COVID-19, N95, Fizik, Matematik, Korku… Bi’dolu bi do…
‘‘Her aptal onu beğenen başka bir aptal bulur.’’
(Nicolas Boileau)
‘‘Corona’’ Edebiyatında Yıkım’’ başlığını seçmemin iki sebebi olduğunu belirtmek istiyorum. Birinci sebebi, çevredeki gelişmeler dahilinde, gördüklerim… İnsanların geçmişi hiç anlayamamaları, ölümü algılayamamaları, şimdiyi görememeleri, yaşadıkları çağın zerre farkında olmamaları… Sürekli ortalarda döndürülen, kopyalanan, genişletilen bir kafa karışıklığı… İkincisi, bu anlamda, bilim insanlarının tavırlarındaki yetersizlikler; sanatçı, düşünür, aydın görünen kişilerin olayları hiç değerlendirememeleri yahut işlerine geldikleri minvalde değerlendirmeleri… Aranılan öncü insan modelinin yoksunluğu… Bir düşünce sisteminin bulunmayışı, tekil bakışlılıklar… Ortalarda şöyle ifadelerin anlık şekilde, rahatça dönüvermesi: ‘‘Evden sakın çıkmayın’’, ‘‘evde oturun, kitap okuyun; hatta, klasikleri okuyun’’, ‘‘edebiyata sarılın’’, ‘‘corona’’ virüsünün edebiyatı mı yapılır?’’… Gülünç, mesnetsiz, desteksiz kusmaklıklar… Olaylara salt kendi penceresinden bakan yığınla insanın, gelecek öngörüsü bulunmayanların ya da egolarını tatmin edenlerin ortalarda dolaşan yavan, tepkisel ifadeleri… Anlık saçmalıklar… Üstelik; bu ifadelerin asıl salgın salgın yayılmaklığı… Vatandaşlar, dünya insanları, siyasi figürler, sağlık uzmanları, bilim insanları, gazeteciler, düşünürler, sanatçılar… Heyula gibi… Tek bir amorf… Giderek benzeşen bir körleşmenin tek gözüne dönüşüyorlar. Bu, dayanışma değil, avuntudur.

Geçmişte, birçok önemli gelişme yaşandığında, sanatçı tavrımı gerçekten (!) koruyarak, kendime entelektüel bir dert oluşturarak, yazmanın verdiği pratikle ve ağırlıkla, yazdım. Yazdım; nitekim, gerçekten tek bildiğim şey, en iyi bildiğim şey, sadece oydu. Bütün dezavantajlarına rağmen, hâlâ da odur. Ama, yazarken motivasyonum birçok kişiden hayli ayrıksı… Örneğin; çoğunlukta görüldüğü üzere, bir romanım, bir eserim vb. olsun da, adını ‘‘Veba Geceleri’’ koyayım komedisi yaratmaya çalışmıyorum. Yahut, ‘‘Gezi Direnişi’’yle ilgili içimde kaynayan ergence dizeleri kusayım, bu konu üstüne geçmişin argümanlarının köhnemişliğiyle gelip geçici, ideolojik alt yapısı bol bir yazı yazayım diye düşünmedim. ‘‘Ankara’daki patlamaya’’ salt kendi tarafımdan tek boyutla bakayım, suya sabuna dokunmayayım; hiç olmadı, orta sınıf, dar ve genel bir algıyla veya liberal bir küstahlıkla ahkam keseyim de demedim. Demedim, ama tarihe tanıklık etmişliğimin en olgun, en önemli anlarında hep, estetiği ve özgünlüğü de elden bırakmadan, cesurca yazdım. 15 Temmuz dönemi yaşandığında, şiirlerimden tiyatro eserlerime bunların derin karşılıklarını eserlerimde görebilirsiniz. Hem de hakikatle… Bunu yaparken, iyi bir yayınevinden kitabım çıksın, yazım kallavi insanların okudukları bir sitede yayınlansın, hunharca çok tıklansın, tiyatro eserimi eş-dost, belediye, siyasi ilişkiler aracılığıyla oynatıvereyim diye de düşünmedim ilkin. Kokteyllerde testi gibi diğer sanatçılarla, siyasetçilerle yan yana dizileyim, uluslararası anlamda birkaç isme de yağ çekeyim gibi bir önceliğim de olmadı. Saf yazıyla, saf sanatla ilgilendim. Kriterlerim dönüştükçe dönüştü.

O yüzden, şu günlerde, özellikle Türkiye’de, sonrasında -melezleşmeye, çaktırmadan da tek taraflılığa teşne- dünya ölçeğinde, kendi kıymetimin fazlasıyla farkındayım. Kimsenin bana paye biçmesine gerek yok!.. Hele, Türkiye gibi, edebiyatı, sanatı, tiyatroyu, entelektüelliği vb. anlayamamış sığlığın ülkesinde, beni değerlendirmelerine, kendi kalıplarının yarattığı tekelleşmeye sokmalarına asla izin vermiyorum. Veremiyorum; çünkü, sanatçılığımın derinliği zaten varoluşsal anlamda buna müsaade etmiyor. Kalıba sığamıyorum. Bir şeylere karşı çıkarken, sadece ortalarda öyle algılanayım, hiç değilse refleks olsun diye şov yapmadım. Ayrıca, eserlerim de, karşı çıktığım değerler denli güçlüydü. Hâlâ güçlü… Hatta, eserlerim beni aşıyor, benden daha vurucu şekilde beni meydana getiriyor.
