GÖNÜL TÜRÜT KESİM
gnl.trt3@gmail.com
Dizilerden Önce; Kitaplar Var/dı!
Pandemi, hayatlarımızdan ne çok şeyi sildi, birbirimizin gülüşlerini görmekten mahrum kaldık, sevdiklerimizin sırtlarını sıvazlayamaz olduk! Dezenfektan şişeleri ve maskeler olmazsa olmazlarımız ve hatta hayatta kalmak için tutunacak dallarımız haline geldi! Bu cümlede mübalağa bile yapmadım. Sadece var olan durumu özetledim ama kulağa çok abartılı geliyor. Kısa bir süre önceydi; biz, canımız ne zaman nereye isterse oraya gidiyorduk, giderdik, gidiyormuşuz!
Her şey çok çabuk değişti. Mart 2019’da maskesiz, Eskişehir’de kitapçıların sıra sıra olduğu caddeye gitmiş ve o herkesin bildiği, iğne atsan yere düşmeyecek kitapçıdan, mürekkebi üstünde “Camdaki Kız” adlı kitabı almış, bir solukta okumuş, kitapların tanıtıldığı bir dergi için aşağıdaki tanıtım yazısını yazmıştım. 2019 Mart böyleydi. Normaldi.
2020 Mart’ta ise… Ne çok şey değişti!
Hayatımızdan çıkanlar oldu ve de hayatımıza girenler; “Camdaki Kız” dizisinin tanıtımlarını ekranlarda görünce; Kitabın tanıtımı için yazdığım aşağıdaki yazıyı okudum; yazarın “kader sarmalı” nı aşırı kederli, pesimist bulmuşum. Tabi o zamanlar, (çok uzun zaman geçmiş gibi geliyor) 2021 yılında, aynı anda birkaç kanalda birden, aynı yazarın farklı kitaplarının prime timde diziye dönüştürülebileceğini, kitaplarda karamsar bulduğum bakış açısını, mumla arayacağımızı, öngörememişim! Üstelik bu kitapların, diziye dönüştürülürken senaristlerin “uyarlama” sözcüğünün sınırlarını daha ne kadar zorlayabileceklerini hiç hesap edememişim.
Gerçek bir hayat hikâyesi yazıyorken, uyarlama sözcüğünün ne anlam ifade ettiğinin sınırlarını çizemiyor insan!
Kitapların sizi etkileyen nahif makyajı; dizilerde, adeta korku filmleri için makyaj tasarımı yapan bir el tarafından, baştan aşağı yeniden tasarlanmış. Kitapları okurken hissettikleriniz apayrı; dizileri izlerken düştüğünüz dehşet ise akıl sır erdirilir gibi değil! Doğal olarak kendimle ilgili şunu sorguladım: ‘Demek ki Gönül, kitapları hiç anlayamamışsın! Sen iyi bir okur değilsin! Bak neler yazıyormuş!’. Ben, ekranda gördüklerimin çoğunu okumadım o kitaplarda.
Bu noktada aklımda deli sorular: ‘Sırf isteniyor, izleniyor diye edebiyata, kitaba, kitaba değer veren okura bu yapılır mı?’. ‘Halkın nabzını tutmak’ tan anlaşılan bu mu? Sırf şimdi Nalan ve Sedat karakterini oynayan oyuncuları, halk bir arada izlemek istiyor diye, kitapları reytinglere kurban mı veriyoruz?
Bu durum, çok sağlıksız bir beslenme değil midir? Sırf isteniyor, talep ediliyor diye devamlı dram sunmak, ağlamasın sussun, onu seviyor diye annesi tarafından abur cubura çocuğu boğmak kadar zayıf ve bencil bir duruş değil midir?
Yok, mu bu memlekette, halkın ruhuna iyi gelecek, izleyene ilham verecek, güzel hayat hikâyeleri?
Korkutmadan, ürkütmeden, ağlatmadan, acıtmadan olmaz mı dizi?
Neden toplum sağlığına önem veren, yön veren aydınlar bu işe el atmıyor?
Neredeler? Dizilerdeki acının ve şiddetinin sırf izleniyor, isteniyor diye devamlı dozunu artırmak, izleyiciyi acıya ve mutsuzluğa bağımlı hale getirmek, doğru mudur? Bir dur demeli!
Kitapları özünden bu denli uzaklaşarak dramı yarıştırmak uğruna, kitapların üstüne anlamsızca ekleme yapmaktan vazgeçilmeli!
Yazara saygısızlık etmek ve ‘Dur sen bunu böyle yazmışsın; ama ben acıyla, şiddetle, gerilimle, biraz süsleyeyim, bak daha iyi hale gelecek!’ demek değil midir bu?
Dozunda, ayarında, hayat kadar gerçek olamaz mı dizi? Ya da kitap kadar gerçek olsa da olur!
