Yaser Bereketoğlu
Yazın alanında kendinden en çok söz ettiren, tartışılan tür şiir olmuştur. Edebiyat- sanat dergileri on yılda bir, şiiri sorgular. Şiirin dünü, bugünü ve işlevi üzerine onlarca yazı yayımlarlar. Sonuç olarak ortaya, şiirin sayısız tanımı ve şiirin işlevine dair birçok görüş çıkar.
Şiire dair üzerinde en çok durulan sorular; şiir nedir, niçin yazılır, şair kimdir. Bu soruları ve yanıtlarını şimdilik bir kenara bırakarak “Bir şiir bizi nereye götürür?” sorusuna karşılık görüşlerimi paylaşmak istiyorum.
Ülkemizde her zaman, çokça şiir yazılmış ve hâlâ yazılmaktadır. Ne yazık ki bu şiirler yeterince okunmamaktadır. Şu an konumuzun dışında olan türlü nedenlerle de ortalama şiir okuru tükenme noktasına gelmiştir.
Şiir yazanların çoğu; içinde yaşadığımız toplumu, doğayı, insanları, hayatın burgaçlarını; özgün ve estetik bakış açısıyla, bir ileti bütünlüğü içindeki söylemi, yani şiiri ne yazık ki süreç içinde yavanlaştırmıştır. Bu anlamda şiir tercihsiz bir yalnızlığa itilmiştir.
Şiirin hammaddesi dildir. Bizi bir yerlere götürecek olan şiirin dili, şair tarafından tekrar kurulmuş, üretilmiş ve kendine göre bir tını – tat bularak da özgünleşmiş olmalıdır.
Fransız şair Paul Claudel şöyle der:
“Kullandığım sözcükler sizin her gün kullandığınız sözcüklerdir, ama aynı değildir. Bu çiçekler sizin çiçeklerinizdir, ama siz onları tanımadığınızı söylüyorsunuz. Bakın bu ayaklar sizin ayaklarınızdır, ama ben onlarla denizin üzerinde yürüyorum.”
Söz her zaman vardır ve söz, değişen dünyada kendini yinelemek yerine yenilemelidir. Şair, sürekli olarak hayatla sürtüşme halindedir. Bu sürtüşme, şiir dediğimiz estetik ve özgün bir ileti bütünlüğünü doğurur.
Hamuru maya tutmayan şiir bizi bir yerlere götürmez. Götüremez. Oysa; doğa, toplum ve insan üçgeninin diyalektiğinde, estetiği göz ardı etmeden, şiirin işlevi olan topluma ortak bir duyarlılık ve vicdan oluşturan bir şiir bizi çok yere götürür.
Bir şiir bizi çağrışımsal bir yolculuğa götürür:
Ahmet Erhan’ın; “Diş fırçasını da iç cebine saklamıştı”
Özdemir Asaf’ın; “Sen ey deniz / Yeşil deniz, mor deniz / Kırmızıyla yazılırsın / Sevgilere ve ölüme /…/ Göklerden bakıyorsun / Mavi-mavi ölüme” dizeleri gibi.
Bir şiir bizi, insani duygularımızın doruklarına götürür:
Nazım Hikmet’in; “Paran varsa eğer / bana bir fanila don al / tuttu yine bacağımın siyatik ağrısı.” gibi.
Bir şiir bizi, insanların kişisel acılarına götürür.
Yunus Emre; “Acep şu yerlerde var m’ola / Şöyle garip bencileyin / Bağrı bağlı gözü yaşlı / Şöyle garip bencileyin.”
Karacaoğlan’ın; “Şu yalan dünyaya geldim geleli / Tas tas içtim aguları sağ iken.”
Fuzuli’nin; “Beni candan usandırdı cefadan yar usanmaz mı / Felekler yandı âhımdan muradım şem’i yanmaz mı” dizeleri gibi.
Bir şiir bizi empatinin derin psikolojisine götürür:
Ece Ayhan’ın; “Her çocuğun kalbinde kendinden büyük bir çocuk vardır.” dizesi gibi.
