Levent Karataş’ın yönettiği Perfect Underground başlıklı soruşturma çalışmasının birinci sorusu şöyle:

2010’lu yıllardan sonra yazılan şiirde poetik olarak; tematik benzerlikler ve tematik özgünlükler gösteren şairler kimlerdir?

Ve yine, 2010’lu yıllardan sonra yazılan şiirde -’80’-’90’-‘2000’ Kuşakları’na kıyasla-  tematik benzerlikler-tematik özgünlükler gösteren güncel poetikalar nelerdir?

Enver Topaloğlu:

Türkiye’de kültürel, sosyal, siyasal açıdan on yıllık dönemler çok şey ifade eder. Yaşanan değişim ve dönüşümler genellikle on yıllık süreçlerde gerçekleşir. Bu on yıllık zaman dilimleri modern Türkçe şiirde de geçerli.

Şiir tarihinin, şiirdeki dalgalanmalarının hem zamansal açıdan hem de değişim evrelerinin izlenmesi bakımından on yıllık dilimlere, dönemlere ayrılmasına itirazlar olabilir. Ancak itirazların çoğunun ikna edici dayanakları yoktur. Ayrıca on yıllık zaman aralıklarına dayalı dönemselleştirmelere itirazlar düşünsel açıdan da kayda değer bir katkı sağlamamaktadır …

Türkiye’nin tarihinde olduğu gibi modern Türkçe şiirin tarihinde de bir altüst oluşa yol açan faşist 12 Eylül askeri darbesiyle başlayan dönemin ilk on yılı başka, sonraki on yılları, örneğin doksanlar başka bir dönemdir. Öyle olmasına da şaşırmamak gerekir. Çünkü şiir hayatta olup bitenle birlikte nefes alıp verir. Şiirin atölyesi de, sahnesi de hayattır…

Şiirin ekseninin hayat oluşu, şiirin hayatla ilişkisi gibi genel kabul gören konuların tartışılmasıyla birlikte farklı görüşler, yaklaşımlar, değişik anlayışlar oluşmuştur. Ancak doksanlı yıllarda modern Türkçe şiirde deyim yerindeyse bir “Babil Kulesi” inşası başlamıştır. Bu dönemde aynı anda çıkan birçok değişik sesin arasına çok daha yeni bir ses de katılır. Sözünü parlatacak kadar güçlü bir ses değildir, ama yeni bir sestir. Doksanlarda ilk defa şiirde yekpare, mutlak, her şeye kadir seslerin arasında “beni parçalanmış şairin sesi” de duyulur. Bu ilk kez duyulan ses, kendisinden sonra gelen dönemleri de etkiler. Kısa sürede şiirde yükselen “parçalanmış eril ben”in diline eşlik eden dişil dilin sesi de duyulmaya başlanır. 

Milenyumun ilk on yılı aslında bir yönüyle de doksanlarda yazılmaya başlayan yeni şiirin, yeni arayışların, gerçekleşememiş, değişik nedenlerle yarım kalmış tasarımlara ya da girişimlere yenilerinin eklendiği, bazılarının tamamlandığı bir süreçtir. Bu dönem, bir türlü bir yer bulup da yerleşemeyen doksanları seksenlerden daha çok dikkate alındığını söyleyebiliriz.

Her yeni kuşak bir önceki kuşakla hesaplaşmaya girer. Şiirde milenyumun ilk on yılının yeni kuşağı doksanların genç kuşağıyla böylesi bir tasfiye hesaplaşmasına girmemiştir. Milenyumun ilk on yılı içerisinde aktif olan genç kuşak şiirde bir önceki on yılın yeni öznesi olan kuşağın hayallerini devralıp gerçekleştirmeye, tasarılarını uygulamaya, provaları yapılmış oyunlarını sahnelemeye yönelmiştir.

Modern Türkçe şiirin tarihini dikkate alırsak şiirin ilk kez doksanlarda yeraltına indiğini söyleyebiliriz. Daha önce şiirde kabulü ve meşruiyeti olmayan yeraltı, milenyumun ilk on yılında meşrululuk kazanır, hatta bu dönemde yer altı “patladı” diyebiliriz…

Milenyumun ilk on yılında şiirle ilgili önemli bir gelişme de bu kuşağın, doksanlarda olmayan eleştirmenini kendi arasından çıkarmasıydı. Dönemi hakkıyla hem inceleyen hem de tanıtan, anlaşılır olmasına katkıda bulunan Utku Özmakas’ın çabasını anmak gerekir.

