Zerrin Saral Aksisanat Portal için yazlarlara Öykü Zamanlığı‘nda Bir araya geliyor. Zerrin Saral Öykü Zamanlığı‘nda Gamze Güller ile bir araya geliyor…

Zerrin Saral: Dünya hızla değişirken, sanatın izdüşümü, sanatçının sanatını ortaya koyma şekli de aynı hızla, değişime/dönüşüme uğruyor. Böylesi bir çağda, veri tabanını koruyan, yaratım sürecinize katkı sağlamış, tüm zamanların öyküsü/öykücüsü dediğiniz öykü ve öykücü(-ler) kimler? Bu tercihi, yazınınızda neye/nereye dayandırıyorsunuz? 

Gamze Güller: Dünya hızla değişirken sanat da değişiyor elbette. Globalleşme, teknolojinin gelişmesi/yaygınlaşması ve buna bağlı olarak tüketim alışkanlıklarının farklılaşması hiç kuşkusuz sanat ve sanatçının kendini konumlandırdığı yeri ve ifade ediş şeklini de dönüştürüyor. Yaşamsal dinamikler yazınsal dinamikleri derinden etkiliyor.

Sanat, dönüşümün öncülerinden. Önce sanatçı hayal ediyor, tasarlıyor sonra bilim onun peşinden geliyor. Bu nedenle sanatçı toplumun önünden koşmak zorunda. Kimilerinin kendi dönemlerinde anlaşılmaması da bundan.

Belki hepimiz Gogol’un paltosundan çıktık ama o günden bu yana da çok yol katedildi. Bugünün öyküsü daha sıradan anlara odaklanıyor artık. Anlatım gün geçtikçe sadeleşiyor. Az sözle çok şey anlatmaya odaklanan öykü gitgide kısalıyor, yoğunlaşıyor. Türün içindeki arayış kendini farklı biçimlerde ortaya koymaya başlıyor. Görsellerle desteklenen yazılar, yalnızca dinlenebilen öyküler, kıpkısalar, dijital platformlarda daha kolay paylaşılıp yaygınlaşabilecek olan biçimsel arayışlara evriliyor.

Kendi öykülerimi yazarken hayatın küçük anlarına odaklanan öykücülerin peşinden gidiyorum ben de. Okurken beni derinden etkileyen öyküler; büyük dertleri olmayan, ders verme derdine düşmeyen, yalnızca düşündürenler. Öykü bittiğinde bende devam eden, etkisini kaybetmeyen, geleceğe kalacak metinler. İnsanın derinliğini, çaresizliğini, karanlığını, acımasızlığını, yalnızlığını ve bütün bunlara rağmen biricikliğini, açıklamaya çalışmadan gösterenler. Katherine Mansfield, Raymond Carver, Vüsat O. Bener, Cemil Kavukçu gibi öykücüler. Her şeyin ve herkesin öyküsünü yazabilen büyük kalemler. Sıradan hayatın içindeki olağanüstü anlar cezbediyor beni. Öylesine yaşayıp geçtiğimiz, anlamlandırmak için durup düşünmeye bile vakit bulamadığımız anlar. O küçücük insani dokunuşlar. İnsanın hayata, hayatın insana, insanların birbirlerine dokunuşu.  İşte bu inceliğin, bu anlatılamayanın, bu özel ama yine de sıradan durumun peşine düşmeye çalışıyorum öykü yazarken. İçimde durduk yere baş gösteren bir sevincin, bir nefretin, bir boş vermişliğin peşine…

Geçmişten bugüne aynı tazeliği koruyan ve her okuduğumda bana ilham veren en önemli öykücü Katherine Mansfield. Kanımca zamansız öyküler yazar. Yazdıkları, öykünün olaydan çok duruma, etkiye, duyguya yaslandığını kanıtlar niteliktedir. Ne zaman öykü yazmaktan uzaklaştığımı hissetsem ya da tıkansam açar bir öyküsünü okurum ve yazmanın ne kadar büyülü bir şey olduğunu hatırlarım. “Ah Bu Rüzgâr”  öyküsünde rüzgâra karşı durarak karşıdaki gemilere bakan iki kardeşten bahseder. Ne bir olay vardır ne de bir alt öykü açıklaması. Yalnızca birbirlerine tutunmuş, geçmişleri ortak iki kardeşin beklentiyle geleceğe bakışlarıdır tasvir edilen. Anlatılanları okudukça öykünün çok ötesine geçersiniz. O herkesin aklını başından alan, durmadan esen rüzgârın ritmini yüreğinizde hissedersiniz. Ah bu rüzgâr – ah bu rüzgâr…

