Fatma Yeşil Şairlere Sordu:
Zengin, derin ve çeşitli şiire sahip bir toplumuz. Ancak -özellikle günümüzde- şiirin değer görememesinin sebebi Ece Ayhan’ın belirttiği gibi “leş kargası okur” mudur sadece? Yoksa salt “okur”un dışında şiir okumama gibi büyük bir hastalığa sahip “şair”lerimizin düştüğü klişeler midir okuru bu denli ilgisiz kılan? İkisi arasında bir ilinti kurduğunuzda bu sorunu zamanla yok edebilecek bir şeyler var mıdır?
ALİ GÜNVAR
ŞİİR ARTIK CİDDİ ENTELEKTÜEL DONANIM GEREKTİREN BİR OLGUDUR
Şiirin kalitesi hep netameli bir konu olagelmiştir. Dün de bugün de benzer tartışmalar süregeldi ve sürmekte. Her devirde şairler ve müteşairler olmuştur. Şairlerin eserleri kalıcı olmuş müteşairlerin yazdıklarıysa kalıcı olamamıştır. Bir bakıma, yaşadığımız çağın da karakteriyle paralel olarak, sandviç gibi tüketilen ürünler olduğu gibi bunların yanında çağlara dayanabilen ürünler de yok değil. Kaliteli olanın alıcısı her zaman azdır ve bir anlamda ekspertiz gerektirir. Bu şiirde de böyledir.
İnsanların çoğunluğu dilden etkilenirler ama yine de dili yalnızca iletişim amacına dönük olarak araçsal biçimde kullanırlar. Oysa dil başlı başına önemi olan bir fenomendir. Şiir ise dilin kapsamını sürekli genişletmesi olgusudur. Bu bakımdan şiiri nazım formları ve manzume ile karıştırmamak gerekir. Dilin olduğu her yerde şiirin olması kaçınılmazdır. Zira şiir dilin iç işleyişlerinden biridir. Dünyada şiir okuru kalmasa da dilin bu iç işlevinin sürmesi gereği şair zorunlu olarak var olur ve bir biçimde ürünlerini verir.
Günümüzde şiir alanında izlendiği düşünülen kâht-ı rical aslında bir yanılsamadan ibarettir. Zira bir dilin her devrinde kendine şair diyen yüzlerce kişi olsa da bunlardan o dilin edebiyat tarihine sadece bir kaçı kalır. Çoğunluğu yaşadıkları devirdeki sıradan okur tarafından beğenilen hatta el üstünde tutulan kimseler olsalar da, ürünleri zamana dayanıklı olmadığından, sönerler. Kaliteli şiirin yazıldığı devirde itibar görmesi çok seyrek görülen bir durumdur.
Ancak yaşadıkları devirde kaliteli olanı bilinçli bir biçimde seçebilen okur için kâht-ı ricâl duygusu geçerli olmaz. Çünkü o zevk-i selim sahibidir, iyi şairi bulur ve izler. Sıradan insanın şiiri kafiye ve vezinden ibaret sayması önüne geçilebilir bir durum değildir aslında.
Günümüzde durum biraz daha ağırlaşmıştır. Zira şiir eski dönemlerdeki PR işlevini yitirmiş ve giderek daha köşesine çekilmiştir. Şiir günlük konuşmalar ve idraklere uzaktan hükmettiği ve kalitesinden asla ödün vermediği sırça sarayına çekilmiştir. 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında toplumsalcı ideoloji bile bu oluşuma engel olabilecek ivmeyi sağlamaktan uzak kalmıştır.
Şiir her türlü sosyal kullanımdan sıyrıldığı için, bizden öncekilerin hayallerini süsleyen “saf şiir” durumuna en yakın hale gelmiştir. Artık şairler için bir vasalın sekreterliğini yaparak ya da bir paşanın yaptırmış olduğu bir inşaatı övgüyle anlatarak ününü dünyaya taşıma biçiminde bir gelir kapısı da, devrimlerde (?!) okunacak sloganlar üreterek insanları coşturma işlevi de sona ermiştir. Bundan böyle elde, dilin kodlarında oynayan ve hareket sınırlarını kendisi belirleyen saf şiirden başka bir şey kalmamıştır.
Şair ya ciddi bir donanımla dilinin kodlarına egemen olacaktır ya da yok oluşa doğru yol alacaktır.
BAHADIR BAYRIL
Şiir, Paz’ın dediği gibi “kıyısı bucağı olmayan” bir azınlığa yazılır, topluma değil. Bizler toplumu sevmeyiz. Kalabalıkları da, kımıl kımıl beyaz kurtçuklara benzeyen yığınları da. Nedir öyle kedi-köpek sever gibi “toplumu sevmek” allasen? Sevgi pıtırcığı filan değiliz biz. Yayın endüstrisinin “girdi sağlayıcıları” da değiliz. Biz şairiz. İnsan dilinin ve insan uygarlığının kurucularıyız. Çok tanrılı dinlerde yerimiz tanrılar katı, tek tanrılı dinlerde ise peygamberden sonra geliyoruz hiyerarşide. Herkes yerini bilmeli. Elbette kimi şairler de.
Maşallah romancılarımız, öykücülerimiz denemesel, eleştirmesel şeysiler yazıcıları, aforizmatik üfürmatisyon sallamacıları bu endüstriye her gün çer çöp yetiştirmek için uğraşıyorlar, hercümerç ve dahi kan ter içinde. Devam etsinler. Çöp dağları da bir uygarlık belirtisidir neticede. Hepsine keyif ve nefretle tükürürüm.
Gelelim işin iç cephe kısmına. Her zaman en küçükten başlanır ya. Onlardan başlayalım. Şair dediğin beklemesini bilecek. Her tuz dendiğinde ortaya atılmayacak. Hele genç şairler, hele genç şairler… Sakin olun. Şairlik bir “kariyer”, bir “geçim”, bir “meslek” meselesi değil bir “hâl” meselesidir. Hormonlar bir durulsun, bakalım ne olacak? Kızı/oğlanı kaptın o zaman ne olacak? Okulu bitirdin o zaman ne olacak? Evlendin, çoluk çocuğa karıştın bakalım ne olacak? 240 ay vadeyle ev aldın, takside başladın, bakalım ne olacak? İki-üç başarısızlıktan sonra bakalım ne yapacaksın? İlk kitabından sonra ne yapacaksın? Kim şiiri kaybetmiş de tek niteliğin gençlik olduğu için onu sen bulmuş olasın?
Diğerlerine gelince… Türkçede şiir yazmak her şiirde dünya rekorunu en azından “egale” etmeyi şart koşar. Daha aşağısı yoktur. Çıta inmez. Sen istesen de inmez. Editörün takılmasa da inmez. Ödüller alsan da inmez. Onuncu kitabını yayınlıyor olsan da inmez. Çıta orada öyle duruyor. Ya atlarsın ya düşürürsün. Çıtayı bir üst santime çıkarıp çıkaramamak da senin meselen. Yaparsan olur. Yapamaz düşürürsen çemkirmenin, çirkefleşmenin alemi yok. Çıtayı geçenlerin eteklerine de yapışamazsın, kendi yeteneksizliğinin hıncını, utancını, acısını, kederini onlardan çıkaramazsın. Sadece yapamamışsındır. Belki de hiçbir zaman yapamayacaksındır. Şairlik işte bu gerilimden doğar, beslenir, bu yıldırım / şimşek hattı üzerinde kendini sürekli var kılar.
