AYŞE MELTEM ÇEKİRDEKÇİ
“ben bağırarak yazdım seni
sen içinden oku”
b.e
“… Artık başını ağrıtma zamanı geldi de geçiyor Attila Abi. Çok uzaklardan, Akdeniz’in sıcak bir köşesinden yazıyorum sana. Büyüklere hitap edecek sözcük çok ama ‘abi’ sözcüğü kadar kaç sıcak sözcüğümüz kaldı? Sana (beni bağışla bu sözcük yakınlığımın ifadesidir) bu mektubu Ege’de çağıldayan bir dergi aracılığıyla gönderiyorum, eline geçmeyeceğini de biliyorum, beni bağışla… Gecikme nedenim çok… Bir çınarın dal budak salarken yaşadığı evrelerin farkına varmaya çalışan bir şiir yaprağının çırpınışları kabul et…”
Ben bu kadar geç kalmak istemiyorum; her sözüne hayran kaldığım, alıntılarıyla kitaplığımı donattığım, şiirlerinde ahengi anladığım, denemelerinde ufkumu aydınlattığım bir şaire seslenmek için. Çünkü “Tehlikeli Oyunlar” oynayan Hikmet de öyle istemişti: “Beni hemen anlamalısın, çünkü ben kitap değilim, çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz, yaşarken anlaşılmaya mecburum, ben Van Gogh’un resmi değilim, öldükten sonra beni müzeye koyamazsın, beni tanımalısınız ki benden bahsedin…” Niyetim baki; hem hasret gidereceğim gençliğimle hem de Akdenizli bir şairi ve bir yazarı hatta ressamı şehir şehir gezerek anlatma, anlama ve belki çözümleme cüretini göstereceğim.
Yıl 2006. Güzelim İstanbul’dan çıkıp gelmişim bozkırın orta yerine, doğduğum fakat ruhumu doyuramadığım şehre. Oysa şair “kent” sözünü sever, bilirim. “Ürkek, korkak bir üveyik kuşu” olduğumu anımsarım karşısında. Akdeniz sıcağını almış gelmiş 1987’de Konya’ya. Türk edebiyatının dönemlerini başlar anlatmaya: İslamiyet etkisindeki Türk edebiyatını, Divan ve Halk diye ayırır tahtada. Ama o ne ayırmak; eliyle bileğiyle değil de tüm bedeniyle varlığıyla yazar, tahtanın solunu değil tamamını kaplar, tahta kalemi değildir sanki tuttuğu, kedi dili fırçasıdır parmaklarından kayan… İki çay söyledik sanki karşılıklı… Çayın üzerindeki köpükleri kaşıkla topladı, fazlalıklardan arındırdı. Çünkü şair heykeltıraşın yaptığı işi yapar; yontar, azaltır, sadeleştirir ürününü. Kaşığı çay tabağının kenarına kapattı, mor kazağının yakasını düzeltti, beyaz ellerini birbirine bağladı, kadife sesiyle bilmediklerimi anlattı.
Anamur’un bir köyünde yedi çocuklu bir ailenin dördüncü çocuğu olarak dünyaya gelir Barış. Nüfustaki doğum tarihinden hâlâ emin değildir; biz yine de 15 Şubat 1956 diyelim. Karadenizli babası; yaşadıkları köyde gazete okuyan tek adam, askerliğini yaptığı Anamur’da kalıp aynı yöreden iki kadınla evlenir. İlkinden hiç çocuğu olmaz, ikinci evliliğinde yedi kez tadar babalığı. Çocuklarına, insanlara kötülük yapmayın değil, kötülük düşünmeyin diye vasiyet edecek bir babanın oğluna “Barış” adını vermesi tesadüf değildir. Anamurlu annesi mesafeli çoğunlukla çocuklarına… Hatice, İbrahim, Hüseyin, Barış, Halil, Hayri, Metin… Kolay mı dünyaya getirdiği yedi çocuğun bakımını, sorumluluğunu üstlenirken aynı zamanda her birine sonsuz sevgi, anlayış, şefkat, sabır gösterebilmek… Kolay değil elbet fakat elzem. Alice Miller şöyle der: “Hissetmeleri gerekeni hissettiğine inanan ve hissetmeyi kendilerine yasakladıkları duyguları hissetmemek için ellerinden geleni yapan bireyler, sonunda hastalanırlar, yani, kabullenemedikleri duyguları çocuklarına yansıtarak faturayı onlara ödetirler.” Zeki, otoriter, genellikle gergin, hatta çoğu zaman gaddar, düşüncelerine karşı çıkılmasından hoşlanmayan; kendisine hep karşı çıkan, boyun eğmeyen Barış ile yıldızları hiç “barış”mamış olmasına rağmen imdat çanları çalınca Barış’ına koşan, kardeşlerini koruyup kolladığına şahit olunca da Barış’ına kucak açan, fakat faturayı da çoğunlukla Barış’a ödeten bir anne. Haydi Miller’ı layıkıyla destekleyelim ki içimiz rahat etsin: Annesinden ne göremediyse kendi anneliğinde de gösteremediği duygularla çocuklarını erken yaşta baş göz etmeyi isteyen anne; en büyük oğlu İbrahim’i 13 yaşındayken nişanlar. Henüz 7 yaşındaki Barış bu duruma tepki gösterir ve nişana katılmak yerine köyden şehre sinemaya gitmenin daha mantıklı olduğunu düşünür! Annenin otoritesini sarsan bu tepki ilktir ve son olmayacaktır.