Okura bırakılan boşluk yalnız akılla değil kalple de doldurmak içindir. Matilda’nın piyanonun başındaki ürpertisini, Laura’nın gösterişli şapkasından nasıl utandığını, Leila’nın ilk balosundaki o masum heyecanını yaşatır bize öyküleri. Sevinçler kırılganlığa, hayal kırıklıkları aşka dönüşür kaleminde.

Vüsat O. Bener ise “Dost” öyküsünde farklı bir yoldan benzer bir şey yakalar. İki eski dostun sohbetleri üzerinden hayatlarının nasıl iç içe geçtiğini izleriz. Söylenmemiş söylenmiş olur dostun dilinde. Yaşanmamış yaşanmış olur. Dokunur sonra çeker elini ustalıkla. Okuru olan bitenle bir başına bırakır. Gerisi öyküye emek verene kalmıştır.

Raymond Carver “Komşular” öyküsünde insanın içindeki karanlığı aralar. Orada olduğunu bildiğimiz ama bilmezlikten geldiğimiz çirkinlikleri taşır öyküsüne. Durup biz ne kadar böyleyiz, diye düşünürüz. En son ne zaman bir başkasının yerinde olmak istemişizdir. Kendimize karşı ne kadar dürüst olabiliriz?

Cemil Kavukçu “Ablam”, “Ormana Doğru”, “O Kadın Fatma Girik Değil” gibi öykülerinde sahne yaratmanın, incelikli ve zorlanmadan anlatmanın gücünü ortaya koyar. Konuşur gibi sadelikle ve itinayla yazar.

Bahsi geçen öykücüler ve benzerleri temellerini sağlam bir zemine oturtarak zamana direnen öyküler yazarlar. Değişen ve dönüşen modern yaşam bizim onları gün geçtikçe daha iyi anlamamızı sağlar. Bu nedenle yazarken onların ayak izlerini takip ederim. Her yazdığımın bir öncekinden daha yalın, daha özgün ve daha yeni olması için çabalarım.

Tüm bu arayışın içinde öykünün karşı karşıya kaldığı önemli bir tehlike var maalesef: özünü yitirmek. Kısalan öykünün yoğunluğunu kaybederek daha kolay ulaşılır ve tüketilir bir metaya dönüşmesi tehlikesi. 

Günümüzde yayınlama olanaklarının artması (internet siteleri, bloglar, sayısı artan dergi ve fanzinler, yeni yayınevleri gibi) yazarın görülme, duyulma ve kendi okur kitlesine ulaşma imkânını da arttırdı. Ancak bu furya nicelikte bir artış getirse de maalesef nitelikte bir düşüş yaratıyor. Günün hedefi olan beğenilme, tüketme, tükenenin yerine hızla yenisini koyma alışkanlığı, öykü özelinde bakıldığında, kolay okunan, iz bırakmayan, kof metinlerin çoğalmasına ve bunların yaygın platformlarda yer bulmasına yol açmaya başladı.

Öykü bugün bağımsızlığını ilan etmiş bir tür. Bu bağımsızlık sonsuz bir olasılıklar dünyasının da kapısını açıyor. Ama öykücülere de önemli bir görev yüklüyor; kendi biçemini, dilini ve derdini açıklıkla ortaya koyabilmek.

Anlattığından çok anlatmadığıyla çoğalan öykü elbette kendi yarattığı dil olanaklarıyla değişecek, ilerleyecektir. Ama anlatılan aslında hep insandır. Çünkü Goethe’nin de dediği gibi “İnsan, kendini yalnızca insanda tanır.”

Paylaş:

Yoruma Kapalı Paylaşım.