Şiir kendi içindeki dayanıksızları, tıknefesleri, sahtelik, yetersizlik ve yeteneksizlikleri eler; hem de çok acımasız bir biçimde eler. Hep yapmıştır bunu. Yirmili yaşlarımdayken bir ara, o sıralarda yayın yapan “genç şairler listesi” yapmıştık arkadaşlarla birlikte… Listedeki isim sayısı sekiz yüzü aşınca yazmayı da liste yapmayı da bırakmıştık. Şimdi bakıyorum o günlerden bu yana on kişi kalmış mıdır şair olarak anılacak? Zor. Bugünkü kuşaklar için de aynısı olacak hiç merak etmeyin. İşte üç beş kişi kalır mı, göreceğiz.
Şiir popüler olmasın. Hele de kasanın yanında duran çok satanlardan asla olmasın (yazık oldu II. Yeni’ye, hepsi orada çünkü şimdi). Gözünüz sadece “şiir”de olsun, piyasayı, tanınmayı, değer görmeyi, taltif edilmeyi, kutlanmayı, ödülü, mutluluğu, yaşamayı filan bırakın…
Eğer her şeyi dışarıda bırakıp şiir ile yeteri kadar bakışmayı becerebilirseniz, bir an, sadece tek bir an, o dünyanın bütün sabahları, akşamları, saatleri, halleri, varoluşun ve kâinatın bütün hücrelerinizdeki yankıması gibi olan işte o anda şiirin size göz kırptığını görebileceksiniz. Gözünüzü ondan kaçırmayın yeter. Sizi temin ederim, o bir an, sonsuzluk gibi gelen o bir an, her şeye değer.
ÇAĞLA MEKNUZE
Çocukluğumuzda yanlış müfredat, yetişkinliğimizde uğultulu şehir hayatı konuştuğumuz dilin inceliklerine dair sağırlaştırıyor bizi. Dilin sihri ile çocuklukta tanışmamış yetişkinler işini özenle yapan edebiyat dergileri yerine Türkçenin ahengiyle uzaktan yakından ilgisi olmayan metinler peşinde. Bu gözlem toplumun yalnızca belli bir kısmına dair. Öte yandan ilginç olan şu, kimi okurlar ‘alışılmış ifadelerden’ sıkıldığını dile getirirken şairler geniş kitleler tarafından okunmamanın mutsuzluğunu yaşıyor. Öyleyse şair ve okuru niçin buluşamıyor? Bana kalırsa, medya yanlış kişileri parlatıp toplumu ‘oyalamakla’ okur ise yanlış medya organlarının izinden gitmekle ve şair küsüp köşesine çekilmekle hatalı. Okurken ne aradığımızı ve yazarken ne amaçladığımızı netleştirince büyük buluşma gerçekleşecek.
Emel Koşar
Köklü bir geçmişe sahip olan şiir, yoğunlaştırma sanatı olduğu için düzyazıda yüzlerce sayfada anlatılan duyguyu iki kelimeyle daha etkileyici ve çarpıcı şekilde okura iletebilir.
Osmanlı döneminde Balkanlarda doğan erkek çocuklarının şair olmaları istendiği için isimden önce mahlas verilirdi. Şairlik kutsaldı. Günümüzde ise parası olan herkes şiir kitabı yayımlatabiliyor ve kendisinin şair olarak kabul göreceğini zannediyor.
Güçlü ve derin şiir damarına sahip bir toplum olduğumuz halde kapitalizmin etkisiyle şiirin tahtında bugün roman oturuyor. Romana dair kavramlar da şiirin sorunsalları olarak bizlere sunuluyor. Örneğin şiirde uzun süre tartışılan ve tartışılması gereken gelenek sorunsalı yerine metinlerarasılık terimi kullanılıyor. Şiirin köklü geçmişi bu geçmişin biriktirdiği nazire geleneği, göndermelerin bu kavramdan önce çıktığı unutuluyor. Edebiyata öyküyle adım atan yazarlar bile roman yazarak basamakları daha hızlı çıkacaklarına inanıyorlar.
Günümüzde şiire ve şaire yeteri kadar değer verilmemesinin sebebi giderek yozlaşan eğitim sistemi ve sosyal medya. Gençlere kitap okumak yerine kitap özeti okumayı öneren test tekniğine dayalı eğitim sisteminin şiir gibi derin bir türe sahip çıkması beklenemez. Şiirin birikimi ile kişisel tarihini birleştirebilecek bireylerin yetişmesi sanırım kendi tarihimizi bireysel serüvenimizin de bir parçası olarak öğretmeye dayalı hamasetten uzak bir sistemin yerleştirilmesine bağlı.
Sosyal medya her şeyi içini boşaltarak değersizleştiriyor. İmaj çağında olduğumuz için satın alınan bir kitabı okumak yerine onun kahve fincanıyla birlikte fotoğrafını paylaşmanın daha etkileyici olduğu kabul ediliyor.
Şiir kitaplarının ve dergilerinin satış oranları şairlerin bile dergi ve kitap okumadığını kanıtlıyor. Birkaç yıl önce düzenlediğim bir sempozyumda konuşmacılardan Hâmi Çağdaş genç şairlerin Hürriyet Gösteri’ye gönderdikleri şiirlerin dergide yer alıp almadığını elektronik postayla sorduklarını ve yayımlandıysa o sayfanın fotokopisini istediklerini anlatmıştı. Şairi itibarsızlaştıran yine şairler ne yazık ki.
Şiir elbette güncelin ezen ve tüketen geçici gücüne boyun eğmeyecektir. Üzücü olan şiir dünyasında yazan-okuyan-inceleyen bir birey olarak her geçen gün şiiri kutsallaştırmak zorunda kalışım. Değerli olan şiiri tek başına yazmak ve güzellik paydasında herkesle paylaşabilmek.