Benim Sinemalarım Öldü Çocukken
basma entarili annem vardı papatyalar örtünmüş
şehre inemedim cumartesileri
yaz geçerdi içimden
iz geçerdi
korkumdan elim annemin ibrişim kuşağında
sinemalarımda yaşadım
.
cüneyt fena mı fenaydı hristo kardeş
arizona içimde çöl kalır artık
sinemalarımda boy atarım
.
yılmaz’ın filmlerine dönüp bakamazdım
kurşun isabet eder diye
bir cesaret bulsam
annemle sinemaya
sümüklü çocuk senin mi abla demelerine aldırmazdım
ama nerde?
.
benim sinemalarım öldü çocuklar
sizin ölmesin
İkinci oğlu Hüseyin, köyün en güzel kızını sever henüz lise çağında. Anne bu duruma göz yumar ve kız istenir. Ancak kızın yakınları Karadenizli bir aileye kız verilmez düşüncesiyle kızın babasını kışkırtır. Baba; kızının istendiği akşam, kendisine söylenen sözlerin ve alkolün etkisiyle öldüresiye döver kızını ve kız ölür. Barış bu kavgaya henüz 13 yaşındayken şahit olur. İki ay boyunca Barış’ın evi taşlanır, bu olaydan sorumlu oldukları düşüncesiyle. Köyün en zengin iki ailesi düşman olur ve köyden ayrılmak Erdoğan ailesine düşer. Göçmen kuşlar misali, tüm malı mülkü yok pahasına satıp,1969’da köyden kente göç eder ve “tutunamayanlar” sınıfına böylelikle “merhaba” der aile. Barış’ın kentler arası yolculuğu, ne annesi ne de insanlar tarafından kucaklanmayışının öyküsü işte burada başlar.
Kalp Resmi Çizen Çocuk
sahilime kalp resmi çizen çocuk başım belada
şimdi dalganı topla git uykuların haram olur deniz uyanık
orta yerine nazar boncuğu koyma
çatlayan ben olurum gönlü kırık
.
kapıma s.s yazıp kaçan çocuk gözlerim firarda
şimdi fırçalarını topla git aşıklar mahalleyi basmak üzere
dağılmış boyalara yüz sürsem lanetlenirim
patlayan ben olurum içimde onlarca yara bere
.
dürülmüş defterlerimi açma çocuk yorgun atlar ülkesindeyim
bindirme yılkılara sen beni bilmezsin kabil’de ihtilalciyim
son satırlarıma akıl sır ermez kafir bunalmış
katlanan ben olurum gönlü yeşermiş çim
Barış; Anamur’da ilk, orta ve lise öğrenimine devam eder. Ailenin ekonomisini de düşünür, her gün 6 km. yol teper köyden kente. Dana Suskind “Otuz Milyon Kelime”de “Anahtarı, kapıyı açmak için kullanmadıkça anahtarın bir önemi yoktur.” der. Barış da çok sonraları “Koca bir sarayın kapısını açmak için küçük bir anahtar yeter; ama küçük bir şiirin kapısını açmak içinse koca anahtar sözcükler gerekir.” diyecektir. Barış’ın babasından dinlediği hikâyeler, efsaneler, masallar bugün yazdıklarının anahtarıdır işte. 5 yaşındayken başladığı yer fıstığı tarlasındaki çalışmalar sayesinde doğayı, toprağı sever. “Orman çok şeyi saklar. Kimileyin bir hazineyi, kimileyin mavi bir gölü, kimileyin de bir bataklığı. Hazine bulunmayı, göl keyfi çıkarılmayı, bataklık kurutulmayı bekler. Ben bir hazine bulmuştum, yitirdim; gölü kuruttum. Hazine bataklıkta…” dizelerini de çok sonraları yazacaktır. Aynı “orman” simgesini bambaşka duyguları anlatırken de kullanmıştır; belki başka değil tam manasıyla benzer duyguları…
Benim Çocukluğum Orman
barış çocukluğunu bozdurmaya gitmiş geçende
çoğaldıkça çoğalmış
var maşallah türlü türlü öyküsü
.