Ben tanıtım yazısında; Gülseren Budayıcıoğlu’nu bir yazar olarak almış, kitabını bir edebi eser olarak incelemişim. Çok ilginç! Dizinin başrollerinden biri olan Sedat karakteriyle ile ilgili tek bir cümle bile kurmamışım yazımda. Yine kendime hayret ede ede okudum. Şöyle yazmıştım kitap hakkındaki yazımı:
“Hem bir psikiyatrist hem de bir yazar olan Gülseren Budayıcıoğlu; “Hayata Dön” adlı kitabının dizi uyarlaması İstanbullu Gelin’le hayatımıza hızlı ve bir o kadar da etkileyici bir giriş yaptı. Yazarın kendi ifadesiyle, özellikle Âdem karakterinin terapi sahnelerine gösterilen ilgi ve tabi anlaşılmak duygusu ona daha da çok yazması gerektiğini düşündürtmüş ve ortaya son eseri “Camdaki Kız” çıkmış. “Madalyonun İçi”, “Günahın Üç Rengi” ve “Kral Kaybederse” yazarın diğer kitaplarıdır. Hastalarını beklerken ya da dinlerken, oturduğu koltuğa sıkışıp kalmak istemeyen yazar; bazen odasındaki detayları, bazen klinik koridorlarını, bazen evinin bir köşesini anlatarak okuyucusunu düşünsel anlamda gezintiye çıkarır ve yalnız hastalarının değil kendi iç dünyasının da kapılarını okuyucusuna açar. Kitapta bu bölümler ve hastaları dinlerken yazarın söyleyemedikleri, içinden geçirdikleri daha küçük puntoyla aktarılmış. Bu üslup, kitabın anlaşılırlığını artırdığı gibi gelen hastaların anlattıklarıyla oluşan hikâye akışının bozulmasını da engelliyor. Okuyucuya karmaşık gelebilecek tıbbı terimlerin ya da ağır tanımlamaların olmaması anlatılan hikâyeyle de kahramanların özellikleriyle de bir uyum sağlamış. Bu açıklık ve anlaşılırlığın okuyucuyu hiç yormadığı söylenebilir.
Yazar, bu kitabında kendi inandığı kader motifini anlatıyor. Biraz pesimist bulduğum bu yaklaşıma göre insan kendisine acı çektirecek insanları gözünden tanıyıp hayatına çekiyor. Camdaki Kız’da Nalan ve onun hayatına dokunanların hikâyesini okurken motiften çok bir hüzün çıkmazı gibi işlenen kader sarmalından çokça söz edildiğini görüyoruz.
Hikâye; Nalan’ın hikâyesi gibi görünse de aslında Nalan’dan çok Hayri’nin hikâyesi gibidir. Olay örgüsü neredeyse “Hayri’nin Kadınları” başlığı altında özetlenebilir. Hayri; aynı anda birbirinden aşırı derecede farklı, bambaşka dünyaların insanları denilebilecek üç ayrı kadın tarafından delice sevilen bir erkektir. Hikâye bu üç ayrı kadın tarafından tutkuya sevilen Hayri’yle başlar Hayri’yle biter.
Kitapta anlatılan hikâyeye bir kadın okur olarak tarafsız kalmanın biraz zor olduğunu söyleyebilirim. Evli bir kadın olarak Hayri’nin içindeki durumdan nasıl çıkacağını doktorun/yazarın Hayri’yi nasıl yönlendireceğini çok merak ettim. Ondan bir doktor olarak mükemmel çözümler bulmasını bekledim. Hayri’nin evine, karısına, çocuklarına dönmesi için yönlendirilmesini beklerken, içten içe hikâyedeki en ezik kadının nikâhlı eş olmasına çok üzüldüm. Bir diğer yandan Nalan/Camdaki Kız, Hayri’ye tutunmuş Hayrı için servetini, saygınlığını, yaşadığı lüks hayatı geride bırakmış bir kadın ki, Nalan’ın da bu çok fedakâr tavrı birçok okuyucunun kendini bulabileceği başka bir karakter. Yazar/doktor acaba Hayri’yi Nalan’a dönmesi için yönlendirecek mi derken, bir de Laz kızı var! İçimdeki Karadenizli ruhla bu karaktere de kayıtsız kalamadım.
Özetle, kitapta gerçekten de Hayri’nin Kadınları, Hayri’nin hepsini sevmesini haklı gösterecek makul gerekçelerle anlatılıyor. Hepsine hem acıyor hem kızıyor hem de sevebiliyorsunuz. Bu duygu karmaşasını çözmesi için yazar/doktor nasıl bir çözümleme bulacak diye beklerken beklenmedik bir sonla sarsılıyorsunuz. Mantıklı bir çözüm görmekten mahrum kalmak biraz hayal kırıklığı yaratsa da anlatılan hikâyenin gerçek bir hikâye olduğunu ve sonların her zaman istediğiniz gibi olmadığını hatırlıyorsunuz. Sanırım bir kadın olarak Hayri’nin bir seçim yapmasını istedim. Edebiyatçı tarafım daha etkileyici bir son beklerken Karadenizli tarafım bu sonu çok gerçekçi buldu. Ama evli ve çocuklu bir anne alarak aşırı derecede üzüldüm.
Erkek okurların Hayri için ne düşüneceklerini pek tahmin edemiyorum. Ama anlatılan kader motifinin yanı sıra bu hikâyeden alt bir mesaj daha çıkarılabilir, diyorum. Belki de erkeklerin bir çoğunluğu biraz Hayri’nin eşi Türkan gibi evcimen ve uysal; Camdaki Kız Nalan gibi güzel ve bilge, kendi itibarını artırıp gururunu okşayacak kadar saygın ama aynı zamanda da Laz kızı gibi deli hatta kıskanç bir kadın istiyordur. Hepsi bir arada olunca mutlu evlilik, olmayınca aldatmalar ve arayışlar kaçınılmaz oluyordur.”