GÜLCE BAŞER
Şiirin itibar ve okur kaybı birden fazla ve birbiriyle bağlantılı bir dizi gerekçeyle ilişkilendirilmelidir. Öncelikle, Cumhuriyet’in ilk yıllarına bakıldığında dahi şiir çok ciddi bir okur kitlesine sahip bir yazın türü olmamıştı, olamazdı da… Çünkü üretim dili okur nezdinde belli bir entelektüel düzey gerektirmiştir. Türün doğası gereği böyleydi bu. Bu dönemde kimi şairler, dönemin popüler kültürüne eklemlenebilmiş, böylelikle daha geniş kesimlere erişebilmişti, doğru. Ancak bu “doğru”luk ancak bugüne kıyasla geçerliydi. Cumhuriyet’in ilk yıllarında öğrenim düzeyini geçtim, okur-yazarlık düzeyi bile yüzde 10’ların üstüne çıkamamışken, nüfusun büyük çoğunluğu henüz kırsaldayken zaten okur edinme olanağı sadece şiir değil, diğer edebiyat ve sanat dalları içinde de sınırlıydı. Ancak 1980’lere kadar şair, entelektüel kimliğiyle hiç olmazsa belirli bir saygınlık ve statüye sahipti ve orta ve yüksek öğrenime erişim şansı bulan nüfus, diğer edebiyat dallarıyla birlikte şiir konusunda da belli bir birikim edinme gereksinimi duyuyordu. 1980’lerde meydana gelen kültürel dönüşüm sonrası, popüler kültürün yeterli finansman desteğiyle hızla yükseldiğini, söylem olarak da yüksek kültürden koptuğunu gördük. Teknik olarak kapitalizmin kültürü olarak adlandırılan popüler kültür, kitlelere görsel, kolay ve çok amaçlı olarak değerlendirilebilecek keyif olanakları sundu. Bu noktada Cemal Süreya’nın saptaması önemlidir: Ona göre şiir, kullan at, ya da kullan-göster kültürünün bir bileşeni olamayacak kadar soyut, zorlayıcı ve işlevsizdi. Nitekim, Gezi eylemleri sırasında duvarlara yazılan dizelere kadar şiiri gündelik yaşamın dışında okuduk. Bu şaire ya da okura kesilebilecek bir fatura değildi, bence, tek başına… Çünkü önemli ölçüde itibar ve statü yitiren bir şair kimliğini de düşünmek gerekiyor. 1980’lerde, ayrıntıları Rifat Bali’nin incelemelerinde bulunabilecek bir bir entelektüel kimlik dönüşümü de meydana geldi. Şair, entelektüel kimliğinden uzaklaştırıldı, gündelik yaşam içinde entelektüel birikimi temsil eden bir kimlik algısından koparıldı. Yerine de yenisi inşa edilemedi. İlginç bir şekilde, şairlerin de çoğunluğu bu duruma razı oldu. Nâzım Hikmet, Attilâ İlhan ve Cemal Süreya gibi, birden fazla alanda söz söyleyebilecek şair sayısı azaldı. Zaten mikrofon tutan da yoktu. Dolayısıyla şairin temsil ettiği kesim alanı daraldı. Edebiyat, kuşkusuz önceliği estetik olan bir sanat dalıdır. Ancak, okur, herhangi bir sanat dalını izlerken kendini ifade etme olanaklarını da arar. Çok naif hatta kitsch ve çok kabul edilebilir şekliyle pop kültürü de aslında buna yaslanır. Demek istediğim şu: kişiler bir pop şarkısı söylerken, onun gündemlerine uygun nakaratlarını yinelerler. Ya da bir televizyon dizisi tutuyorsa, onu takip eden bireylerin gündemleriyle uygun bir yanı olduğundandır. Arabesk, barındırdığı söylemler ne kadar sorunlu ve bireyi mutsuz eden bir yapıyı yeniden üretiyor olursa olsun, nakaratını yineleyenin dünyasına bir ortaklık sunmaktadır. Bir şairin, ya da romancının, ya da ressamın, müzisyenin veya sinemacının, yalnız kendisini temsil ettiği ürünler, ister istemez takipçi sayısını sınırlandıracaktır. Burada dikkat edilmesi gereken şu: biçimden söz etmiyorum. Aslında sanat eserinin sanatla ilgili olmayan bir yerinden, içeriğinden söz ediyorum. Bir yapıtı yapıt kılan, estetiğin yerleşim alanı biçimdir. Yazarın, ressamın vb. göründüğü yer ise daracık olan içerik bölgesidir. İşte bu gerçeklik, bir de okul eğitimi sırasında alanı iyice daraltılan estetik terbiyeye eklenince okur ve izler kitle sayısı kolayca düşmekte, kitleler kendilerini sıkıntıya girmeden eksik de olsa temsil eden popüler kültür ürünlerine yönelecektir. Bütün içtenliğimle böyle düşünüyorum.
ŞERİF FATİH
Bugünün bilim, felsefe, sosyoloji, antropoloji ve daha birçok disiplini, sıradan insanların anlayabileceği düzeyden daha karmaşık olmakla beraber entelektüel birikim ister. Bunun yanında edebiyatın, herkesin her yönüyle anlayabileceği eserlerle kolay bir disiplin olmasının istenmesi edebiyatın gücünün küçümsenmesi, sıradanlaştırılması anlamına gelir. Kuşkusuz gündelik dilin ötesinde, özerk bir dil oluşturma, verili dili aşma-değiştirme-geliştirme görevi modern şiirin dile bakış açısını ortaya koyar. Böylece gündelik dili konuşan insanlarla şiir arasına ister istemez bir mesafe girer. Dilin merkezini gündelik dilden alıp imgesel, metaforik kimi zamanda metonimik özellikler taşıyan yeni bir merkeze taşıyan şair ve yazarların tutumu; kapitalist düzen içinde farklılığını yitirmiş, evrensel tek tip bir birey olma yolunda ilerleyen günümüz insanının hem dile hem de şiire bakışına bir karşı koyuştur. Yani şair, okuru sanatın dışına kendi itmiştir. Okurun her türlü sanatsal görüşünü ve beğenisini bizzat kendisi karşısına almıştır. Bu durum çağın ruhunu yansıtır aslında. Böylece şair, entelektüel bir okur kitlesini ötekilerden ayırarak yanına, geriye kalanları ise karşısına almıştır. Dolayısıyla dışarıda kalan kitle kendi seviyesine uygun olanı yani popüler edebiyatı benimsemek zorunda kalmıştır. Bugün, iki okur grubu arasında ki mesafe giderek açılıyor.
Modern şiir herkese değil, kendi dilini derinlemesine bilen, mitoloji, sosyoloji, felsefe kimi zamanda tarih gibi disiplinlerin bilgisine sahip olan bireye hitap eder. Geriye kalan insanlar popüler ve arabesk bir edebiyatın kucağında kapitalist düzene eklenir. Ece Ayhan’ın “leş okur” ya da “akbaba“ gibi benzetmeleri söylediklerim çerçevesinde doğrulanıyor. Fakat her bireyin ne okuyacağını seçme özgürlüğü olduğundan bir noktada saygı duymak gerek.
Doğal ve paylaşımcı toplum anlayışından maddesel ve mekanik bir topluma geçişte; bireyin ahlaki ve vicdani algılarında oluşan dengesizlik ve düzensizlik bireyi hayatın içinde kuklalaştırarak, paylaşımın ve toplumsallaşmanın yokluğunda kuralsızlık ve düzensizlikle baş başa bırakmıştır. Küreselleşmenin kuyusunda bıkkınlık ve çöküntü içindeki birey; cahilliğiyle mutlu ve yabancılaşmanın kucağında trans halinde yaşamaya devam ediyor. Şiirin okunmamasının bir nedeni de; bireylerin bu durumunu yani cahillik ve tembelliklerini hissettirip bilgisizliklerini yüzüne vurmasıdır.