Eserlerimi cılız, seri üretimler biçiminde kurgulamıyorum. Onları taklit unsurlarla veya yüzeyselliklerle bezeyip, ederimden fazlasıymışım gibi de davranmıyorum. Yahut, bunları üretip, arka odalarda birilerine yağ çekmiyorum. Birilerinin bir taraflarını yalayıp, makamını aşındırmak için sürekli koşturmuyorum. Fotoğraf karelerinde soğukkanlı pozlar da veremiyorum. Verdim mi, sırıtıyorum da zaten. Bunu, beni yakından takip edenler de hissediyorlardır.

Ben yıllarımı türlü tecrübeyle, kalbimin feryadıyla, zihnimin gücüyle geçirip, bugünlere geldim. Eğer, matematiksel bir veri isterseniz, üniversite zamanlarımı baz alırsak, yaklaşık 20 senedir de sanat, eğitim vb. süreçlerinin içindeyim. Bu anlamda, önce kendi değerimi kendim veririm ki, ardından ona zaman değer verir. Zamana çok güveniyorum. Kitlesel olana değil, hakiki olana. Orada bir yerlerde kocaman bir alan kaplamaya doğru çürüdüğümün bilincindeyim. Ölümlü bir sonsuzluk hali… Gerçek sanat, her zaman merkezde olanın (ödüller, köşe yazıları, atıflar, seminerler vd.) çok önündedir, şahsıma göre. Çünkü, çağının da çok önünde… Şimdilikte tam algılanamaması, ondan korkulması da normal… Tespit ediyorum; gerçek bir sanat eseri, hele ki 21. yüzyılda, öncelikle korkutur. Nitekim, insanların tarif etmeksizin çekimlendikleri en temel duygu korkudur. Yoksa, uyuşturan-uyutan güzel sözlerle insanları hayatın gerçekliğinden, sertliğinden uzaklaştıran, yavan ifadelerle toplumcu gerçekçi takılan, musikiye kaçan genel sanat eserlerinden bahsetmiyorum. Ben zaten çokkkkk uzun süre önce kriterimi de ortaya koymuştum: İyi olanı değil, özgün olanı arıyorum!..
Bu yönde, ‘‘corona’’yı da sanata alet ettiniz ya; başka konular da var. Onları yazın veya geçmişte buna benzer yazılan yapıtları okuyun.’’ tavırlarına da bakıp, gülüyorum. Yüzyıl başka bir yere doğru evrilirken, sanat da bundan anlık düzeyde etkilenirken, bu kadar mı öngörüsüz olunur? Öngörüsüz, kendi halinde sanatçı mı olunur? Bu kadar tek tip fotoğraflar çektiren, diğerleriyle bu kadar benzer kitap kapaklarına sahip olmaktan gurur duyan, bu kadar ötekiyle kolay kaynaşan, bu kadar kolay, çıtır çerez bir sanatçı mı olur? Diğerine ‘‘abi, abla’’ diye hitap eden… Bu kadar aşırı benzerlik… Üslup birliği… Fena…

‘‘Daralan Çember’’ adlı oyunumu yazdığım 15 Temmuz döneminde, tabii ki ben de klasik addedilen edebiyata döndüm. ‘‘1984’’lerden ‘‘Veba’’lara, ‘‘Erbain’’lerden ‘‘Solaris’’lere, ‘‘Kaos Teorileri’’nden ‘‘Yüzyıllık Yalnızlık’’lara kadar yığınla eseri okudum. Hazindir; burada da yüzümüzü batıya dönmemiz mecburi… Düğme baştan yanlış iliklenmiş. Türk eserlerinde temel eksiklikler göze çarpıyor, zamanın hayli gerisindeler… Bazıları da yeni bir şey denerken, o hızla derinliği kaçırıyorlar; taklide dönüşebiliyorlar. Otantik yerindelik elzem… Bu anlamda, Türkiye’de, şöyle içimin rahatlığıyla okuduğum, baştan sona akıcı şekilde bitirdiğim doğru düzgün bir öykü kitabı, bir ‘‘novella’’, bir şiir kitabı yok. Hadi var diyelim, tek tük. Çoğu basılan kitabı saygımdan -emektir diyerek-, neler yapıldığını görmek adına okuyorum. Bakıyorum; piyasada hangi kitaba methiyeler düzülüyorsa, hangi kitabın boy boy reklamı çıkıyorsa, onun hakkında -ağırlıkla İstanbul merkezli- hangi eleştirmen yazıyorsa, reklamının tersi boyutunda içi fos çıkıyor. Türkiye’de sanat, temsiliyle ve reklamının yaygınlığıyla paralel gitmiyor. Ne kadar yayılma, o kadar sıradanlık… Türkiye için bu derin bir trajedi, büyük bir ayıptır!..
