W’nun Esrarı Aydınlanıyor...
- İsminizde neden “W” harfini kullanıyorsunuz?
— Ben çok rüya görürüm sevgili Gazi Efe. Sonra da unuturum. Yine böyle rüya gördüğüm bir geceydi. Bir orman vardır rüya ülkemde, sık sık uğradığım. Harf heykellerinden bir ormandır. Bitkilerin üzerini sardığı yıkılmış harfler arasında dolaştığım o ormanda, yalnız başına kalmış biraz da neredeyse devrilecek bir “V” harfine denk geldim rüyamda. Şekline baksana, “V” ayakta zor duran bir harftir zaten kendi başına bile. Korkuyorum. Yazık, yıkılacak galiba diyorum kendi kendime. Neyse, rüyam burada bitiyor. Ertesi sabah, nedense, bu rüyayı unutmuyorum. Bir “işaret” bu diyorum. Ama neyin işareti? Bilmiyor, anlam veremiyorum… Unutuyorum da sonra. Epey bir zaman geçtikten sonra, yeni bir kitabım çıkacak. Hazırlıklarını yapıyorum… Ve gece daha önce gördüğüm rüya yine ortaya çıkıyor. Aynı ormandayım. Ama bu kez bir değişiklik var. Endişe ve tedirginliğim ortadan kalkmış, orman da güzelleşmiş. Çiçekler, kelebekler, nefis yeşil bir örtü her yerde, kuş sesleri… Harf heykelleri arasında dolaşmaya çıkıyorum yine hep olduğu gibi… İşte, orada, o eski dostum, zayıf, yıkıldı yıkılacak “V” harfine rastlıyorum. Süpriz… V harfi olmuş “W”… İki V yan yana gelmiş ve çok güçlü, dayanıklı, orman ışıklarıyla yıkanmış harika bir heykele dönüşmüş… O an her şeyi anladım. Ertesi sabah yayınlanacak dosyamı yayıncıma yolladığımda artık benim o eski, zayıf, sallantılı V harfim, W olmuştu… Bundan sonra da öyle kalacak… Bunu ilk defa sana anlatıyorum, aramızda kalsın olur mu?
- İnternet üzerindeki forumlarda, şiirlerinizde ses ve ahenk bulunmadığı, uyumsuz satırları alt alta dizerek onlara mısra demenin şairlik olmadığı şeklinde, hakkınızda yapılmış bazı eleştiriler var. Böyle bir tarzı benimsemenizin sebebi nedir?
— Şiirlerimi okudun mu? Okuduysan eğer, sen ne düşünüyorsun bu konuda merak ettim şimdi. Gandi vardır bilir misin, çok büyük bir ruh, müthiş bir insan. Onun harika bir lafı vardır. Tekrarlayayım; “Önce seni görmezden gelirler, sonra sana gülerler, sonra senle dövüşürler… ve sonra sen kazanırsın”. Sevgili Gazi Efe, 18 yaşında, binlerce kişiyle yarıştığım bir yetenek sınavıyla Güzel Sanatlar Akademisi’ne kabul edildim. 21 yaşında, yazdığım ilk yazıyla, bir eleştiri yarışmasında ödül kazandım. 23 yaşında, Türk şiir tarihine geçmiş bir dergi, arkadaşlarımla birlikte elbet, yayınladım. 24 yaşında, Cemal Süreya, Çetin Altan, Salah Birsel, Sabahattin Kudret Aksal, Tarık Buğra’nın jüri üyesi olduğu bir yarışmada, o zamanlar artık ustalığını kimsenin tartışmadığı ve 70 yaşındaki Melih Cevdet Anday ile bir ödülü paylaştım. Otuz yaşımda, çıkardığım ilk kitapla, yine bir büyük şairin adına konmuş ödülü, Necatigil Şiir Ödülü’nü aldım. Sonra, ikinci şiir kitabım geldi. Türkiye Yazarlar Birliği, o kitabı, “yılın şiir kitabı” seçti… Burada keseyim, yeter mi acaba? O eleştirileri dile getirenlerin, “şiir kariyerlerinde” neler yaptıklarını bir sor istersen? Bakalım ne diyecekler? Bir şair, şiirleriyle konuşur. Hepsi budur! Boş laflarla vakit kaybetmez. Yazdığın, yazabildiğin kadar varsındır. Gerisi kıskançlıklar, erişemediği ciğere pis demeler. Gülüp, geçeceksin. Düşmanların varsa, meyveli ağacın taşlanıyorsa, iyidir. Hakiki bir şey yapmış, bir etki yaratmışsındır demek ki. Bu tür kof eleştiriler bir yandan şiirinin sağlamasını yapmaya yarar çünkü. Hatırlatıyorum, ne diyordu Gandi; “… sonra sen kazanırsın.”
