Şair Notları’nda bu kez Örsan Gürkan’la biraz derinlere daldık. Yel değirmenlerine karşı Don Kişot muyuz, yoksa hâlâ yapacak bir şeyler var mı? dedik. İyi okumalar diliyorum.
Esra Sağlık: Film eleştirmenleri, Tarkovski’nin filmlerinden hep bir ileti çıkarmaya çalışırlar. Tarkovski ise filmlerinde metafor kullanmadığını, bir şeyler anlatmaya çalışmadığını söylemiştir. Oysa İz Sürücü, Solaris ve Nostalji filmlerini izleyip de insanlık adına ders çıkarmamak mümkün değildir. Özgür ve protest tavrını iliklerine kadar hissettirirken insanı toplumun bir parçası olma yolunda da odak noktası yapar. Protest bir şiir anlayışın olduğunu düşündüğüm için sormak istiyorum:” Topluma yön vermeli midir edebiyat?
Örsan Gürkan: Sanat eserleri her bakımdan sanatçının izlerini taşır. Sanatçının eserlerinde kendi dünyasının izleri olması onu bir yol gösterici, kanaat önderi, bir sosyolog, psikolog yapmaz. Bana kalırsa fark etmeden de olsa sanatçı bir şekilde kendini tanıtıyor, açıklıyordur eserinde. Bunun bir yönlendirme ya da bilimsel çalışma olduğu şüphelidir. Ayrıca bireyin eğer bilimsel bir kimlik taşımıyorsa “toplum mühendisliği”ne soyunmasını oldum olası yadırgarım. Bireyin toplumu değiştirmesinin ve değerlendirmesinin mümkün olamayacağını düşünürüm. İşin rengi sanata ve sanatçıya gelince biraz değişir elbette. Çünkü sanatçı aydın bir bireyin sorumluluğunu taşır. Aydın bireyse ışığın kendisinden başlayacağını bilir, bunu sanat eserinde işlemesi de mümkündür ancak bu bir yön verme değildir, olmamalıdır. Tarkovski de bana kalırsa yalın/çıplak halde insanlığı anlatır. Bu anlatış yöntemi çok özgün şekilde karşımıza çıkar. Her nasılsa bir bilinç dışı yöntemle insanlığı sinemaya yansıtmayı becerebilmiştir. Bir örneğine daha rastlamadığımızdan Tarkovski bize “sinema tanrısı” gibi gelmekte ve benim de gördüğüm kadarıyla filmleri üzerine biraz da zorlama olarak çıkarımlar yapılmaktadır. Peki, bunların Tarkovski filmlerinde karşılığı var mıdır? Belki de vardır, çünkü anlatım yöntemi sayesinde filmleri en az insanın/insanlığın bilinç dışı kadar karmaşıktır. Karşımıza şöyle bir sorun çıkar o zaman: Demek ki sanatçının anlattıkları-eserleri kendiliğinden, taşıdığı zorunlu özelliklerden dolayı bir protest tavır takınabilir ya da öyle algılanabilir. Biraz daha açarsam sanatçı her neyi anlatıyorsa anlatsın bulunduğu toplum içinde, bulunduğu çevrede, yaşadığı ülkede ve kendinde olan düşünce-duygularda bir bütün olarak dünyayı-insanlığı ve saydıklarımın arasındaki bağlantıları anlatıyordur, kaçınılmaz olarak. Bu şekilde çeşitli unsurlarla dallanıp budaklanan ve bir bütüne ulaşan, ağaca dönüşen anlatıyı( eseri) bizler de sonra çeşitli anlamlandırma yöntemleriyle yorumlarız, ne dersin? Hâlâ protest bir şiir yazıyor muyum? Bence bütün şairler protest şiir yazıyor, istemeseler de.
Esra Sağlık: Elbette sanatçı yaşadığı coğrafyadan ve toplumdan soyutlayamaz kendini. Doğanın katledilmesiyle, şiddetle, adaletsizlikle, sevgisizlikle derdi olan ; ben de buradayım tüm benliğimle ben de karşı çıkıyorum bu düzene diyen her sanatçının, toplumla iletişim kurduğu bir yaşam pratiğidir eseri. Hal böyle olunca sanatçının kendi trajedisinden yola çıkarak topluma dokunduğu eserinin, daha kalıcı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Aragon, “Mutlu aşk yoktur” la kendi aşkının imkansızlığından kaynaklanan bir durumu anlatmak istemez sadece. Fransa’nın işgal yıllarında içinde bulunduğu o acıklı durumda mutlu bir aşk yaşanamazdı Aragon’a göre. Sanırım buraya kadar olan kısımda ortak bir noktada buluştuk. Sanatçı istese de istemese de toplumsal izler taşır. Dolayısıyla dönüştürücü bir misyon da üstlenir. Şair üzerinden gidecek olursak bana göre bir öncü ya da kılavuz olarak yerine getiremez bu misyonu. Yalnızdır, trajktir. Kendine özel bir alan açar ve o alandan müdahele eder topluma. Doğal olarak bunu şiiriyle yapar. Benim kafamı asıl kurcalayan şey, elinde böyle bir gücü olan sanat, – tüm sanat dallarını düşünebilirsin- neden toplumun eğitiminin temel dinamiklerinden biri olarak kullanılmaz?
