk edilmişliğin karanlığında ışığın habercisi kendine ayna tutmaktır bazen. Birbirimizin gölgesinden kaçtıkça onarılmaz hayatlarımız.

‌‌Ölümün adını duyduğunda aidiyetin önemini anlıyorsun. İnsan doğanın evcilleştiremediği yabanıl. Bir başkasının yokluğunda kendi hayatını buluyorsun. Kendi hayatının öznesi olamadıktan sonra nasıl kabuk bağlar insan?

‌‌İnsanın dilini ancak insan anlatır. Serkan Türk’ün ilk romanı Ausgang, ruhunun izini sürdüğü uzağın ezgisi…

Paylaş:

Yoruma Kapalı Paylaşım.