- Okuyucu olarak katıldığınız ilk fuar ile yazar olarak katıldığınız ilk fuar arasındaki farklar nelerdir?
— Çok geriye gideceğim. Belleğim beni yanıltmıyorsa, ilk katıldığım kitap fuarı sanırım Tüyap’ındı, şimdi adı The Marmara olan otelin otopark katlarından birinde yapılmıştı. Yıl 1982… Birkaç yıl sonra Tepebaşı’na taşındı fuar… Birkaç yıl da orada sürdü. En sonunda şimdiki Beylikdüzü’ne gitti. İlk fuarlar daha küçük ve samimiydi. Kitapseverleri, okurları, birbirini tanıyan ya da orada tanışan kişileri buluştururdu. Daha az yayınevi ve çeşit vardı. Şimdi Türkiye’de onlarca fuar var. Büyükşehirlerin neredeyse hepsinde “kitap fuarı” yapılıyor. O fuarlara gidip baktığınızda, artık yayıncılığın kocaman bir “endüstri” olduğunu gayet net görebiliyorsun… Son katıldığım fuardan aklımda kalan en komik şey, wattpad yazarlarının imza günüydü. Biliyorsun, wattpad dijital bir ortam. Çok okunsa da yazarlarının “basılı“ kitabı pek olmuyor. Ne imzalayacaklar, ne imzalıyorlar acaba diye merak ettim, gidip baktım… Yüzlerce genç kuyrukta… Meğer ünlü wattpad yazarımız, kendi posterini imzalıyormuş. İmza kuyruğunun nedeni buymuş.
- Hayata bakışınızı değiştiren bir kitap var mı? Eğer var ise bu kitap yaşamınızda nasıl bir değişikliğe yol açtı?
— Elbette var hem de çok. Ama birini, senin yaşına uygun olan birini hatırlatayım. Ferenc Molnar’ın Pal Sokağı Çocukları kitabı. Kitabın kahramanı Nemecsek’in ölümünde ağlamıştım. Arkadaşlarına ve ideallerine bağlılığı, karakterinin özellikleri beni çok etkilemişti. Hayatım boyunca onun gibi biri olmaya çalıştım sonra. Uzun zaman arkadaşlık yaptığım, yapabildiğim herkese –ki birkaç tanesiyle elli insan yılını bulur arkadaşlığım- aklıma geldikçe sordum, meğer onlar da Pal Sokağı Çocukları’nı okumuşlar.
- “Toz Olduğunu Unutma” adlı şiirinizde, “ufka bak, uçuruma bakma. Karşılık verir zirâ uçurum kendini kainat sanan bakışa” şeklinde bir mısra yer alıyor. Bu mısrayı kaleme alırken Nietzsche’den mi esinlendiniz?