‘‘Daralan Çember’’ oyununu yazarken, etrafta yığınla gelişme vuku buldu. Oturduğum dairenin yanındaki camiye, atletli birçok adamın akın akın gittiğine bizzat şahitlik ettim; iki saniyede bir sela okunuyordu. Bu arada, tabii, bilimkurgu edebiyatını, korku edebiyatını, korku filmlerini, fantastik filmleri/hatta, dizileri vd. harıl harıl değerlendiriyordum. İç ve dış gerçekliğim, evren algım, uzaydaki gelişmeler, sosyo-ekonomik faktörler, inanç konusu, tarihte dinin, sanatın, bilimin geldiği nokta beni düşünmeye; dolayısıyla, sürekli üretmeye sevk ediyordu. Bugün 2020 yılının mart ayına geldiğimizde, bu gelişmelerin patlak vereceği oyunu ben yıllar önce zaten yazmıştım. Virüs, hastalık, savaş, yalnızlık, üreme, göktaşı, uzay, ölüm konularının hepsini orada tek tek kullandım. Yetmedi, ‘‘Ölümsüzdür’’ adlı şiir dosyamda bunlara ve benzeri birçok unsura vurgu yaptım. Vurgu yaparken de, 2000’lerin şiir diliyle yazayım diye kendimi ayrıca kasmadım. Geldiğim şu noktada, tecrübeler hayli birikti, 37 yaşına girmenin verdiği yarı-bilinçle kendimi gürüldeyerek aktım. İleriyi de hesaplayarak ama… Orada da ayrı bir atılım yaptım. O şiir dosyasını da, bir polis kurşunuyla vurularak hayatını kaybeden Dilek Doğan’a adadım.

Yetmedi, ‘‘Çatlayan Zehir’’ adlı deneme dosyamda, dünyada ve Türkiye’de gelişen her şeye değindim, gelecekte olabileceklere de atıfta bulundum. Velhasıl, bugün ölümden ödü koptuğu halde, evine kapanan sanatçı modellerinin, yeri geldiğinde masalarda -özellikle kadınların bulunduğu ortamlarda- ‘‘sanatçı anarşisttir, çağının ilerisinde yaşama cesaretine sahip olmalıdır’’ dediklerini anımsıyorum. Çoğu şu an titriyorlar. Bu insanların, aynı takım elbiselerle sözcük mastürbasyonu yaptıklarına da şahit kesilmişliğim çoktur. Okuyucularıyla fotoğraf çektirip, içmeye giden Türk tipi… Akabinde; evlatlarımı korumalıyım feryadıyla, sokağa çıkma yasağı olsun diye kasılan kadın sanatçı tipleri de arttı. O arada, yazacaklarını bir-iki dergide yayımlatmak anlamında, ev kadınlığı takıntılarıyla veya bir erkeğin eşi, sevgilisi, anası moduyla ortaya çıkanlar da sayıca fazlalaştı. ‘‘Instagram’’, ‘facebook’’ ortamından, dergilerdeki basılı yayımlardan sanatçılığın da neye dönüştürüldüğünü görebilirsiniz. Kadın konulu dosyalarda, kadın üstüne yapılan tartışmaların, sunulan eserlerin zayıf temellerini… Hepsi somut anlamda orada duruyor.
Ölümün varlığının yüzyıllardır sekmeksizin sürdüğü, günümüzde ortalama insan ömrünün 70 yıl sayıldığı bir dünyada; üstelik, kaos, kuantum, distopya, sanal gerçeklik, ekonomik kriz, özel sektör, devlet terörü, otorite, medyatik manipülasyon vd. sözcükleri de etrafta dolaşırken, siz nasıl her şeyi bilmiyormuşçasına bu denli rahat davranıyorsunuz? Sanki, öngörülü bir sanatçı kurumlanmasıyla; lakin, sıradan bir vatandaş edasıyla nasıl ‘‘sadece, ekmek almak için sokağa çıkın’’ gibi bir ibareyi kolaylıkla her yere yazabilirsiniz? Nasıl düşünce süzgecinizin havsalası bu kadar dar kesilir? Gelişmelerin ötesini öngörmeden, ‘‘şiir yeryüzündeki bilmem neyin de bilmem neyiymiş’’, ‘‘şiir şuymuş da, şair de buna denilirmiş’’ söz salatalarıyla bezenmiş, efektif olmayan; keza, edebiyat ders notlarına benzer şekilde yazılan bir metni, nasıl bildiri diye okumanın gururunu kolaylıkla yüklenebilirsiniz? 21. yüzyılda her yere ortalamayı yayabilmek adına, nasıl canhıraşlıkla dört tarafa saldırabilirsiniz? Nasıl oluyor da, o aydın sorumluluğunuz sivil toplum ve evrensellik adı altında, sürekli çemberin dahilinde dolanıyor; onun dışına bir türlü sıçrayamıyor? Kitaplarınız D&R’da satılacak kıvamda yerlerde sürünsün; ama, Küba devrimine övgüler düzün. Bakın siz!.. Bu bana göre ikiyüzlülüktür. Zaten, böylesi ikiyüzlülükten hakikate dokunan bir sanat da çıkamıyor. Çünkü, kişi kimlere benzerse, kimlerle takılır, ne olursa, aslında bire bir ona dönüşüyor; neyse de, onun ötesindeki bir diğeri asla olamıyor. Olmaya çalışan da ne yaparsa yapsın, sırıtıyor, rol kesiyor.