Milenyum döneminin antilirik ve biçimciliği öne çıkaran şiirsel eğiliminde Gezi Direnişi kırılmaya, yön değişikliğine yol açtı.

Gezi Direnişi’nden de etkilenen, milenyumun ikinci on yılında yazılan şiirde Babil Kulesi daha da kalabalıklaştı. Bir önceki dönemde belki bir adım öne çıkmış gibi görünen biçimcilik ve antilirik şiir anlayışına karşı Gezi Direnişi sürecinden, atmosferinden, ruhundan etkilenmiş yeni bir şiir eğiliminin sesini yükselttiğini gözlemledik.

Şiirin de sokağa çağrıldığı, hatta çıktığı Gezi Direnişi süreci hem anlayış, hem dil olarak genç şairlerin önemli bir kesimini etkilemiş görünüyor. Modern Türkçe şiirde artık bir Gezi’den önce Gezi’den sonra ayrımı yapmak mümkündür…

İki dönemi birbirinden ayıran ve birbirine yaklaştıran özellikler, elbet gelecek dönemlerde daha açık görülecektir. Ama şunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Artık seksenlerin “top çeviren” tarzdaki şiirleri yazılmıyor. Yazılsa da okunmuyor. Buna karşın Nâzım Hikmet’in, Garip’in, İkinci Yeni’nin, toplumculuğu ön plana alan ergin şairlerin yapıtlarının yaşadığını söyleyebiliriz. Yaşamayan şairlere, örneğin Yahya Kemal’i, Necip Fazıl’ı da eklemek mümkün. Hece, aruz, uyak, dize  önemini zaten epeydir kaybetmişti. Bu biçimsel kısıtlarla yazılmış şiirlere bazen rastladığımızda kulağımıza gelen ölü bir gürültüden ibaret oluyor. Öte yandan Turgut Uyar’ın, İlhan Berk’in, Ece Ayhan’ın, Cemal Süreya’nın, Can Yücel’in, Metin Eloğlu’nun, Gülten Akın’ın sesi, milenyumun ikinci on yıllık döneminde de bir hayli gür çıkmakta.

Doksanlardan itibaren modern Türkçe şiirdeki değişim ve dönüşümle ilgili iki şeyin daha altını çizmek gerekir. Birincisi şair kadınların zaman içinde sayıları artarken şiirin niteliğini de önemli ölçüde değiştirdiklerini söyleyebiliriz. Şair kadınlarla birlikte eril şiir dilinde önemli bir bükülme yaşanıyor…

Milenyum sonrasının modern Türkçe şiirindeki bir diğer önemli gelişme de anadillerinde değil de mecbur kaldıkları bir dille yazmak zorunda kalan genç Kürt şairlerin hem nicelik hem de nitelik olarak artışıdır. Kürt şairler coğrafi ve dilsel kökenleri bakımdan merkeze olan uzaklıklarını avantaja dönüştürerek etnokültürel farklılarını modern Türkçe şiire yeni bir boyut olarak taşıdılar. Bunun da modern Türkçe şiirde önemli bir açılım oluşturduğunu söyleyebiliriz.

Dünyayı, hayatı geçmiş kuşaklardan mirası değil, gelecek kuşaklardan ödünç aldığımızı düşünüyorum. Öyleyse neden şiir beğenimiz de geçmişten miras değil, gelecekten ödünç alınmış olmasın.

O nedenle doksanlarda başlayan, ancak milenyumun onlu yıllarında farklı kanallar açarak süren modern Türkçe şiirin yakın tarihine ilişkin bu özette dönemlerin öne çıkan faillerini isimleriyle zikretmektense kaçınıyorum. Çünkü bugünden geleceğe ilişkin varsayımlarda bulunmak da bir yargıya dayanır. Oysa gelecek açısından asıl yargılanması gerekenlerin, yargıç koltuklarında oturmasını doğru bulmuyorum… Bu tür konularda isim verilerek yapılan değerlendirmelerin haksızlık, adaletsizlik oluşturması kuvvetle muhtemel. İnanıyorum ki şiirde de adaletsizlik göze alınacak bir risk değildir. Bugün şiir adına yapabileceğimiz iyi şeylerden biri de geleceğe adaletsiz yargılar bırakmaktan kaçınmaktır.

Paylaş:

Yoruma Kapalı Paylaşım.