Popüler kültürün kuklası olmuş şair ve yazarlar eserleriyle, kendi okur kitlesinin duygu ve düşüncelerini onaylar. Aksine entelektüel seviyedeki okur ise kendi ruhunun derinliklerinde yol alıp hem kendini hem de ötekini anlamlandırmak için iyi edebiyata ihtiyaç duyar. Son kertede okur şiiri değil, şair belli bir entelektüel seviyenin altındaki okuru şiirden dışlar. Daha önce söylediğim gibi bu da birbirine karşıt iki okur kitlesi yaratmıştır. Bu karşıtlık giderek daha da keskinleşiyor.
MAHİR KARAYAZI
“Direngen Okur”
Günümüz şiirinin değer görmemesi ya da önceden de şiirin değer görmemesi gibi bir algıyı açıkçası yazanı olarak önemsemediğim, ama okuyanı olarak önemsediğim bir soru(n) olarak algılayabilirim. Yazanı olduğum durum açısından baktığımda üretirken üzerinde neredeyse hiç durmadığım bir konu. Ancak okuyucusu olduğum noktada keşfettiğim iyi şiirlerin (“şairlerin” diyemeyeceğim, çünkü şiir yazmak şair olmaya yetmiyor) karşılık görmemiş, göremiyor olması beni ziyadesiyle üzüyor, germiyor da değil. Bu sorunsal “okur” ya da “leş okur”dan kaynaklı değil bana göre. Birçok bileşen bu duruma sebep oluyor bence ama ana iki başlık diğerlerini de kapsıyor: “editörlük” ve “eleştirmenlik”.
“Okur” dediğimiz kendi izleğini de oluşturacak kişiyken, daha çok dergilerde yayınlanan eleştiri yazıları (ki bizde kitap tanıtım yazılarının eleştiri yazısı sanılması gibi bir durum da varken), derginin editörünün yönlendirmesi ya da nüfuzsal bağlamda seçimleriyle şekillendirdiği, sunduğu, belki de PR’ını yaptırdığı kitabı ya da şiirleri, şairleri seçmesi, seçtirilmesi ile de karşı karşıyayız, karşı karşıyaydık, Kâlû Bela’dan beri. Bu soru’nun çözümü ise dediğim gibi “yazan”ı olarak üstünde durmadığım için, okuyucusu olarak da kendi keşiflerimi bu yönlendirme ya da değerlemelere bakarak yapmayıp, araştıran, kendi şiirini, şairini bulabilen, en azından buna zaman ayırabilen biri olarak zamana bıraktığım, ille de çözüm dersen yaşamın her alanında ihtiyaç duyduğumuz gibi adaletli, eleştirecek eleştirmenlerin (ki mevcut Mehmet H. Doğan, yakın zamanda kaybettiğimiz Mustafa Öneş, adını şu an anımsayamadığım birçok iyi eleştirmenlerin) sayısının artması “leş okur”u, PR çalışmalarını, kitap tanıtım yazılarının eleştiri sayılmamasını sağlayacak bu da iyi şiiri, genç şiiri, diri şiiri, tüm bunlar da “gerçek okur”u ortaya çıkarabilecektir.
Bu durum Cumhuriyet tarihi ile başlayan şiir akımları süreçlerine bakıldığında hissedilir halde. Bir önceki akım ya da mevcut akım ve bu minvalde yazan şairi, şiirini eleştirerek, bir yandan da kendi şiirini ona beğendirme uğraşısında güzel, değer yaratan, kıymetli günler, kıymetli sohbetler geçirerek bugünlere getirmişler. Ama şu anki dönemde bu zor, çok zor. Aslında bu çağın bu dönemde hepimize bıraktığı hastalık bu. Maalesef…
Ahmet Abi (Telli) ile yaptığım bir söyleşide kendi şiiri için söyledikleri benim demek istediklerimi şöyle özetliyor sanırım: “Her kitap, her şiir belki de bir öncekinin reddiyesiyle çıkabilir. Öncesini değersizleştirmek değil, öncesini reddetmekle başlayabilir şiir, yeni bir şiir. Bu reddediş aynı zamanda bir kabuldür de”. Bu sözden yola çıkarak, yeni şiir, yeni şair ve dolayısıyla (Ece Ayhan’a da nazire yaparak) “leş okur”u reddederek ve de kabul ederek “direngen okur”a ulaşmak ümidiyle…
NESLİHAN YALMAN
Bu soruya geniş bir perspektiften bakmamız gerektiğini düşünüyorum. Türkiye dünyadaki hiçbir gelişmeden uzak değildir ki, edebiyatı ve şiiri de olsun. O yüzden, soruyu ancak şu şekilde cevaplayabilirim. Deneyimlerim göstermiştir ki, nasıl biz Tanzimat’la, Cumhuriyet’le dünyadaki gelişmeleri (en azından dünya dediğimizde de, Batı’yı kastediyorum) ortalama 100’er yıl geriden yakalamışsak, bugün de bir 100 yıl geriden takip ettiğimizi, teknolojik devrimi, hatta onun sanatla ilişkisini kavrayamadığımızı düşünüyorum. İlgili konuyu nice arkadaşımla da konuştum. Benim görüşümce, Türkiye’de deneysel şiire pek yer yok. Ama, 2000’lerinin ve sonrasının şiir gelişiminde, kesinlikle deneyselliğin yeri olmalı… Denemeden hangi kalıpları zorlayabilir ya da bir şeyleri dönüştürebilirsiniz ki? Duchamp 1917’lerde o pisuvarı ters çevirip, galerilere göndermeseydi, her şeyi göze alarak bunu denemeseydi, bugün yeni bir sanat anlayışından söz edebilir miydik? Kesinlikle, inanmıyorum. Dolayısıyla, eleştirel düzlemde, sorunuza iki koldan cevap vermek istiyorum: Birinci kol, Türkiye’nin dünya edebiyatındaki yeri anlamında geç kalmışlığıdır. 23 Şubat 2017 günü ”İsveç Film Seçkisi” kapsamında eşcinsel duyarlılıkları olan yönetmenlerin kısa filmlerini izlemeye gideceğim. Peki, aynısını Türk sineması için düşünelim. Eşcinseller sinemanın neresindeler? Onu bağlantılandırayım, şiirin neresindeler? Ben bir kadınım örneğin ve dünyada feminist edebiyat, feminist şiir diye bir oluşluğun bulunduğunun da farkındayım. Takip edebildiğim kadar, dünya şiirini takip etme gayretindeyim. Çevirilere yetişebildiğim kadar… Açıkçası, bana Türk şiiri mi, dünya şiiri mi deseniz, direk dünya şiirinden bir şairi keşfetmeyi daha heyecan verici buluyorum. Çünkü, Türkiye’deki şu mastürbatif ifadelerden hayli sıkıldım: Canım, cinsiyetçi ayrım yapılmamasına, dilin belli sınırlar kapsamında (!!!) kullanılmasına dikkat ediyoruz. Allah aşkına, insaf, edebiyatınız erkek egemen bir yapılanmaya sahip, kadın hakları bile neredeyse erkek yazarlar aracılığıyla gelmiş; kadın özne olamamış, anneliğe, ablalığa, kardeşliğe, eşliğe, âşık olunan/arzulanan nesneye, bacıya döndürülmüş, siz hâlâ ayrım yapılmasın diyorsunuz. Ben de bunları diyenlere merkez edebiyat komiserleri diyorum. Sanat kimsenin tekelinde değildir. Hele hele, tek bir sanat anlayışından asla söz edilemez!.. Dünyada o kadar akım, o