Ayrıca, günümüzün bahanelerinden biriyle de bezenmişler: Efendim, sanatçı kendisine bakmalıymışmış, sanatçının zevkleri olmalıymışmış, sanatçı dünyada (dünya denilen de başat kültür neyse, daima odur) tanınmalıymışmış. Ama, onun yarattığı eserin derinliğini, dönüştürücü ivmesini, yeniliğini, en önemlisi özgünlüğünü sorgulayan yok. O sanatçının etki kuvvetinin derecesi de ölçülmüyor ki; zati, kendisi kan kaybediyor. Sürekli manipülasyona tabii tutulan okuma önerilerinin ‘‘corona’’lığı, masada yerden yere vurulan yazarın kitabının dergide göklere çıkarılması, anlık eserler yaratılmaya çalışılması, bunların entelektüel derinlik ufkunu genişletememesi… O yüzden, ‘‘corona edebiyatı’’ istenilse de yol alamayacaktır. Endişelenmeyin. Daha önceki gelişmelerde de test edildiği üzere… Türkiye’nin temel trajedisi bu; dünyada da bir trajedi hakim… Sanat iyice piyasalaşıyor, onun içi de iyice boşaldı. Ama, batılı ülkeler en azından bir sonraki safhaya ‘‘pop art’’larla, ‘‘VR’’larla, internet dizileriyle, üç boyutlu filmlerle, bilimkurguyla, televizyon tiyatrosuyla, simülasyon kavramıyla falan hibrit şekilde geçtiler. Bizde daha sanatçıya gadın diyelim mi, gadın sanatçı mı olur vıy vıy tartışmalarının sakilliği görülüyor. Karagöz-Hacivat benzeri sanatçı atışmaları, halk ozanlığı geri kalmışlığı, batı yalakası araba sevdalıları… Bu gereksizlikler etrafta dönerken, adamlar ‘‘queer’’ edebiyat diye bir kavramı çoktan ortaya attılar. Çoktan ekolojik edebiyat bölümleri kurdular, ooooo çoktan bilimle sanatı çaprazladılar. Çoktan çoktan yıkımı, salgını belgesel serisi şeklinde çektiler, bunların öykülerini yazdılar. Biz de ne yapak, geç kalmayalım diye, zavallılıktan bunları aşırdık; ama, içlerini bir türlü dolduramadık.
O kadar çaresiziz ki, klasikleri okuyalım derken aslında bilinçdışında batıyı (Amerika, İngiltere, Almanya, Fransa falan) kastediyoruz. Türk edebiyatının neresine, ne şekilde tutunacağımızı bilemiyoruz. Kendimizle açıkça yüzleşemiyoruz. Geçenlerde birileri ‘‘Saatleri Ayalarma Enstitüsü’’ eserini oturun okuyun, bugünlerde iyi gider.’’ demiş. Hangi günler? Salgın… (!) Yayılım, hız… Afedersiniz de ‘‘so what?!’’ -(vurgu özellikle İng. olsun, şık duruyor)… Yetmiş iki millet ‘‘corona’’ konuşurken, okunacak yeni, yığınla eser varken, onlara henüz yetişmezken; daha, Latin Amerika’dan Uzakdoğu’ya, ‘‘Netflix’’ten ‘‘Blu TV’’ye gelişmelere adapte olamazken; biz dönüp de, bu ülkede neden bu zihniyet var, neden ona saplanıp kalmışız diye, bu eserlerle mi çevremizi, zamanı, zaman/saat kavramını algılayacağız? Tekrar tekrar…

Yurt dışında Shakespeare’in eserleri yeniden yazılırken, postmodern anlatılarla iç içe geçirilirken, ‘‘novella’’ya dönüştürülürken, oturun da ‘‘Hamlet’’i yeniden okuyun mu diyeceğiz? Bunun mu önerisini öne süreceğiz? Veya Paul Celan’ın ‘‘Corona’’ şiirini mi paylaşacağız, ‘‘corona’’ virüsü yayılırken? ‘‘Aaaaa şair ‘‘corona’’ demiş orada!’’ mı algısı yaratacağız? Yahu, insaf; Celan’ın o şiiri yıllar öncesinin diline aittir; kim şimdi sevdiceğini öyle anıyor. Pes!.. Evden çıkmayın diyorsunuz da, elinizde ‘‘Tinder’’ var. En yakınınızdaki adamla/kadınla, geyle vd. seks yapmayı istiyorsunuz cayır cayır. Celan’ın ‘‘Tinder’’ diye de bir şiiri var mıymış acaba, bir araştırın bakalım, dünya şiir tarihi içinde? Yoksa, hâlâ, bu çağda, ısrarla o ‘‘corona’’ mı? Belki de, aynı zamanda bir bira markası…
