Ali Hikmet Eren
insanlar sosyal medyada pek çok özelleri gibi, okudukları kitapları da paylaşmaya başladılar, kahvenin gücünü de kullanarak.

kitap okuyacak zamanım var ki, kahve bile yaptım kitabın yanına, diyorlar, keyif için. aslında yalnızım, cep telefonum var sadece yanımda. o olmadan olur mu, diyorlar. gizli kahraman o; rejisörü, yönetmeni ve yapımcısı bu kısa filmin. okuma keyfi yapıyorum işte, keyifliyim diyorlar… köpüklü bir kahve, kitabın kapağı ya da içinden altı çizili birkaç satırla iyi gider bir fotoğrafta, bu yorgunluğun üstüne, telefonla oyalanırken, diyorlar.
kahve bitince kitap da bitiyor. yarın başka bir kahve keyfinde yeni bir kitap paylaşmaya devam ediyorlar sonra. kitaplar hep değişiyor ve ama kahve hep kalıyor orada, köpüğüyle.
özellikle instagramda, bu işin piyasası bile oluştu! belli paylaşıcılar, onları beğenmek ve aynı beğenilme seviyesine ulaşmak için pusuda, çıraklıkta bekleyenler var artık. sıklıkla, hediye edilen kitaplar paylaşılıyor o hesaplarda, yanlarında kahveyle… emeğe, kargo ücretine bir teşekkür o kahve.
foucault’u, tolstoy’u, bakunin’i, kant’ı, camus’yü… ahmet erhan’ı ve hatta can yücel’i…. kahve fincanı ile paylaşıyorlar.
paylaşımlarda kahve idolü kullanmak gizli bir muhafazakarlıktır oysa; paylaşım bağımlısının gizli muhafazakarlığı. böylesi muhafazakar bir duygu içinde olmak, okuduğu ya da paylaştığı birbirinden farklı kanallara açılan her bir kitap içinse bir samimiyetsizlik. neden aynı sıklıkla bir rakı bardağı ya da viski kadehiyle arkadaş olmuş kitaplar göremiyoruz ki o paylaşımlarda? bütün o kitaplar kahve içerek mi yazılıyor?
sonra, ne güzel bir paylaşım’lar, en kısa zamanda alacağım’lar… sonuç mu; kimse almıyor.
kitabın satın alınan bir meta, dekor olduğunu düşündükleri sürece diğer tüketim araçlarından ne kadar sıra gelirse o kadar satın alıyor ve “satın aldıklarından çok daha az” okuyorlar.
kahveye fit oluyorlar o kısa filmde! kitaptan çok kahve çekiyor canları.
beğenilme duygusu, bu eksiklik, muhafazakarlıkla doğru orantılı işliyor her zaman. ne kadar suya sabuna dokunmayan bir resim: o kadar çok beğeni… hatır için. beğenilmek, beğeniyor olmanın da bir gereği ayrıca bu sistemde; bu durum da sözünü ettiğim muhafazakarlığın bastırılmış bir şekli sadece. sosyolojik bir durum bu, yazarı ilgilendirmiyor. ilgilendirmemeli. ne yapabilir ki ayrıca, yazdığı kitapla bir başkasının beğenilmesini sağlamaktan başka, eliyle yollamadıysa, o hesaba.
yazar, o kitabı uyuşturucu çekip yazsa bile, kahveyle paylaşılmasına ses çıkaramıyor.
metroda kahve servisi olmadığı için mi kimsenin elinde kitap göremiyoruz? sosyal medyada kitabın değil, yaşamak istediğimiz o hayatın, huzurun reklamını yapıyoruz sanki. metroda, otobüste, serviste, parkta… bizi tanımayan onlarca insana reklam için zaman harcamaya da gerek yok o yüzden, asıl yönetmene, yapımcıya zaman ayırma yeri orası, sinyal aldığımız sürece; tanıdıkların, arkadaşlarımızın topluca bulunduğu o sosyal medya çok daha uygun bir vagon çünkü, en az diğerleri kadar keyifli olduğumuzu kahvemizle farkımızı duyurmak için.
okumayanlardan farkımızı, farklı ve özel bir beynimizin olduğunu, anlaşılmak ve yalnızlığımızdan kurtulmak istediğimizi haykırıyoruz o paylaşımlarda. bu farklılığı da kahve ile dayatıyoruz dosta düşmana. klasik, alışageldiğimiz “ara zaman” kahve çünkü! keyifliyiz ya, hangi kitabı okursak okuyalım, o kitaplarda nasıl dünyalar olursa olsun bizim bir derdimiz yok, hala keyifliyiz ya, kitap molalarda okunur ya… gelen her beğeni egoları şişiren bir hava sonra.
bütün o kitaplar keyifle yazılıyor ya!
kahveye de, kitaba da saygı duymak gerekir bence! ne kahveye, ne de kitaba değer veriyorsunuz oysa ikisini bir araya getiren bu zavallı paylaşımlarla…