(öykü)
İş yerinden sadece sabah için izin alabilmiştim. O da rica minnet. Hastanede olacağımı söylememiştim, söyleyememiştim. Bilinmesi işsiz kalmama neden olabilirdi. Bunun saçma olduğunu biliyorum ama gizlemek zorundaydım.
Elbette benim hastanede olmam kadar doğal bir şey yoktu. Dişi memeli canlılar hamile kalırlar, canlılık böyle devam eder ama kimin umurunda, kendini doğadan üstün zanneden patronlar ve yaverleri var yeryüzünde. Bir de canlılığın işlemesi için gerekli zannettikleri kalıpları, kuralları, ahlaki değerleri ve bir sürü safsatalar…
“Evet, yapacak bir şey yok. Gebesiniz ama bozulmuş dağılmış bir gebelik.”
Ne soğuk bir ses alışkanlık belki.
“Bu neden olur yani neden bozulur?”
Ayaklarım titrerken aklıma gelen bu soruya anlam veremedim. Sormuş bulundum.
“Oluyor bazen…”
Belli ki onun da bana söyleyebileceği bir şey yok. Bacaklarımın titremesi gövdemden zihnime sıçramış olmalı.
Sustuk… Düşünmeye ihtiyacım vardı ya da karşılaştığım durumu düşünerek çiğnemeye ve oradan öğütüp sindirmeye.
“Ne yapmak gerek…”
Şu titreme de nereden çıktı. Ellerimin titremesini saklamaya çalışıyordum. Peki ya bedenimin zangır zangır titrediği belli oluyor muydu, üşüyor numarası mı yapsam?
“Temizleyeceğiz kısa sürede…”
“Kirli bir şey değil ki temizlensin” diyorum koltuğa değen yerlerimin terlediğini fark ederek.
“Evet değil ama…”
Artık kulaklarım da duymuyordu. Bedenimi ele geçiren titreme duyma yetimi de ele geçirmişti.
Karnımda bir bebek mi var? Hayır yok. Bilimsel olarak yok. Olmamış dağılmış bozulmuş… Ama var ama yok…
Tüm bunları düşünürken zaman geçmişti ve işte bu son 15 dakika içerisinde buluverdim kendimi, üstelik apar topar. Belki de hiç hazır olmayacaktım.
İşte bu son 15 dakika, gökkuşağındaki renklerin aslında pamuklu şeker gibi bir yalan olduğunu görmem demekti. Buna rağmen her sabah süslenip püslenip topuklu ayakkabılarımla finans dünyasının gülen, güvenilir yüzü olmam. Bunları düşünmek istemsizce kendime acımam demekti, biliyorum. Evet, belki de ilk defa mutluydum tıp dünyasının bozuk döllenme dediği isimsiz kahramanımla, o da birazdan akıp gidecekti. Evimden kimsenin bilmediği bir cenaze kalkıyordu ve ben sistemin kölesi olmuş bir kadın olarak hayatıma devam etmek zorundaydım.
“Hayır hayır kalsa almasak olmaz mı?”
Evet bunu da sormuştum, şimdi hatırladım.
“Zarar verecek size…”
Hangisi zararlı ki benim için, kalması mı gitmesi mi?
Off telefon, tam da zamanı…
Telefonun titreşimi bedenimin duvarlarını titretiyor. Açıp açmama konusunda kararsız kalsam da bir çift güzel söz duymaya ihtiyacım var. Belki bir çift güzel söz… Umut işte. Fakirin ekmeği.
“Nermin, neredesin?”
Ses otoriter…
“Bahsetmiştim ya… Hastanedeyim.”
“Biz bir hataydık biliyorsun, değil mi… Yani şimdiki durumuna acıyorum ama… Neden böyle oldu? Arkadaşken daha iyiydik biz. Cinsellik bizim dengemizi bozdu…”
Ne diyor bu ya acıyormuş. Küstah… Sanki ben tektim sevişirken! Elbette tekmişim. Bir lanet dilimin ucuna geliyor, annemin sesini duyar gibi oluyorum. “Ayıp kızım, şükret. Şükret ne acılar çekiyor insanlar.”
O konuşurken kapatıyorum telefonu. Elim istemsizce rahmime gidiyor ve bir çocuk evini terk ediyor, bavulu hazırlanmış çoktan, son 5 dakika… Hayır hayır çocuk değil o. Bu havaya girme sakın!
09.55
“Hazırlayın hastayı.”
Bir cenaze çıkacak rahmimden kimsesiz, sokağa atılacak. Ardından benim dışımda kimse ağlamayacak.
“Korkma, sakin ol seni uyutacağız, hissetmeyeceksin. Çok az sürecek.”
Yine aynı titreme bedenimi sarıyor, ellerim rahmimde, sıkı sıkı tutuyorum, terliyor. Bir yol… Başka bir çıkış yolu olmalı mutlaka ama yok, bulamıyorum. Pencereye bakıyorum, atıyorum kendimi 5. kattan aşağıya 1, 2, 3, 4 defa… Yok ölmedim, yaşıyorum.
Hayır hayır ağlamak yok birazdan topuklu ayakkabılarımı giyinip beyaz yakalı hayatıma geri döneceğim.
10.00.
Nasıl da umursamaz bencil zaman.
“Yavaş yavaş narkozu verin, başın dönecek ve …”
Bir ses duyuyorum, onun sesi…
Doğumhaneye seninle böyle girmek istemezdim anne. Uyandığımda bana sarılmanı, sıcaklığını ve kokunu hissetmek isterdim. Senden vazgeçmiyorum anne. Sana rengârenk kır çiçekleri toplamaya gidiyorum. Döndüğümde toprağından çiçekleri ayırmadan sevmenin mutluluğunu anlat bana. Hayatın yüceliğini, insanları sevmenin erdemini, ayakları üzerinde duran güçlü kadınları, sanat felsefesini anlat mesela. Hayalleri seversin sen. Düşler ülkesindeki zalimleri anlat ve iyilerin nasıl sevgiyle onları yendiklerini. Bu çoğulcu yalnızlığında beni bekle anne…
Geleceğim evime, senin sıcak rahmine… Bekle beni anne…”
Hastayı uyandırın!
Topuklu ayakkabımı giyindim, makyajımı tazeledim, tüm beyaz yakalıların kaderi olan hafif gülümsememi dudağıma yerleştirdim. Evet uyandım ve yaşamaya devam ettim. Ama bir farkla, senin renkli kır çiçeklerinle dönmeni bekleyerek …