Zaten, çağı cidden algılamış bir insan için ‘‘corona’’ virüsünün gelişi şok etkisi yaratmaz. Tersine, neredeydi, geç kalmıştı diye düşünür. Öngörü önemlidir, farklılık önemlidir -hele hele bu zamanda-, kendilik/has kendilik çok kıymetlidir. Diğerlerinin arasında bile yalnız kalabilmenin gücüne katlanabilmek büyük meziyettir. Vizyonel bir direniş gereklidir. Madem, büyükşehir belediye başkanı ağzına benzeyen bir ağızla konuşacaksınız, sizin sanatçılığınızın altı üstü çeperi nedir? Ölümden bu kadar mı tir tir korkuyorsunuz? Hadi ölümden korkmuyorsunuz diyelim, çevre baskısı var. Virüs insanlara da bulaştırılabilirmiş. Peki, doğmayı biz mi seçtik de, böylesi varoluştan uzak yazılar, şiirler yazabiliyor, yorumlar yapabiliyorsunuz? Heidegger’i, Camus’yu, Sartre’ı, Deleuze’ü nerenizle okudunuz? Zizek’in dediklerinden tam ne anlıyorsunuz? İşinize gelince, her yerde onlardan söz ediyorsunuz. Şekil var, asıl yok. Geçmişteki şairleri hortlatacağınız sempozyumlara para yağdıracağınıza, ‘‘corona ve edebiyat’’ sempozyumu yapın da, endamınızı görelim; bilim insanları, sanatçılar, düşünürler nasıl bir araya gelebiliyorlarmış, bilhassa, aciliyet zamanlarında? Nasıl dimdiklermiş, o atıp tuttukları oranda? Nasıl bir umut aşılıyorlarmış da, disiplinlerarasılığı ortak sentezlerle algılayabiliyorlarmış? (Bunun için özel olarak yalnızca, güncel sanat alanındaki bir gelişmeyi görünür kılan ‘‘İyilik İçin Sanat Derneği’’ başkanı Selin Bozkurt’u ‘‘Corona Virüsünün Türkiye’deki Güncel Sanat Ortamına Etkileri’’ başlıklı paneli için tebrik edebilirim. Güncel sanat, edebiyat, şiir, tiyatro ortamına nazaran daha sıkı hamleler yapıyor.)
Diyebiliriz ki, bilim insanı bilim insanıdır; sosyal bilimcilerin kafa karışıklıkları, kimi yerde yanlılıkları, doğa bilimcilerin kibirli, içine taşlamış, yaşamdan kopuk tavırları da ayrıca tartışılır. Zaten, bilim çağındayız, teknoloji çağındayız -ikisi hem iç içe hem ayrı kulvarlardadır- ne bekliyordunuz; virüs salgını olmayacaktı da, kılıç kullanarak Amerika Suriye’ye mi saldıracaktı? Dünyada şu an bölgesel savaşların, emperyalist işgallerin bulunduğunu görmüyor musunuz? Yıllar öncesinden patlak veren bir durumla, mahallenize kadar inen mültecilerin bugün böyle değerlendirileceklerinin farkında değil miydiniz? Bununla ilgili ne doğru dürüst eseriniz, ne estetik algınız, ne çok-boyutlu dünya görüşünüz, ne sunumunuz, ne yorumunuz var. Kafanız ne şekilde işliyor? Oturup, çekirdek çitler gibi, asılsız iletileri yayıp duruyor, asılları olanların da, birbirleriyle hangi bağlamda düşünülebileceklerini göremiyorsunuz. Doktorun biri çıkıyor, medya çağındayız ya, krallll. Peşinden sanal saçma koşuluyor. Sorarım, o doktor peki ‘‘Gılgamış Destanı’’nı okumuş mu? Siz ‘‘Kolera Günlerinde Aşk’’ı okudunuz da, aşkın, üremenin ontolojik derinliğinin röntgenini iyice çektiniz de, ‘‘corona günlerinde aşk’’ esprisini yapabilecek yetkiyi kendinizde görebiliyor musunuz? ‘‘Corona günlerinde corona corona’’dır. O kadar… İşi sulandırma, yaygınlaşmayla birlikte verilerin anında kirlenmesi, herkesin kendini biricik zannetmesi, bir diğerine bağımlı hale gelmesi ve desteksiz yorumları çoğaltması da çoğaltması… Bunların ayarı kaçtı. Virüsten tehlikeli olan, bu insanların, bu milyonların, bu milyarların virüslere benzeyerek etrafta artmasıdır. Sekiz milyar elinize para olarak geçse, gözünüz döner, nüfusu varın siz hesap edin. Korkunç…

İnsanlık tarihi boyunca, evrim tarihi boyunca, üremeyle medeniyet kesişmiş, bütünleşmiş, büyük oranda da çatışmıştır. Savaş ve yokluk dönemlerinde, bolluk da artar. Tüketim de… Yalnızlık bir ihtiyaç derecesinde hissedildiğinde, aynı oranda da seks yapma ihtiyacı, âşık olma durumu, aile kurma isteği yükselir. Her şey azalırken, öte tarafta da çıldırtıcı derecede gelişir.