kadar tür boşuna mı çıktı? Şahsi beklentilerim ekseninde, şiirde Can Yücel muadili olabilecek denli ağır ve okkalı şiir yazan kadın şairler arıyorum. Neden aramayayım? Dediğim gibi, dünyada feminist edebiyat diye bir şey var, kadın alıyor adamı ”beden yazınla” yerden yere vuruyor. Bu bir bakış açısı, çeşitli yöntemlerden biri sayılıyor da, siz niye eril dilin içinden geçip, eril dili kendi silahıyla yıkmak için davranamıyorsunuz? Çünkü, dilde güya kibarca (!) (estetik demiyorum, bakın) bir sınır konulmuş. Efendim hanımefendi, efendim dişil dil, efendim abla… Ben hayatta bir şaire ‘bilmem ne abla’ diye hitap etmem. Mahallede birlikte çekirdek çitlediğimiz tanıdığım mıdır kendisi? Aynı kulvarda şiir yazılıyor. Bu samimiyetler, bu şiiri asaletinden edip, ilişkiler düzeyinde küçültmeler, bu deneyselliğe ve çoksesliliğe karşı şiir komiserlikleri şiirin daha da içine kapanmasına ve bayağılaşmasına neden oluyor. Açıkçası ben Türk şiirinde heyecan duyarak okuduğum çok isim anımsayamıyorum. Bir de şu var, efendim şiire çalışmak, şiir işçiliği (ifadelerin soğukluğuna ve iticiliğine de dikkat edin, lütfen) ve söz sanatları… Yani, bunları kullandın, iki ”gül”, iki ”hüzün”, iki ”yara” sözcüğünü şiire serpiştirdin, oldu sana yeni Tanzimat dönemi şiiri… Yüzlercesini görüyorum ve bunu geleneğin devamlılığı olarak da belirtmiyorlar mı, öylece bakakalıyorum. Hayır diyorum, ben neden yeni bir Ahmet Haşim okuyayım ki?
Üstelik, Türk şiirinin temel bir ontolojik problemi var. İkinci kol da bu… Özündeki bakış açısı toplumun ilerisinde gitmiyor. Bana göre, hangi türde yazarsanız yazın, şiir ritminiz toplum algısının, toplum bilinçdışının ve toplum kültürünün önünde olmalı… Devrim niteliğinde bir şeyler deneyebilmelisiniz, kodları tersine çevirebilmelisiniz. Aşkınlık böyle bir şeydir, sanat da hayli aşkın bir şeydir. Türk edebiyatı, dünya edebiyatıyla karşılaştırıldığında fark ortaya çıkıyor. Haşim’in ”O Belde” şiirini alın, Kavafis’in ”İthaka”sıyla karşılaştırın. Buyurun, size iki farklı dünya… Birincisi, bir günün sonundaki arzu misali, oturarak hayallere dalıyor, oradan rüyalar, arzular, güller, periler, göller geçiyor, of hüzün de hüzün, kasvet basıyor. O arada, dünyada kafalar kesiliyor, millet açlık sınırında, herkes birbiriyle sanal ortamda flörtleşiyor, robotlar dizilerde ülkeleri işgal ediyorlar, isyanlar çıkıyor, cinnetler getiriliyor, haplar, alkol, uyuşturucu var. O şiir orada, ilkselliğinde kalıyor. İkincisine bakın, size kalk keşfet, yola çık, yolda ol, Kikloplar’ı gör, denizin dehşetine kapıl, pazarları dolaş, tecrübe kazan, İthaka bilgeliktir diye tecrübe sunuyor. Yaşın ve çağ ne olursa olsun. O şiir birey üstünden süregidiyor. Dolayısıyla, burada Türk şiirinin temel handikapını görüyorsunuz. Tecrübeye, yeniliğe, heyecana, yeni sözcük kullanımına (internetteki hiper kültürel dil de dahil), çoklu dünya görüşüne falan açık değil. Şiirimiz zengin ifadesine de pek inanmıyorum. Afedersiniz, mitolojinizi unutmuşsunuz, halk şiiriniz Karacaoğlan’da, Yunus Emre’de kalmış, kosmosla ilişkiniz kesilmiş, ara burjuvalarınız bir acayip, sanatı talep eden kitle yok, her şeyi ilişkiler ve piyasa belirliyor, herkes kendi şiiri gibi yazan adama müridi olarak davranıyor, hâlâ hoca-öğrenci kafasından uzaklaşılamamış, teknolojiyle devrimsel bir bağ kurulamamış, buradan nasıl bir okur çıkacak ki, leş olmasın. Ayrıca, ülkeniz ultra siyasi ve öyle cesurca yazıp, ortaya kendini atan şairiniz falan da yok. Çok üzgünüm… Bakın, Blake’e… ”Baca Temizleyicisi” adıyla iki şiir yazıyor. Birincisi, mistik bir umutla anlatılırken, ikincisi baca temizleyicisi Tom’u tabuta koyup, devlete ve kiliseye laf sokuyor. Dönemini algılamış mı? Algılamış. Çünkü, o dönemde işçi çocuklar İngiltere sokaklarında sapır sapır ölüyorlar. Peki sizin hangi şairiniz altmışlardaki toplumcu-gerçekçi ya da hüzün soslu dili aşabildi de, eleştirel düzlemde Gezi Direnişi’yle ilgili bu kadar cesur ve üç boyutlu bir şiir yazabildi? Ağıt kültürü nasıl direnişsel bir 21. yüzyıl ağıdına dönüştürüldü? Şairin zılgıt çeken topluluktan farkı nedir? Hangi şairinizin hangi şiiri ileride dünya ya da Türk edebiyat tarihinde örnek olarak analiz edilebilecek? Ben size birkaç isim sayayım (unuttuklarım affetsinler): Can Yücel, İsmet Özel, Ece Ayhan, Nâzım Hikmet, Özkan Mert, Küçük İskender, Metin Eloğlu gibi yine bu ülkede büyük varoluşsal krizler ve yokluklar yaşayan, dinamik isimler… Diğerleri merkez edebiyatta Can Yayınları’ndan da, Yapı Kredi Yayınları’ndan da külliyat bastırsalar başkaldıran şiirlerle geleceğe kalamayacaklar. Farkındaysanız, aynı ritmi taşıyan kadın şair ismi de yazamıyorum. Kadın şairlerin durumu da gerçekten zor… Otosansür var, iç sesle temsil arasında rol yapmalar var, sınıfsallık var, erkek egemen kitle tarafından onay görmek var, birçok faktör var ve maalesef ki, o yarılmaklık tecrübeleri şiirlerinde sarsıcı şekilde yok. O yüzden, çoğu ses birbirine benziyor. Üzgünüm… Bir de, rol-modeller, merkeze taşınan isimler bugünün dönüşen şiirinin sesini derinliğiyle taşımıyorlar. Bir gün dedim ki, (yanlış anlaşılmasın, espri mahiyetinde) şu Turgut Uyar’la Didem Madak’ı evlendirelim, nikâh şahitleri de Cemal Süreya olsun. Yani, kültürel süreklilik ve geçmişe saygı elzemdir. Fakat, yine üzgünüm, ”keşke yalnız bunun için sevseydim seni” vb. ritimli şiirlerin, hele hele o nostaljiye ve kendini dövmeye, hırpalamaya, ağlayıp sızlamaya dayalı ifadelerin dönemi geçmiştir. Turgut Uyar ve Didem Madak merkez okur tarafından sahiplenilmiş, okuyan ve dinamik kesimi temsil eden üniversiteli gençlerin elinde yayılmış, oradan da Ot, Kafa, Bok, Masa, Sandalye, Göz, Kol, Fil gibi dergimsiler türemiştir. Siz şimdi Uyar’ı ve Madak’ı rol-model olarak