Sabah soğuğu ceketimden içeriye sızarken izin istemiyordu. Soğuğun inadına doğmuştu yine güneş. Bulutlar örtmeye çalışsa da göstermişti gül cemalini nazlı bir ceylan gibi. Isıtmıyor mu, görmek bile ısıtıyor kim demiş hava soğuk diye!
“Güneşin olsun gönlünde, o zaman gelsin ne gelirse” diye başladı mırıldanmaya… Esnaflar yeni açıyordu kepenklerini.
– Günaydın sadık bakkal
Migros’tan erken açar hep. Migros olduğu için değil, dükkânını erken açanın rızkı çok olur, dermiş kendisi gibi bakkal babası. Yaz kış temizler bakkalının önünü ve annesinden kalmış yağ tenekelerinin içinde çiçekler ekilidir, kimi dayanır soğuğa kimi dayanmaz. Olsun ama o toprağa hep çiçek eker. Anne yadigârıdır çiçekler.
– Bir tuzlu bisküvi versene bana
– Ah oğul yine mi kahvaltı yapamadın, dur sana bir ekmek arası peynir zeytin yapayım
– Yok yok! Yiyemem yolda. Sen bir bisküvi versen yeter.
Dükkânın içi bisküvi kokuyor, arada da deterjan kokusu karışıveriyor. Sadık bakkal anlatıyor uzun uzun. Açık deterjan satmaya başlamış çünkü alamıyormuş deterjanları mahalleli böyle açık az az alsınlar bari demiş karısı. İyi ki varmış karısı, sadık bakkal karısından bahsederken gözleri yıldızları utandırır parlamaktan.
– Tek yaşanmaz hayatta, sen de bul artık birini, sırt sırta verir çalışırsınız.
Aklı fikri çalışmakta Sadık Bakkal’ın biz kıtlık gördük, çalışıp biriktirmek gerek bu hayatta, diyor
– Ah sadık bakkal, birine güvenmek öyle zor ki… Haydi ben kaçtım.
– Yavaş yürü oğul bisküvin boğazına kaçmasın.
Tam çıkacaksan kafamı çevirip gülümsedim Sadık bakkala. Gözlerimizle konuştuk. İyi ki varsın Sadık bakkal. İyi ki Migros’a dayanmışsın bunca yıl… Koşturmaya devam ediyorum. Önünden geçiyorum Nalburcu dükkânının, Terzi Hüseyin’in, bisiklet tamircisi İsmail’in, iki sokak ötedeki kırtasiyeci Ahmet’in, Eczacı Neriman ablanın… Mahalleden uzaklaştıkça yabancılaşıyor insanlar da. Birbirlerine bile bakmadan koşuşturmaya başlıyorlar ya da birbirlerine bakmaya bile tahammül edemiyorlar, Kim bilir… Sarı montlu, yeşil bereli, mor atkılı, siyah saçlı, mini etekli, kırmızı fularlı, kurşuni takım elbiseli insanlar… Bir de aralarından sıyrılarak geçen sokak köpekleri. Şehrin kalabalığına ve ritmine ayak uydururcasına koşmakla yürümek arasında bir tempoyla biz de varız, diyorlar. İyi ki varsınız, bu kalabalık caddede dünyanın sadece insanlara ait olmadığını hatırlatıyorsunuz.
Avuç açmış bir dilenci, kağıt toplayıcıları, iş bekleyen göçmenler… Utanıyorum yediğim bisküviden katlayıp cebime koyuyorum. Sokakta bir şey yenir mi oğulum, derdi annem. Bulanı var bulamayanı. Daha hızlı yürüyorum kalabalığı makasla keser gibi. Otobüs durağına da az kaldı zaten. Sırtımdan akan teri hissediyorum. Hoşuma gidiyor, yaşamak güzel şey be kardeşim!
Kaldırımda toplanan kalabalık da nedir öyle! Polisler sarmış her tarafı bir de haberciler. Meraklı bir kalabalık toplanmış polis kordonunun dışında. Herkes birbirine bir şeyler anlatıyor. Yolun ortasında, sabahın seyrinde, herkes işine gücüne giderken bir insan vuruluyor. Kalabalık caddenin ortasında uzunlamasına biri yatıyor, üzeri örtülmüş. Gazeteci miymiş, neymiş?
Yüzü örtük, ayakkabısı yırttık. Ölürken gizleyememiş ayakkabısındaki yırtığı.
Pek bir tanıdık geliyor bu yırtık.
Emeğin, delik ayakkabısı kaderindenmiş. Ama işte o yırtık ayakkabı emeği eşitliyor.
– Çocukları da varmış, iki tane biri kız biri erkek.
Yırtık ayakkabılı bir baba; belli ki önce kendini düşünmemiş, belli ki ocak ayının soğuğunda ıslanan ayaklarına “dayan” demiş. Kaç baba böyle düşünmüş; “Bu kış da böyle geçsin” deyip umursamamış. Yaşamamış, zaten yaşaması da istenmemiş belli ki!
Ah o yırtık ayakkabılı babalar geldi aklıma biri de benim babam, hiç sesiniz çıkmaz mı sizin, hayat size yeni ayakkabı verir mi?
Statü değişir, roller değişir, ayakkabı ne zaman değişir? Çocuk büyüyünce, okulu bitirince, ayakları üzerinde durunca, derken yıllar geçer. Bir taraftan bin bir korku, bir taraftan geçim derdi derken, “Hele bu kış da bir şey almayım kendime, çocuklar bir büyüsün de” deyiverir ama çocuklar da hiç büyümez be.
İşte o yırtık ayakkabılı babalardan biriydi belki ölen, benim babam gibi, geçim derdi herkeste olduğu gibi onda da vardı elbet. Korkuları, umutları, büyümesini beklediği çocukları vardı belki de. İşte o yüzden emek evrenseldi çünkü duygular ortak bir dilde birleşiyordu.
Sessiz bir bekleyişti, çocukların büyümesi. Bunu sadece yırtık ayakkabılı babalar ve aileleri anlamlandırabildiği.
Arkamdan gelen bir sesle ayıktım.
– Arkadaşım göremiyorum, çekil önümden.
Belli ki yaşarken kimsenin dikkatini çekmemişti şimdi ölüsü seyredilir olmuştu. Canlı kanlıyken birbirlerinin yüzlerine bakmadan geçip giden insanlar, şimdi cansız bedene bakar olmuşlardı. Ah bu tuhaf insanlar!