Bilim insanları ölümsüzlüğe vurgu yapıp, özel sermayeye dayalı sağlık sistemini pompalarlarken, bilimi teknolojiyle, cilt kremleriyle, parfümlerle vb. piyasaya alet ederlerken de bilim insanlarıdırlar, mesela. O ikiliği kim sorgulayacak?! Yeryüzünde her şeyin bir mantığa oturtulmasıyla paralel, devasal bir saçmalığı da getirdiğini… Kim söyleyecek artık?!!! Bir zamanların mitolojisinin sanat olduğunu, onun da dinin içinden çıktığını; ardından, bilim insanlarının çoğunun bir vakitler din adamı sıfatı da edindiklerini kim anımsatacak? Batılı keşişlerin, rahiplerin doğulu düşünürlerden optiği, matematiği vd. birçok bilimsel alt yapıyı aşırıp, geliştirdiklerini; Yunan tragedyasının temellerinin Mısır, Suriye gibi civarlardan devşirilerek, batılılaştırıldığını (bkz. ‘‘Bakkhalar’’/ -Dionysos); Picasso’dan Brecht’e, Afrika, Uzakdoğu sanatının temellerinin alınıp, onların yaygınlaştırıldığını… Bu çevresel faktörleri kim tartışacak? İsrail lobisinin bıktırırcasına anti-Nazi propagandası yaparken, Filistinli yönetmenlere ambargo uyguladığını… Yazan birileri vardı da, ‘‘youtube’’da anlatan, ben mi kaçırdım? Bu dünyanın batısına, doğusuna, İtalya’sına; Çin’ine, Amerika’sına, İran’ına, Rusya’sına, Sudan’ına kim birçok açıdan bakacak? Fotoğrafı kim daha da genişletecek?
Herkes yeni bir gündemin peşinde… Arabesk, vasat acıdan ayrı bir zevk alınıyor. Bilim, psikoloji, teknoloji, siyaset, sanat aynı şeyleri virüs gibi de yayıyor. İki taraflı… Hatta, virütik tarafı daha baskın… Kaliteli tarafı giderek azalıyor. Fiziki virüsten de tehlikeli olacak şekilde, zihinsel virüsler yayılıyor. Ben de bunların açığa çıkmasından ötürü rahatsızım… Hadi bakalım. Sokağa, açığa, internete çıkmayın; bi’zahmet kesinlikle evet!..
Kitle öylesine benzer; aynı oranda da, içindekiler kendilerini farklı sanıyorlar. Afiş tasarımları benzer. Deniz kenarında çektirilen boydan fotoğraflar benzer. Kıyafetler, makyajlar benzer. Yenilen, içilen markalar benzer. Tatil yerleri benzer. Evlerin içleri benzer. Okunulanlar bile benzer.
Virüs gündeminden önce, Atakan minvalinde, ‘‘indigo çocuklar’’ üstünden yayılma yapılmıştı. Bir ara iklim değişikliği için Greta vardı, araya mülteciler vb. girdi. Sonuç… Bir tane, bakın bir tane bile (!) doğru düzgün analiz çıkmadı. Şimdi de çıkmıyor. Aptallaşmanın istikrarı… Alanlarından parça parça değerlendirme yapanlar var. Bağlam yok, çoklu birleştirme/çoklu bakma yok, cesaret yok. Spekülasyon var. Spekülasyon çok…
Önemsediğim şairlerden biri Sylvia Plath ‘‘Babacığım’’ şiirinde ‘‘her kadının gönlünde bir Faşist yatar.’’ der. Farklı çeviri örnekleri bulunsa da, onun bu dizesini önemli bulurum. Neden? Çünkü, 8 Mart dünya kadınlar günü kutlamaları, değerlendirmeleri de ortalarda cirit atarken ve bizler yapısal olarak hangi kadının hangi eril faşizmle gizli işbirliği yaptığını da bilirken; salonlarda, internet ortamlarında bunlar dile getirilmiyordu. Oysa, Plath feminizm kavramının eksenini enine boyuna bu dizeyle aktarmıştır. Yapısal başarı… Dünyada kadın direnişi artarken, kadınların kendi aralarındaki rekabetleri, en önemlisi erkek egemen sistemle işbirliğinde, bilinçdışı yüzleşmeleri de artmıştır. Her şey tersiyle doğru orantılıdır. Bir erkek yazarın yayın yönetmeni olduğu yerden kitabı çıkan bir kadın yazar, isyan ateşini savunmaktadır. Günümüz böylesi bir parodiyi de barındırmaktadır. Günümüz parodidir ki, aynı oranda yayılan bir ağırbaşlılık, bir ciddiyet de vardır. O yüzden, hiçbir konuyu net açıklayamazsınız. ‘‘Corona’’nın feminizmden farkı yoktur bu noktada, ekonomik gelir dağılımındaki eşitsizlikten de. Kavramlar iddialarıyla sunulurlarken, sunuldukları andan itibaren çürütmektedirler kendilerini.
Bilim her zaman dinle etkileşim içinde olmuştur; belki, doğa bilimlerinin ağırlığıyla, bugün geldiği genel nokta ateizme kayıştır ki, o da kendi içinde bir inanıştır. Dünyada bilim arttığınca, hurafeler de artış gösterir. Bugün fiziğin ön plana geçtiği bir yüzyılda, her şeyi bilimle açıklamak, özellikle insan ilişkilerini evrime indirgemek de işin tekil boyutlarından birisidir. Evrime göre zaten, insanın değil, insanlığın hikâyesi mühimdir ki; insan bile dönüşüm geçirecektir. Sonunda, kendiliği başka bir forma dönüşecektir. O vakit, virüsün gelişimi bilime göre normalken, bilimin medyatikliğine göre anormal olarak aksettirilir. Sanki, ölüm yoktur da, halkların tepkisinden korkulmaktadır da, ona göre biçimlendirilen açıklamalar yapılır. Bu da mesela, bilimin dilemmasıdır. Ölümün yakından geldiğini bilip, son ana kadar ona direniyormuş mücadelesini verir gibi yapmak… Bazen, bir can bir candır diye idealistçe davranmak… Hepsi bilime dahildir.