gösterirseniz, zaten gündelik ilişkilerini bu minvalde, melodram filmlerindeki gibi bir hüzünle yaşamayan insanlar mevcut şiirler aracılığıyla simülasyon duygular yaşayacaklar ve lümpenleşeceklerdir. Çünkü, aslında ”Vikingler” diye pagan diziler izliyorlar, eşcinsel öpüşmeleri, aldatma mesajlarını görüyorlar. Çağ distopyaya doğru gidiyor, ”Black Mirror” izliyorlar. Anneleri, babaları gibi sevişmiyorlar, onlar gibi tanışmıyorlar, buluşmuyorlar, aşk acısı çekmiyorlar, evlenmiyorlar. ”The Lobster” filminde bekârlar anarşist sayılıyorlar, siz hâlâ aşkın anarşist olduğunu hantal romantik bir tavırla iddia ederek, bireysel kırılmaları, korkuları, içgüdüleri, şiirin o ilk uluma halini hiçe sayıyorsunuz. Olmuyor, tandans tutmuyor. Artık, her yerde Cemal Süreya şiiri görüyorsak, onlar Ümit Yaşar Oğuzcan, Özdemir Asaf gibi isimlerin bir sonraki modelleri olduğu içindir. Çünkü, Türk okuyucusu zorlanmayı sevmiyor. Göğe bakmak ona kolay geliyor, şiirlerde açık ve yalın bir dil kullanılmış, aşk var, pasif hüzün var (ohhhhh bayılırlar), niye kendilerini zorlasınlar ki? Türk kafasının dışında, niye şiirin ontolojisiyle yeniden dönüştüren, zorlayıcı bir bağ kursunlar. Tabii ki, Nilgün Marmara’yı şair olarak sadece ”öyle güzelsin ki kuş koysunlar yoluna” (bu ifadenin ritminden de hiç hazzetmediğimi vurgulamalıyım) ifadesiyle anımsayacaklar. Tıpkı, ”hayat kısa/ kuşlar uçuyor” gibi… Oysa, Marmara’nın öyle çarpıcı, bir o kadar da kapalı dizeleri var. Zaten, ortak belleği taşıyan ”gül, kuş, hüzün, yara, iman, aşk, meşk, yâr” vb. gibi sözcüklere karşı önyargılıyım. Gördüğüm an, bakıyorum yeni bir dil, bir dönüştürme var mı? Yok. O zaman, geç. Karşısında da, ”ot, bok, LSD, seks, göt, möt, sperm” vb. düzeyinde özellikle İstanbul Kadıköy ağzı ve ağırlıkla, erkek merkezli (buna da mim atalım) bir dil var. Bakıyorum, protestliği gerçekten Allen Ginsberg gibi dipten mi, yoksa balon mu, ot çekip sokak edebiyatı mı yapmış, ”rap”in şarkı sözü anlayışını şiir mi sanmış? Evet. O zaman, geç. Tecrübe aktarımlarında tektiplilik hakim… Bu yüzden, ”leş okur” merkez edebiyatı, merkez isimleri, parlatılan reklam yüzlerini okur. Doğrudur. Yahut, ara ara alternatif edebiyattan da etkilenir, onları da okur. Ama, kanıyla canıyla sahiplenemez. Çünkü, alternatif bir şeyi sahiplenmek merkezdekinden daha zordur. Ece Ayhan’ı anlayarak okuyan kaç kişi olabilir? Yahut, şiirdeki ritmi, sözcük oyunlarını/dönüştürmelerini kaç kişi kavrayabilir? Çok değil. Çoğa ulaşmayı ummak da, hayal olur. Nitekim, şiir varoluşu gereği zaten piyasa dışı bir sanattır. Şifahi geleneğin bu yüzyılda da internet dili aracılığıyla sözle yazı arasında süregitmesidir. Bir de, açıkçası Türkiye’de kimsenin alım gücü yok. Yayıncıların kendileri de hem yüksek hem de popüler (ya da sorunuzdaki im anlamında leş) yazarları basıyorlar. Şimdi iğne-çuvaldız olayı da var. Bu bir çark… Eleştirilen durumun içine eleştirenin kendisi olan, yazar, şair, yayıncı, yayınevi, piyasa, teknoloji falan da düşüyor. Büyük bir sistem bu… Basılan kitapların çoğu 8-10 TL. arası, dergiler 10-15 TL… Çoğunun PDF’si yok. Afedersiniz de, bunları hangi gelir düzeyiyle takip edebilecek okurlar? Mesela genç bir şairi ele alalım. Behçet Necatigil’in 30-35 TL’lik toplu şiirlerini önerdiniz. Bu çocuk öğrenci de… Hadi aldı diyelim Necatigil şiirlerini, ama dünya şiiri de aldı başını gidiyor, Necatigil’in dili bile kültürel bir geleneği öğrenmenin dışında etkisini giderek yitiriyor. Bu genç şair ya da okuyucu neye yetişecek? Okulda verilen eğitimde de hâlâ, ısrarla ”Solgun Bir Gül Dokununca” işleniyor. Edebiyat dersleri yetersiz, kütüphanelerde yeni ya da aylık periyotlarla eserler yok. Kime kızalım? Fularımızı boynumuza bağlayıp, Cihangir’de zarflı fincanlarımızda çaylarımızı ya da Taksim’de eski Rum meyhanesinde rakılarımızı yudumlarken, ”yaaaaa bu gençler de okumuyolar azizim? Yaaaaa dilde öyle küfür müfür hoş durmuyor, cinsellik işi bayağılaştırıyor. Yaaaaa Türkçe’miz zengin bir dil, ama şu kullanılan yeni sözcükler nedir?” vb. gibi çoğunluğu erkek ve karikatür tiplere mi dönüşelim? Ben artık birçok tespiti bile dikkate alamıyorum. Çünkü, Türkiye’de her şey sınıfsal ve temsil odaklı…
Yine, bizim Cumhuriyet’le gelen bir anlayışımız var. Çok, oku, durmadan oku, ne bulursan oku. Doğrudur, bu bir zamanların Köy Enstitüsü çıkışlı yazarları, şairleri için geçerliydi. Ama, biraz gerçekçi olmak lazım… Koltuğu kaptık diye de, avuntularla dolu eleştirilere düşmemek gerek… Hız çağındayız. Hiçbir şey yetişmiyor. Zihin odaklanmakta zorlanıyor. Dünya parçalı bir süreçten geçiyor, arkada ve önde dönen dolaplar var. Ayakta kalmak zorundayız. Herkesten aynı düzeyde okuma yapmasını, birden bilinçlenmesini bekleyemeyiz. Bu da sınıfsaldır. Türkiye’de okumak, eğitim vb. gibi unsurlar lükstür ve orta-üst yahut üst sınıfa aittir. Herkesi kazanmak gibi bir çaba gereksizdir. Mesela, yurt dışında hep aşırı okuma hastalığından bahsediliyor ya da Eco’nun yazısına denk gelmişsinizdir, kütüphaneye durmadan kitap alma, ama çoğunu okumama hastalığı başladı diye tespit yapıyor. Mesela, orada bir robot şiir yazsaydı, nasıl bir şey olurdu çalışmaları yapılıyor. Yazarın ölümü gerçekleşti, dijital sanat diye bir şey var deniliyor. Yani, ben sanmıyorum ki, Batı bizim kadar diktatörce, yaaa azizim okumuyorlar, yaaa azizim edebiyat kutsal vb. gibi bir anlayışa girsin. Bu laik, gerontokrat bir diktanın ürünüdür. Batı cidden rahat… Adamlar yazarların komik ya da çıplak fotoğraflarını yayımlıyorlar, şiir-performanslar düzenliyorlar, klasikleri zombiler, diziler üstünden yeniden yorumluyorlar, görsel çağın nimetlerinden de yararlanıyorlar. E-kitap diye bir şey var. Siz de hâlâ, evinde kaç kitap var diye soruyorsunuz.