— “Memento quia pulvis est” i diyorsun değil mi? Uçurum deyince elbette akla ilk Nietzsche gelir, normaldir. Çok severim. Gençliğimde hararetle okudum yazdıklarını. Ara ara döner yine okurum. “İyinin ve Kötünün Ötesinde” neler olur, onu merak ettirir çünkü. İnsana kanat takar. Ona atıf vardır şiirde, fakat başka bir şey, çok kişisel bir şey daha var… Birkaç yıl önce çok büyük bir ameliyat geçirdim. Kalbimdeki dört damar değiştirildi. Yaklaşık 8 saat bir masada, bu dünyanın dışında zaman geçirdim. Kişisel hayatımda da uçuruma baktım yani. Modern şiirimizin kurucu şairi Yahya Kemal’in “geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan/ ve arkasında güneş doğmayan” dediği o büyük kapının eşiğinden “sükûnlu gece” ile göz göze geldim. Sonra o tecrübeden yola çıkarak “Anlat Kalbim” adlı bir kitap yazdım. Dilerim, ilerde okursun.
- Şiirlerinize Latince başlıklar koymanızın ve yabancı kelimeleri sıkça kullanmanızın sebebi nedir? Bu durumun eserlerinizin ulaştığı kitleyi daraltma olasılığı sizi endişelendirmiyor mu?
— Sondan başa doğru yanıtlayayım. Ben bir “kitleye” şiir yazmıyorum. Yazmadım hiç. Benim şiirimin, eğer varsa bir hedefi, yalnız, varoluşa atılmış ve onunla ne yapması gerektiğini anlamaya çalışan“ tek insan”dır. Benzerim, ikizim olan bir okur’dur benim şiirlerimde karşıma alıp konuştuğum. O nedenle, hiç “okur kaybı” endişesi taşımadım bugüne kadar. Latince’ye gelince. Şair, Dil’e çalışan bir insandır. Bir süredir, Latince öğrenmek ile boğuşuyorum, ve Latince atasözleri, inan çok güzeldir. Rosa Das Rosas, benim batı şiir geleneği içindeki yolculuğumdan yansımalar taşıyan bir kitaptır. Şimdi bilgiye ulaşmak için elimizde çok güçlü, hızlı, pratik alet ve imkanlar var. Gerçekten merak eden biriyse okur, birkaç dakika içinde, kitaptaki Latince başlıkların ve sözcüklerin ne anlama geldiğini öğrenebilir. Okurları hazıra alıştırmamak gerekir. Hele de şiir okurlarını. Son olarak şöyle bağlayayım sözümü, ben romancılar gibi “yayın endüstrisine girdi sağlayan” biri değilim ki, satış, pazarlama – ki mesleğim gereği bu konuları çok iyi bilirim- gibi çabalar içinde olayım.
- “Rosa Das Rosas” kitabınız ismini nereden alıyor?
— Arkadaşım Ali Günvar’ın yazdığı bir şiir vardı, adı “Rosa Das Rosas”. Çok beğendim ve kendisine dedim ki, ben de bir “Rosa Das Rosas” yazacağım, ama seninkinden daha güzel olacak. Yazdım da. Benim bu lafımı duyan bir başka şair arkadaşım Cem Yavuz da, ben de bir “ Rosa Das Rosas” yazacağım dedi ve “ Neimendrose” yani “HiçKimseninGülü” anlamına gelen bir karşı şiir yazdı. Bir başka önemli şaire, Celan’a atıfta bulunarak. Yani, bir üçgen oluşturduk böylece. Şeytan Üçgeni diye bir bölge vardır, bilir misin, uçaklar ve gemiler kaybolur, kimse ne ve neden olduğunu bilmez. Hakkında efsaneler, kitaplar yazılmıştır. İşte bizim “Rosa Das Rosas”larımız da Türk şiirinde öyle bir üçgendir. Bakalım, hangi akademisyen bu üçgen’in tekinsiz bölgesine girme cesaretini gösterecek?
- Rosa Das Rosas” adlı kitabınızda Goethe, Baudelaire ve Leopardi’den alıntılar yapmışsınız. Bu şairlerin sizi etkileyen yönleri nelerdir? Etkilendiğiniz başka şairler var mı?
