ölüm değil hiçbir intihar
yaşayamadığımızın cevabı tanrıya!

Senden sonra kaç şiir damarı kurudu bir bilsen. Yarı yolda kaldı kaç kirli kan, temizlenmek için kalbine geri dönerken. Kaç yaprak kurudu da dalında, kendini toprağa bırakamadı. Ölüm olmasın diye adı. Kaç güvercinin hiç ötmeden daha sesi kısıldı. Kaç çocuk koca birer soru işareti olarak kaldı hayata.
Şiirinin izini sürdü kaç şair, yalnızlık imgesine ölüm izleğini. Kaç şair gözden geçirdi, kesilen soluğunu bilmem. Kaç ressam gökyüzünün her gün biraz daha kirlenen havasını tuvaline ve korulukların kaygısını yeşil pastellerin derinliğine koydu.
“Kaderini sev, kaderini yaşa” der ya Nietzsche. Sanki senin kaderinde bir ayrıntı olarak gizliydi ölüm de. Adında kan sözcüğünün geçmesinden. Daha yirmi iki yaşında yüzleşmen bu dilsizlikle. Ümit Otel’i mesela. bir mesaj vermek için mi seçilmişti insanlığa? Sabaha karşı Kadıköy’de. Karşı geldiğin doğrudur sabaha, bu hayatın açmazında. Hepimizin bir yerinde bir gece kaldı nitekim! Ne kadar da diretsek çıkarmak için aydınlığa olmadı. Şunun cevabını hiç veremedik bizlerde kendimize. Bu bir aşk kırgınlığı mıydı? Hayat kırığı mı? Yoksa şiirin vefasızlığı mı? Ama bildiğimiz şiir yarı yolda kaldı, şiir orta yerde Kaan, içinde kan! Reformist yaklaşımındı şiirin sırtını yerden kaldıran, bu çağrışım yoğunluklu dizelerin, bu durmadan kanayan dizlerin! Dize kırmaların, sözcüklere yüklediğin çok anlamlılık. Evet senden de bizlere çokanlamlılık kaldı Kaan.
Senden sonra ne mi oldu? Yılmaz Odabaşı Şiirabim, Son Çeyrek Yüzyıl Şiir Antoloji’sine aldı seni. Hayati Baki Şiirin Kesik Damarları’na (Evet kılcalından kanıyor bir yerlerde birkaç damar hala. Ama unutma kılcalından. Sızıyı veren budur insana. Öldürmeyen ama her gün biraz daha şiirleştiren hayatı!) Yasakmeyve Genç Ölen Şairler Antolojisi’ne koydu şiirlerini. Daha niceleri. En son Nisan 2007’de Ahmet Günbaş Erken Ölümlü Şairler Antolojisi’ne aldı seni.
Çok erkendi gerçekten. Çok erken. Nasıl da göğün alnını yara yara doğuyordu ki güneş, şiir adına. Nasıl da kabartıyordu şiirin göğsünü. İlk kızaran elmalardan birisiydi senin ki. Bak öğretmenlerimizden birisi Afşar Abi (Timuçin) ne dedi sen gittikten sonra. (Oysa sen dememiş miydin? “kabristan durağında inecek yok” diye): “Bunca uyarsızlığın, bunca tutarsızlığın, vurdumduymazlığın, kabasabalığın arasında bir çocuğun ölümü onurlu bir gidişten başka bir şey değildir”
Şimdi soracaksın ne değişti 11 Ağustos 1992’den sonra diye. Çok şey. Uyarsızlık yaşam merkezimiz oldu toplumca. Vurdumduymazlık mı? Yanımızdan geçen biri düşüp ölüyor da, biz işe yetişmek telaşıyla bakıp geçiyoruz yanından (Yalnızca şiire yetişme telaşımız vardı bir zamanlar oysa!) Kabasabalık kalbimiz de ana yerleşke. Nerelere sıçradı bir bilsen. Mesela en baş(ımızdaki) bakan hiçbir şeyi görmüyor! Her gün yeni bir tehdit, yeni bir endişe veriyor topluma. Şiir aşkına, tanrı aşkına ağzından çıkanları iyi ki duymuyorsun!
Unuttun mu? O dizeleri yoksa. Gitmeden şunları söylemiştin en son bize, Şah-Mat şiirinde “Ahşap gövdesinden sızıp içine ölüm kalesinin, aldım/ Bu yaşam-oyununu. Pes de” Evet pes denilmeyecek gibi değil bu olanlar. Ama yaşamamız lazım. Ayakta kalmamız ve şiirin ucundan tutmamız. Şiir bizim tek aydınlığımız, şiir bizim birbirimize tutunmamız, şiir bizim kalp yakınlığımız Kaan. Bir şiirimde dediğim gibi “ama kırılan sözcüğü neresinden tutsan/ yaralıydı anlam” Tüm kırgınlıklarımızla, tüm parçalanmışlıklarımızla yaşamak zorundayız hayatı, yaralı birer anlam olarak.
Dedim ya, her gün dünyanın bir yerinde filizlenmek için telaşlanırken bir limon çiçeği, bir leylak kokmak için gün sayarken, bir ot yeşermek için kayaya meydan okurken; bizim hiç düşünmeden yağmamız gerekmekte. Durmadan. Sağanak. Dolu. Gün ağarmadan varmamız gerekmekte bir yerlere. Su taşımamız, yaşam bu yaşam!