-1 (!)
-Aaaaa, ciddi misin? 1 tane de ben hediye edeyim, bari 2 olsun.
Yani, işin niceliksel kısmını aşamamışız, bilinçdışımızla yaşıyoruz. Halbuki, önemli olan, doğru rol-modellerle ve eğitimle, o kişiye doğru zamanda ya da zamanında doğru kitabı önermektir. Bir şeyi hazmederek, onunla iyi vakit geçirerek (internette şiir paylaşımlarına, ”screenshot”lara, ”instagram” fotoğraflarına da karşı değilim) okumasını kendisine önermeliyiz. Okudu bütün şiir kitaplarını da ne oldu? Anladı mı? Ben size hemen söyleyeyim. Türkiye gibi, mitolojisiyle, kültürüyle, diniyle, bilinçdışıyla, cinselliğiyle barışık olmayan bir toplumda, anlamaz, anlarmış gibi yapar, kaçar, dalga geçer, reddeder, taklit eder. O yüzden, etrafta yığınla Didem Madak, Turgut Uyar, Hilmi Yavuz, Cemal Süreya, Ahmed Arif, İlhan Berk, Lale Müldür, Birhan Keskin görürsünüz. Ama, birçok Ezra Pound, William Blake, T.S. Elliot, Langston Hughes görebilir misiniz? Böylesi çok parçalı, çok sesli, kanonik olan bir coğrafyanın o sesleri neredeler? Nerede feminist şiir, nerede Marksist şiir, nerede psikanalitik şiir? Nerede kadın cinselliği? Nerede süfrajetlerin temsili dili? Nerede büyülü-gerçekçilik? Nerede sokak şiiri? Nerede cidden kadın cinayetlerine, kumalığa, çocuk gelinlere değinen Kürt şiiri? Nerede erotik şiir? Nerede tekno-şiir? Nerede deneysel şiir? Nerede sürrealist şiir? Nerede avangart şiir? Nerede kirli-gerçekçi şiir? Cidden soruyorum. Cevabını da tüm ciddiyetimle kendim vermek istiyorum. Yok. Çünkü, yapı değişmeyecek. Dünya dediğimiz şey, Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya, İsrail gibi aktörlerden ibaretse ve Türkiye ne sömürgeci, ne de tam emperyalist bir ülke olamadıysa, şu an hadım edilmiş bu dili, söz sanatlarıyla sakızlaştırılmış bu sembolist ağırlıklı hüznü, bu erkek egemen merkeziyetçiliği, bu edebiyat komiserliğini sürdürecektir. Çok ilginçtir ki, sanat ve bilim de dünyadaki olayların olumsuzluğundan, kandan, saf acıdan beslenerek, bir alternatif oluşturmuştur. Baca temizleyicisi çocukların çok çalıştırılmaktan öldükleri bir İngiltere’nin William Blake’i, Hıristiyanlık’ın merkezde olduğu ve kapitalizmle harmanlandığı Amerika’nın bir T. S. Elliot’ı, devrim için çocuklar da dahil, yüzlerce insanın giyotinde kafalarının toplar gibi uçtuğu Fransa’nın ”flâneur” Charles Baudelaire’i vardır. Velhasıl, edebiyatın ya da şiirin ”sosyolojisi” mühimdir. Ekonomi, piyasa, sanayi, temsil, din, tarih, cinsellik, ego (benlik), tecrübe, savaş, güç dengeleri, kadın-erkek ilişkileri, siyasi kamplaşmalar, dünya tarihi, sömürgeler, soykırımlar, kürtaj, oy hakları, bilinçdışı, kalıtım (soyaçekim), teknoloji, bilimsel gelişmeler, mezhepler, evren, Mars, uzaylılar, bekâret, bekârlık, orji vd. vd. vd. bunların her biri şiirin çerçevesi için de önemlidir. Şiirin sınırlarını zorlamak, çerçevesini bile kırmaya çalışmak şiiri aşkınlaştırmanın kendisidir. Ben dünya, ülke ve sanat algımda bu kökensel, dikotomik bağları ve ileriye dönüklüğü önemsiyorum. Ayrıca, bu dosyada bana yer verdiğiniz için teşekkür ediyorum.