— Hiçbir şairden etkilenmedim, etkilenmiyorum şiir yazarken diyen biri varsa ya yalancı ya da aptaldır. Her ressam, diğer ressamlara bakar, her müzisyen başka müzisyenleri dinler, zira sanat böyle öğrenilir. Etkiler alarak ve etkiler dağıtarak. Kendini etkilenmeye kaparsan, kurursun. Ben bu konuda şanslıyımdır. O kadar çok şairden etkilendim ve etkilenmeye devam ediyorum ki, bunun bana kazandırdığı zenginliği ne kadar anlatsam, az gelir. Valery’nin bu konuda çok hoş bir sözü vardır, aktarayım ki, sen de öğren: “Başkaların-dan beslenmek kadar orijinal bir şey bilmiyorum.” Dilerim, hayatım boyunca, etkilenmekten kurtulmam. Asıl endişe, etkilenmeme endişesidir. Hiçbir şairden etkilenmemeye başladıysan, bunun tıpta bir adı vardır, “afazi” derler, zaten o noktadan sonra da şiir yazamazsın.
Goethe, Baudelaire evrensel şiir geleneğinde çok büyük dönüşümlere yol açmış şairlerdir. Onların ne yaptığını, nasıl yaptığını incelersen, epey şey öğrenirsin. Başka bir boyuta taşırsın şiirini. Leopardi’ye gelince, onun bir yıkılış dönemi şairi olduğunu söylemekle yetineyim şimdilik.
- “Dignus Ornatus” adlı şiirinizin başında “Bonnefoy için” yazıyor. Bu şiiri ona atfetmenizin sebebi nedir?
— Benim başıma sık sık tuhaf şeyler gelir. Bu şiirin hikayesi de öyle. Sıcak bir yaz günüydü. Sıkıntıyla, kitaplığımı karıştırıyordum. Bonnefoy’un Olasılık Dışındaki adıyla çevrilen kitabını gördüm. Alıp, okurum diye kenara koymuş ve bir türlü sıra gelmediği için okuyamamıştım. Neyse, bütün gün kitabı okudum. Kimi yerlerin altını çizdim. Bonnefoy şair olarak da çok sevdiğim biriydi. O gün düzyazısına bir kez daha hayran kalmıştım. Altını çizdiğim yerleri, alıntı defterime yazdım. Belki bir şiirde kullanırım veya bir yazıda diye aklımdan geçirmiştim. Neyse, kitap bittikten ve notlarımı aldıktan sonra twitter’e girdim… Birkaç dakika sonra, Bonnefoy’un öldüğünü haber veren bir twitt düştü ortama. Nasıl bir tesadüf, Baudelaire’in kelimesiyle söylersem, nasıl bir “eşduyum”? Öyle kala kaldım… Sonra o notlardan da yararlanarak şiiri yazdım. Orada çok tuhaf ve eğlenceli şeyler yaptım. Belki meraklı, araştırmacı bir denemeci o kitap ile şiiri karşılaştırır ve buldukları onu da heyecanlandırır diyeyim. Daha fazla “spoiler” vermeyelim, değil mi? Şiirin Bonnefoy’ ya adanmasının hikayesi kısaca böyledir.
- Geçmişte yaşamış ünlü bir şair ile tanışma fırsatınız olsaydı, kiminle tanışmak isterdiniz, neden?
— Bak bu zor bir soru. O kadar çok tanışmış olmayı istediğim şair vardır ki, seçim zor. Sana bir şey anlatayım, ama herkese söyleme. Ben, zaten rüyamda geçmişin büyük şairleri ile tanışır, söyleşir, eğleşirim. Benim için yeni bir şey değildir bu durum. Ama şu sıralar, yazmakta olduğum bir kitapla ilgili olarak Orpheus ile tanışmayı isterdim. Onun bizzat çaldığı lir’i ve sevgili karısı Evridiki’yi aramak için indiği yeraltı dünyasına dair maceralarını kendisinden dinlemeyi isterdim. Kim bilir bakarsın bir gece rüyama gelir. Anlatır. Neden olmasın?