Senden sonra da çok ayrılanlar oldu aramızdan. Bu keşmekeşlikten. Bu insanı tüketen yalnızlık hızından, dünyanın yalan harcından. Bu anlaşılamamaktan. Bu bağırıp bağırıp da yine kendi sesini duymaktan! Bu dağların içinde ne var diye her gün sorgulamaktan. Bu insan neden ovalar gibi düz olamıyor diye sormaktan. Her gece uykularda sabaha kadar Bangladeş’e ekmek, Somali’ye sevgi dolu bir el, Lübnan’a güç ve cesaret, Irak’a süt taşımaktan, o kara savaşa inat. Amerika’nın evet Amerika’nın her geçen gün gözlerine bir kara bant daha çekmekten. Aslında insanlar kendi istekleriyle ölüme giderken, aramızdan bir şeyleri de alıp götürmek için gitmiyor. Yeni bir şeyleri getirmek için gidiyor! Ama gelmiyor işte Kaan, gelmiyor. Giden gidiyor da, yeni bir şey gelmiyor.
Senden sonra Sosyal gitti, Zafer gitti, Özge gitti, Can gitti. Bizden de! Bende şu dizeleri yazdım Beş Duyum kitabımda, “intihar” şiirinin girişinde: ölüm değil hiçbir intihar/ yaşayamadığımızın cevabı tanrıya! Dedim ki: “birbiriyle bakışıp ağlaşmakta yaralarım”. İşte son zamanlar da tam da senin şu dizenin kıvamdayım: “Yüzün-Ağlayışla gülüşün birbirine karıştığı”
Söylemiş olduğun gibi: “kırık bir sevgili yüzünü toplamıştık seninle, acı deniz!” Evet Kaan, şimdilerde denizler o kadar acıdı ki, bizde de derman kalmadı kırılan sevgili yüzü toplamaya. Hani senin ki de belki bir aşk kırgınlığıydı bu hayata. Bir aşkın hesabını bir ömürle kapamak yirmi iki yaşında. Yazıyla yazıyorum uzun olsun diye. Daha bir anlaşılsın diye, hemen bitmesin diye. Çünkü o yirmi iki seneye koca ve yenilikçi bir şiir damarı atmıştın. Bak 16 yıl geçti üzerinden hala okunuyor o şiir. Uzun uzun yazmak gerekir bu yirmi ikiyi demek.
Ne mi değişti? Son 16 yılda. Yukarıda biraz bahsettim. “İçime çektiğim gökkuşağı” diyordun ya Hüzün Korusu şiirinde. O kalmadı işte. “Elime saat zemberekleri döküyor zaman/ Sesindeki kınadan” üzgünüm ama bunlarda kalmadı. “Bir kuşun sesine dalmış düş topluyorum, gözlerime öpücük”. Ne güzel de söylemişsin ama çağ işte hep o çağla durumunda. Değişmiyor hiçbir şey. Bombalardan kuşlara sıra gelmiyor Kaan gökyüzünde. Dolayısıyla kuşun sesinden düş toplamak kavramı artık bir ütopya! Kimse kendinden küçüğünün gözlerinden öpmüyor. Çocukların, yeni nesillerin göremediği bundandır işte. Göz işlevini yitiriyor, gönülden sonra. Öyle bakıyoruz Kaan, manzaraya bakar gibi. Duyularımız alınmış sanki. Koklamıyoruz, dokunmuyoruz ve tatmıyoruz, acıdan başka bir şey!
Gelinen nokta Ağlarda Yangın şiirinin bitişi gibi. “Kuşlar artık uçamayacak içimde. Sırtımda ateş yarası. Deniz içiyorum umut suskunluğunda. Sakalım acıya uzadı. Ölüme. Boş veriyorum semaveri kar yıldızına”. İşte en önemlisi de bu Kaan. Senin yaptığın vurguyu, ben diğer anlamıyla yapayım. Vardığımız yer bu galiba boşvermişlik! Bu kadar dolmuşken insan!
Bugün 17 Şubat 2008 Kaan. Ankara’da kar yağıyor. O kadar inatla yağıyor ki. Cadde de bir adam, o kadar inatla karın altında duruyor ki. Camdan bakıyorum kim kazanacak bu savaşı diye. Adam adamakıllı ıslandı. Kar deli gibi tipi. İşte bu kaos çörekleniyor yaşamın ortasına da her zaman. Adam karla anlaşmaya çalışıyor muhtemelen. Al diyor kirimi, beni beyazınla bağışla. Arıt şu yıllardır kendiyle konuşmaktan yılmış dudaklarımı, döv beyazınla. Al yalnızlığımı. Alın yazıma biraz serp beyazından. Bunca kara! Seni tanrı da göndermez ya bana. Sevgili kulu değilim. Nereden çıktın geldin sen. Beni yumuşaklığınla sına. Al sertliğimi. Durulayım artık. Yaşım mı kaç? Kaçtı çoktan kaçtı, uyku gibi. Zaman diyorlar ya, takılmış peşine kovala kovala…
Evet Kaan. Yine de sevgi. Her şey sevgi. Tek dayanağımız tek tutar dalımız. Hiçbir şey yapmıyorsak bile; en azından bir ağaçtan öğrenebiliriz, dal kırılırsa nasıl kaynarı.
“hani ne derler gözlerinden öperim çocuk gamlı sevda, gamlı sevda, şiir
ne’m kalır gülüm seni alırlarsa benden
tiksintiler toplamı umutsuzluk sapağında ölüm”
Keşke herkes senin gibi öpebilseydi gözlerinden çocukları. Hiç bakmadan da görebilseydi yeni nesiller insanı!
Senden sonra… Doğru bir nem kaldı. Koyu bir nem. Gözlerimizde. En kötüsü de bu zaten. Düşemeyen, düşemeyen! Yani kalan. Akan gözyaşı içinde taşır acısını da giderken. Bizde bu acı kaldı Kaan… Kaldı… Sen hoşça kalabildin mi peki orada!