Ben insanlara sıkıştıklarında sanata ama, kaliteli sanata kaçmalarını öneriyorum. Türkiye’de durum vahim tabii… Daha üniversite hocaları bile hangi sergiye gidip, hangi romanı okuyacaklarını tam bilemiyorlar. Öğretmenler, savcılar, bakkallar, anneler, amcalar vd. herkes aynı derecede estetik zeminden yoksun… Hiçbir gelişmeyi algılayamıyorlar. Baksan ama, bizim halkımız cahil, okumuyor diye dillerinden her bir tepki dökülüyor. Okusa bir aşama kaydedilir de kişiler; kaliteli okuma da yapılamıyor. Hatta, karşılaştırmalı okuma hiç yapılamıyor, dönem yakalanamıyor. Birinin kahve fincanının yanına koyarak paylaştığı fotoğraftaki kitabın dili -basım yılı 2019 görünmesine rağmen- günümüzden hayli uzak… Üstüne, 3. baskısını bile yapmış. Olsun. Buna da şükür… Kitle de yavaş yavaş esneyecek, beyin hücrelerini küçük küçük zorlamayı öğrenecek elbet. Diyorsunuz da… Önünüzde Heinar Kipphardt’ın ‘‘Oppenheimer Davası’’ adlı oyunu kaya gibi duruyor. O varken mesela siz, 2020’de, mülteci çocuklar sorunsalını ele alırken, Nâzım Hikmet’in şu dizelerine sığınmayı inatla sürdürüyorsunuz: ‘‘Yedi yaşında bir kızım/ büyümez ölü çocuklar.’’
Anlaştık, fena bir dize değil o da; ama, temcit pilavına benzeyerek, sahte duygularınızı, çaresizliğinizi, hız çağındaki sıkışmalarınızı neden sürekli bunun üstünden ifadelendirmeyi tercih ediyorsunuz? Neden kanonik, çoksesli bir alt yapı kurmakta zorlanıyorsunuz? Neden büyüklü küçüklü kitlenin bir parçası halini almayı kolaylıkla kabulleniyorsunuz?
İşte bu noktada, söz sanatlarının da ötesinde, estetik bir çalışmadaki çağcıllığın, özgünlüğün, çatışmanın gücü devreye giriyor. Einstein’ın yaşadığı sıkıntılardan ziyade, hidrojen bombasını üstünden Oppenheimer’ı, bir bilim insanının sistemde yer edinmek uğruna nasıl sıkıştığını, tek kutuplu dünya meselesini, Amerika-Rusya çatışmasını, Yahudilik unsurunu, Nazi dönemini vd. bir dolu konuyu birçok perspektiften okuyabiliyorsunuz. Gerilim yüksek… Yahut, Edison’un başarı hikâyesinin ötesinde, onun Tesla’nın eserlerini nasıl kendisine mal etmeye çalıştığını, bilim adamlığıyla birlikte gelişen tüccar zihniyetini sorguluyor veya aynı Tesla’nın inanılmaz bir dahi olduğu halde, nasıl yapayalnız kaldığını merak ediyorsunuz. Sanatta bu çatışma, bu anti anlatımlar, bu alt metin çatallanmaları öne çıkıyor. İnsan bu karmaşık, katmanlı yönleriyle deşiliyor.
Zira, çocuklar dün ölüyorlardı, yine ölüyorlar, gelecekte de ölmeye devam edecekler. Yedi yaşında bir mülteci de ölüyorsa bugün Hiroşima’daki gibi, onun da artık alt yapısını başka bir gerçeklik, başka bir dünya algısı üstünden kurmak gerekiyor. Tabii, geçmişin yapısal temellerini unutmadan.. İleriye bakarak… Yeni yaratımlar gerekiyor. Dolayısıyla bu his sizi, Pablo Neruda okurken, robot şair Deniz Yılmaz’ın ‘‘TÜYAP’’ta yayıma çıkan kitabını da merak etmeye itiyor. Kavramsal sanatı, robotik şiiri irdeliyorsunuz. Soralım; bu irdelemelerin bir tanesi edebiyat söyleşilerinde ne kadar yer buluyor? Bunlara dair bir atfı, şiir veya tiyatro bildirilerinin neresinde görüyorsunuz? Batılı çalışmalarda bir parça… Lakin, bizde daha izi yok, izi!..