Örsan Gürkan: Bir düşünce birliğine vardık gerçekten, bu azımsanacak şey değil açıkçası. Cevabını şaşkınlıkla ve hayranlıkla okudum. Hemen şunu söyleyeyim sanat bu gücünün farkında. Sadece bu farkında olduğu gücü- yerli yersiz, bilinçli,bilinçsiz- kullanan yapıtların aralarından çürük elmalar çıkıyor. Bu kendiliğinden sürece neden sert ideolojik bir biçim-içerik verelim ki? Belki geçmişte bu gerekliydi, her şeyin berrak olduğu zamanları kastediyorum ki büyük ustaya -Nazım’a -baktığımızda yaptığı bundan farklı bir şey değil. Ancak şimdinin girift yapısında safları kaybettik, dost düşman ayırt edemez olduk ki dostumuz ve düşmanımız var mı onu bile kestiremiyorum. Şimdi doğanın, güzel olan dünyayı yaşanabilir kılan her şeyin yanında olmak gerekiyor. Akılcılıkla-duygusallığı doğru oranda kullanmak gerekiyor güzel olana ulaşmak için. Güzel olan kaçınılmaz olarak politiktir. Artık bu dünyada ve “onların” “dünyayı kötü eyleyenlerin” yaşam tarzına inat, kendi yaşam tarzımızı bir silah gibi kullanmalıyız. Şairin silahı en başta kendi, sonra kalemidir. Bu savaşı verirken asla onların yöntemlerine başvurmak doğru değil, buradan da şunu net bir şekilde çıkartıyoruz: “onların” sanatlarında bulunan biçim-içerikten farklı bir biçim-içerik üretmek zorundadır artık sanatçı. Dolaşımda olan herkesin yazıp çizdiği, dayatılan sanata bir cevaptır bu. Tıpkı kötülüklerin içinde çiçek gibi yaşamaya benzer söylediğim. Frankfurt Okulu bize ne söylüyordu, sorarım tüm sanatseverlere. Sonunda söylemek istediğim sorduğun sorunun özüne yaklaştım. “Onlar” şu anda sanatın hem kendi içindeki biçim-içerik dinamiklerini yozlaştırıyor hem popülerliğini kullanarak bir meta haline getiriyor hem de sanatın bu eğitim işlevini nemneşekil kimsenin bilmediği küresel bir ideoloji kullanarak insanlığa dayatıyorlar. İnsanlık da bunu istermiş gibi davranıyor en acısı ya da öyle görünüyor. Cevabımın başında söylediğim gibi “onların” yöntemleriyle bir yere varamayız. Biz onlarla başka şekilde savaşmalıyız ki onu da elimden geldiğince açıkladığıma inanıyorum. Gayet protest bir yaşam-sanat değil mi, ne dersin?
Esra Sağlık: Söylediğine göre sanat bu gücünün farkında ama birtakım hesaplar peşinde koşan bir grup tarafından etkisizleştirilmiş durumda. Bu etkisizleştirmeyi, -yozlaşma da diyebiliriz- adına sanat dedikleri faklı bir yapıyı dayatarak yapıyorlar. Yozlaşmayı farklı bir alanı kullanarak değil yine kültür ve sanatı kullanarak yapmaları da manidar. Kültür ve sanat, insan bilincini şekillendiren unsurların başında geldiğinden tercihlerini bu yanda kullanmış olabilirler. Araştıran, sorgulayan, kendi gerçekleri ve içinde yaşadığı toplumun gerçekleriyle yüzleşen, aksayan durumlara karşı çıkan ve estetik bilincini de bu özelliklere göre yükselten bireyler istemeyen bir egemen sınıf; elbette elini kitaplara, filmlere, dizilere ve şarkılara atacaktır. İşte tam da burada” Yel değirmenlerine karşı Don Kişot muyum?” şarkısını mırıldanır gibi oluyorum. Sonra yukarda söylediklerine tekrar baktığımda “Bi şey yapmalı” şarkısı eşliğinde bir umut kaplıyor içimi.