Bir şiir bizi mazinin derinliklerine götürür:
F. Hüsnü Dağlarca’nın; “Bu eller miydi masallar arasından / Rüyalara uzattığım bu eller miydi / Arzu dolu, yaşamak dolu / Bu eller miydi resimleri tutarken uyuyan / Topraktan evler yapan bu eller miydi / Ki şimdi değmekte toprak olan evlere / El işi vazifelerinin önünde / tırnaklarını düşünmek ne iyiydi.” dizeleri gibi.
Bir şiir bizi, duyarlılığımızın kılcal damarlarına götürür:
Atilla İlhan’ın; “O mahur beste çalar Müjgan’la ben ağlaşırız / Gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız / Yalnız kederli yalnızlığımızda sıralı sırasız / O mahur beste çalar Müjganla ben ağlaşırız.”
Edip Cansever’in; “Ahmet abi, güzelim, bir mendil niye kanar / Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar. Mendilimde kan sesleri.” dizeleri gibi.
Bir şiir bizi barışın yüce güzelliğine götürür:
Turgut Uyar’ın; “Güvercin toplayarak geldim öteden beriden / Ellerin bir demet güvercin olarak / Uçursun uzaklara yukarılara sevdamızı.” dizelerindeki gibi.
Bir şiir bizi mistik düşüncenin büyüsüne götürür;
Mevlana’nın; “Ben bir denizim demedim mi sana / Sen bir balıksın demedim mi / Demedim mi o kuru yerlere gitme sakın / Senin duru denizin ben’im demedim mi?” dizeleri gibi.
Bir şiir bizi hayatın süzgecine götürür:
Hilmi Yavuz’un; “Acının vergisini verdik, gülün haracını ödedik /
Hüznü demirbaş defterinden düşmeye geldi sıra” dizeleri gibi.
Bir şiir bizi yabancılaşmadan kurtarıp arzulanan bir bütünlüğe götürür:
Enver Gökçe’nin, “Uğruna çekilen / Derttir, mihnettir / Senden yana olduğumuz sebeptir / Kardeşçe hayat.” dizeleri gibi.
Bir şiir bizi izlenimlerimizin alımlı anlatımına götürür:
Andre Breton’un; “Derede akan bir şarkı var / Beyaz bir masa örtüsü gibi katlanıyor gün / Bir çantaya giriyor dünya.” dizeleri gibi.
Bir şiir bizim soyut ve somut duygularımızı, coşkularımızı harekete geçirip bir yelkenli ile okyanuslara götürür:
Nazım Hikmet’in; “Esmer ayakları çıplak bir yağmur”
Ahmet Arif’in; “Şarkılar bilirim çığ tutmuş”
Cemal Süreya’nın; “İşte tam bu saatte bir yara gibidir su”
Can Yücel’in; “Güneşin yıldızlarına gerilmiş bir badem ağacı gibi”
Attila İlhan’ın; “Sen bana kaptan diyorsun herkes bana kaptan diyor / Sahici bir kaptanmışım gibi tükürüyorum” dizelerinde olduğu gibi.
Şiir bizi hayatın burgaçlarında ve hayalin bitimsiz derinlikteki yolculuğumuzda saadete, acılara, yalnızlığa, güzelliğe, umuda ve insanlığın evrensel bahçesine katkı sunan bir çiçeğe götürür.
Aşağıdaki şiirimin sizleri nereye götüreceğini ben de bilemiyorum.
HİPNOZ
ekmeğin bölüşüldüğü günlerdi
katıksız sevdaların koynunda
gökkuşağının öpüldüğü
ıslak karanfil kokulu dudaklarla
saflığın yaşandığı günlerdi
cepte bilyeler elde çember telleri
sevgiden haberli büyürlerdi
pamuk içinde ekili buğday taneleri
özlemin çekildiği günlerdi
bulutların ensesine umutların yüklendiği
öğle vakitlerinde göğün maviliğiyle
yüzleri okşayarak esen meltemdi
özgürlüğün yaşandığı günlerdi
uzaklardan olabildiğince gülümseyen
kuyruklu uçurtmalar uçardı
çizgili beyaz kağıtlardan
………………………………….
…………………………..
çocukluğunu haykırıyor adam
derin bir hipnozda