O yönde, neyin ‘‘corona’’ şiirinden tiksinti geliyor acaba size? Sanatsal sıçramanızı gerçekleştirdiniz de… Alın inceleyin; dışarıda, ne adamlar hızla paralel, ne yapıtlar üretiyorlar. Şiirin kendisi nasıl performe ediliyor; neyin ‘‘persona’’sı kişileştiriliyor? Bu söz sanatlarının kaçının nasıl değişimlere uğradığını biliyorsunuz da, kendinizi ve dünyayı nasıl aştınız da, romanda ‘‘whatsaapp’’ unsuru görmek ya da bilgisayar kullanımının anlatılması sizi soğutuveriyor. Mesela, siz kimsiniz? Ay’a çıktınız da, geri mi geldiniz?!
Size benzer sözde çağdaş Türk edebiyatçılarının, size benzer okurların, size benzer yazarların yüzünden Türkiye’den ne bilimkurgu, ne korku edebiyatı, ne uç bir deneysellik çıkabiliyor. Bir ihtimal, çıkanlar da yama gibi açığın anca üçte birini örtüyor. Sizin hiç öykülerle dolu bir dergide, bir tane bile öyküyü içselleştiremediğiniz -sahte içselleştirmeden, farkındasızlıktan bahsetmiyorum-, şiir antolojilerinde çoğu şiiri okurken yarım bıraktığınız, güya ödüllü bir Türk yönetmenin bir filmini zorla izleyip, zorla bitirdiğiniz oldu mu? Benim çoğunlukla oluyor. Fakat, bunların yanında -genele bakıldığında, nadir de kalsa- iyi yazarlar, iyi şairler, iyi sanatçılar, iyi birliktelikler de çıkıyor. Refik Anadol yurt dışında kendini hareketli, sanal tablolarıyla var ederken, Amsterdam’da Van Gogh’un eserleri 3D şeklinde bir sergi salonunu kaplarken, bizde Picasso’nun suyunun suyu eserleri anca sergileniyor, durmadan Cemal Süreya Sempozyumu yapılıyor. Durum vahim… Virüs zaten eşitliksizlikle etrafa yüzyıllardır yayılmış şekilde. Bu da bir çeşit doğallık taşıyor. Hatta, öyle zıt bir doğallık ki, mülteci gemisinin kendi karasuları açıklarında batmasını göz göre göre izleyen İtalya, bugün ülkesinde ölen yüzlerce insana ağıt yakıyor. Çoğu da yaşlı… Bilimsel düzeyde bağışıklık sistemleri çökmüş. Ortalama yaşam standardıysa başta yazdığımız üzere, 70 yıl… Bunu da bilim söylüyor. Sanat bu hikâyelerin neresinde duruyor? Kitleyse kendi üstünü toptan kendi çizmiş.
Belki de, insanlık son demlerini yaşıyor; başka bir forma geçecek. Bunun şiirini, romanını kim yazacak, resmini kim yapacak, fotoğrafını kim kurgulayacak? Batılı ülkeler iyi kötü buna kafa yorarlarken, Ortadoğu halihazırdaki sefilliğini yaşıyor. Türkiye daha yapay zekâyı sanatçılarına anlatamadı, habire Tanpınar söyleşisi yapılıyor. Afrika, Uzakdoğu kendi iç sıkışmasını, üretimini yaşıyor; başka noktalardan kültürünü yayıyor. Latin Amerika, -başta Küba- kendi dilini kurguluyor, kapitalist sistemde komünizmin, devrim inancının umudunu yeşertiyor. O esnada, Türkiye ne yapıyor; sokağa çıkmayın, çıkarsanız virüs herkese bulaşır diyor. Buna da devlet başarısı bahanesiyle sosyal madalyalar takıyorsunuz. Bu ülke, vatandaşını zaten yaşamsal her türlü alanda hiçe sayıyor, karantinaya alsa ne olur?! Kontrol… İşlerine gelir. Amenna…
Ne örgütlülük var, ne bir taraflara vergilerle sokulan kazıklara isyan, ne işçi sınıfı, ne ekonomik yoksunluk algısı, ne Mars’taki gelişmelerden haberdarlık, ne Japonya’daki robot otele dair bir bilgi, ne ‘android’ler, ne zaman kristallenmeleri… Vasatın iyisi alkışlanıyor. Hiçbir şey aslında insanlarımızın umurlarında değil. Hiçbir şeyin de ciddiyetle farkında değiller. Ölümün de… Farkında olanlar da zihniyet meselesinde ötürü, harekete geçemiyorlar. Bu zihniyet, hep hantal, çünkü… Devlet dairesinde çalışan adamın en büyük zevki, Orhan Pamuk’un yeni kitabını merak etmek… Ahmet Ümit’i büyük yazar, Sunay Akın’ı iyi şair zannetmek… Civardaki tek yayınevinin ‘‘Kırmızı Kedi’’ olduğunu düşünmek… Bilgisayardan durmadan Atatürk, Fidel Castro iletisi paylaşmak… Yeryüzünde sekiz milyar nüfus olduğu halde, ısrarla üreyen, gereksiz insan patlaması… Akabinde, seksen sekiz milyon ve durmadan sayıları arttırılan Türk vatandaşları…
Bence çok bile demiyorum, hiç der miyim?! Benden büyük tarih var, tekerrür var, algıların tepetaklak olması var, zaman var, öngörü var. ‘‘Bekleyelim de görelim’’ ah ne de kapsayıcı, ne de kestirmeden bir sözdür!..