TUNCA ÇAYLANT
Bu konuyu konuşurken, en başta, şiirin değer görmediği savını tartışmaya açmak taraftarıyım. Teknolojinin iletişim kanallarını ve sosyal medya mecralarını müthiş şekilde geliştirip önümüze koyduğu bu dijital çağda, şiir artık sadece şiir kitaplarından değil birçok farklı platformdan takip edilebiliyor. Üzerine konuştuğumuz bu problemin, üzerine konuştuğumuz şekliyle, problem vasfını, özellikle son 5 yılda yitirmeye başladığını düşünüyorum. Bu teknolojik devrim, yazının diğer türlerinde olduğu gibi, şiirde de arz talep dengesini sarstı ve yeniden şekillendirmeye başladı. Fotokopi fanzinlerin ve şiir kitaplarının, muhafaza ettikleri alanları web portalleri, e-kitaplar, sosyal medya sayfaları/kanalları gibi ortamlarla paylaşması kaçınılmaz hale geldi. Instagram/Twitter/Facebook üçlüsü okur ile yazar/şair arasındaki sınırları kaldırdı veya son derece saydamlaştırdı. Son 3-4 senede sayıları hızla artan birtakım dergiler (kimileri hakkında süregelen müthiş nitelik tartışmalarını elbette dikkate alarak yapıyorum bu noktada saptamamı) tasarımsal cazibeleri ve yarattıkları kültürle, şiirin de görünürlüğünü artırdı. Bu gelişmeler ışığında, şiirin artık eskisi kadar değer görmediği düşüncesine katılmadığımı belirtmeliyim. Ancak madalyonun öbür yüzüne baktığımızda da şu soruları muhakkak sormamız gerekir:
– Yaşayan şairler ne kadar derinlikli, kalıcı, edebi içeriği kuvvetli metinler üretmektedir? “Hashtag” kullanımları, “140 karakter sınırı” gibi kavramlar bir alt kültür yaratıp okuru, şairi ve nihayetinde şiiri gizli gizli dönüştürüyor olabilir mi? Paylaşımın, hit/trafik almanın geçer akçe sayıldığı böyle bir çağda beğeni/takip düzeyinin yüksekliği şiirin nitel yönünü nasıl belirler? Şairler bu dijital tehlikeye karşı nasıl konum almaktadır?
– Can Yücel, Turgut Uyar, Cemal Süreya gibi ölü şairlerin kendilerine ait olmayan/yanlış dizeler içeren/kitaplarında bulunmayan şiirlerle yeniden keşfi ve sayamayacağımız kadar çok internet platformunda bu yanlış/çarpıtılmış şekliyle dolaşıma sokulması gerçek şiire olan ulaşımı zedelemez mi? Okurlar internetin bu karanlık dehlizlerinden kendini nasıl korumaktadır?
– Okurlar için mühim olan bir şiir kitabını gerçekten sindirerek okumak ve zihnini o şairle sınamak mıdır, yoksa sadece modaya uyup Instagram’da güzel ve çok sayıda etkileşim alacak bir fotoğraf karesi için herhangi bir kitabı satın alıp sergilemek mi?
Toparlayacak olursam, internetin dev bir sarmaşık gibi her tarafımızı sardığı ve tüm edimlerimize müdahil olduğu böyle bir çağda, şiirin eskiye nazaran çok daha göz önünde bulunduğunu ve fakat hızlı tüketim kültürünün bir parçası olma tehlikesiyle de karşı karşıya olduğunu düşünüyorum. Müthiş distopik özellikler barındıran bu çağın yaşayan bir tanığı olarak, ortaya çıkan durumları/sorunları henüz sadece algılayabilmek seviyesindeyim. Çocukluğu gazete kuponlarıyla alınan ansiklopedi sayfaları arasında ve sokak oyunlarıyla geçmiş biri olarak da uyum sağlarken hep geriden geldiğimi söylemeliyim.
YAPRAK DAMLA YILDIRIM
Kendisinin olmayan şiirlere mesafeli duran, şiire emek vermeyen, şiir okumayan bireylerin iyi şairler olabileceğine inanmıyorum. Şiir yazmak, büyük bir disiplin gerektirdiği için beraberinde bazı sorular da getiriyor: Ben bunu neden yazdım? Bu şiir daha önce yazıldı mı? Öyleyse ben neden yeniden yazıyorum? Bu şiiri yeni, farklı ve gerekli yapan ne? Bunlar gibi birbirine açılan sorulara tatmin edici yanıtlar veremediğimiz takdirde, yazdığımız şiirin kültürel bağlamda konumu da değişiyor. Bir eser ortaya koymaktansa ürün imal ediyor, bir yaratım değil seri üretim gerçekleştirmiş oluyoruz. Bu nedenle, bir sanat eserinin biricikliğini koruyabilmek ve sanatsal değerini inşa edebilmek için, öncelikle eserin ardındaki kültürel birikmeyi dikkatle incelememiz şart. Şairlik de tam da buradan besleniyor bence, şiir yazan biri olmakla şair olmak arasındaki fark burada belirginleşiyor: Şair, şiir disiplini olan kişiye deniyor.
Hal böyle olunca, iyi eserler veren şairlerin “şiir okumama gibi büyük bir hastalığa sahip olması” pek mümkün olmuyor. Şair olmak, yani şiiri sıkı bir çalışmayla yazmak, kendi tanımı itibariyle, şairin iyi bir şiir okuru olmasını gerektiriyor. Açıkça söylemek gerekirse, şiir okumadan şiir yazan ve haliyle pek de nitelikli eserler veremeyen bireylerin okura ulaşmaması taraftarıyım. Zaten okuma “sabrı” son derece sınırlı olan bir topluluğa bir de kötü şiirler sunulduğunda, okuru şiirden iyice uzaklaştırmış oluyoruz. Bu anlamda, şiir okuma sorununda, şair ve okura düşen sorumluluk ne kadar büyükse yayıncılara düşen de en az o kadar büyük, diye düşünüyorum. Şaire sorduğumuz sorular yayıncılar için de geçerli: Ben bu kitabı neden bastım? Bu şiire dergimde neden yer verdim? Bu eseri yeni, farklı ve gerekli yapan ne? Bu sorulara verilen yanıtlar yayıncının motivasyonunu da sergiler nitelikte olacaktır. Şiir kitaplarının satışından ciddi bir gelir elde edilmediği ortada. Öyleyse, yayıncıyı şiire yönelten şey maddi bir kazanç olmaktan ziyade entelektüel -ve hatta etik- bir duruş olmalı, diye tahmin ediyorum. Bence, bu duruş çok önemli. Yayıncılar, şiirin ulaşılabilirliğini sağlayan birer araç ve okur-şair buluşmasında birer aracı; başka bir deyişle, neyin yayınlanacağına karar verirken aynı zamanda neyin yazılacağına ve neyin okunacağına da karar veren etkin birimler. Bu nedenle, yayıncıların, okura sundukları eserlerde mümkün olduğunca rafine biçimde iyi şiirlere yer vermeleri gerektiği kanaatindeyim.
Şiire ilginin yeniden yoğunlaşmasını istiyorsak temelde ihtiyacımız olan şey, şiire büyük bir disiplinle yaklaşan şairler ve yayıncılar. Şairler iyi şiirler yazdıkça ve yayıncılar yayınladıkları şiirlerde nitelik odaklı, seçici ve hassas bir tutum sergiledikçe, raflardaki şiirler bir elekten geçmiş olacaktır. Bunun sonucunda okura –büyük oranda- sadece nitelikli şiirler sunulacaktır. Şiir iyi ve ulaşılabilir olduktan sonra, okur hala şiirle ilgilenmiyorsa şiirin yavaş yavaş sadece şairler arasında okunan, kendine dönük bir türe dönüştüğünü kabullenmek ve “leş kargası okuru şiire çekmek” gibi çabalardan kaçınmak gerek. Aksi takdirde, edebiyat (gerçek anlamıyla edebiyat) ve özellikle şiir (emek verilmiş şiir) özlerinden saparak çeşitli pazarlama yöntemlerine açık sahalar ve “sektörler” haline gelir.