başkası çocukluğunu bütünletmeye gitmiş daha dün
geçersiz demiş bakkal
bu çok eski türkü hem de küflenmiş
.
sizin de çocukluğunuz var mı dönüp bakın
ne dersiniz değiştirmeye
ya bakkalın gönlü yoksa
.
al gülümü ver gülümü sevmem ben bakkal amca
benim çocukluğum orman
kaybolmam
Barış üniversite öğrenimine; sonraları adını, denizini şiirlerinde sıkça anacağı, ona hayata başka pencerelerden bakmayı öğretip unutamayacağı anılara ev sahipliği yapacak şehirde, İstanbul’da devam eder. Şiirlerini “Beyazıt” diye inletmesinin nedenidir, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi ve İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu. Aile bu sırada Hüseyin’i nişanlar ve Barış yine annesine karşı gelir, aralarındaki görünmez duvara bir tuğla daha ekleyerek.
Annemin Yastığıma İşlediği Güller
.
sensiz başımı koymuşsam
usulca kanar
annemin yastığıma işlediği güller
Anadolu’dan gelip İstanbul’a sevdalanmamak mümkün değildir. Büyük şehrin kültürü, görgüsü ona çok şey katmadan evvel bazı incelikler öğretir: Fakültede arkadaşının gözlüğünü inceledikten sonra, gözlüğü, camları masayı öpecek şekilde bırakınca ilk düzeltmeyi alıverir arkadaşından, gözlük kullanmanın usulünü(!) bilmeyen Barış: “Gözlük o şekilde bırakılmaz!” Barış ne gözlüğü öylece bıraktı ne de geçmişinden izler sakladığı yazıları yazmadan! Her şeyin inceliğini öğrendiği şehirde şiirler yazdı, ezberledi, kimi hocalarına hayran kaldı, çokça okudu, bir o kadar da yazdı. Barış’ı Barış yapan birçok değer olacaktı elbet; Yunus, Pir Sultan, Karacaoğlan, Dadaloğlu, Fuzuli, Baki, Nedim, Eşref, Dede Efendi, Mevlana, Mimar Sinan, Osman Hamdi, Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Cemal Süreya… “Teksasta çobanlık” yapmamak için önce memleketinin değerlerini ha(z)tmetti. Fakat edebiyat, dünyaya; Rimbaud, Buadelaire, Verlaine, Oscar Wilde, Jack London, Edgar Allan Poe, Camus, Borges, Heidegger, Nietzsche, Freud, Lawrence, Pessoa, Balzac, Dostoyevski, Zweig, Bacon, Kafka, Dumas, Flaubert, Tolstoy, Hugo, Gogol’a sırtını dönerek güzelleşemezdi. Ahmet Hamdi Tanpınar sevgisi ise, edebiyat fakültesine adım attığı yıllarda gönlünde yeşerdi “Ne içindeyim zamanın/ne de büsbütün dışında” dizelerinden sonra, “zaman” kavramını sorgularken. Ve başladı üstadın mektuplarını okumaya… Onu okudukça kendini keşfedecek ve ilerde çocuklarına hitaben, yine bir dergi aracılığıyla, edebi bir mektupla şunları yazacaktır: “…Ben de onun gibi (Tanpınar) Avrupa’ya, Avrupa düşüncesine, resmine, müziğine, kısacası sanatına geç kalmıştım… Öğretmenliğin hazzına otuz beş yıl sonra varmış, ancak asıl mesleğimin bu olmadığını anlamıştım. Ressam olmak istediğimi yakın dostlarıma söylemiş, daldan dala konan bir serçe misali benliğimi ortaya serememiştim. Şimdi daha iyi anlıyorum ki ben gezgin olmalıymışım, Afrika’daki açları doyurmalıymışım, Gandi’yle yürüyüşlere katılmalı, Budizm’in öğretilerine harfiyen uymalıymışım, Japonlar gibi bitmek bilmeyen bir enerjiyle çalışmalı, resimler yapmalıymışım.”
Öyle dolar ki Barış, ilk şiirlerini, öykülerini, aforizmalarını 1978 yılında, arkadaşlarıyla çıkardığı “Sanatta Kalem” dergisinde yayımlar. Barış artık doldukça taşar. “Milliyet Sanat” ın genç şairlere çağrısına “Anladım çok yorgunum n’eylersin /Hamal yükünü ölünce indirir” dediği “Özgeçmiş” şiiriyle karşılık verir. 1980’li yıllarda “Oluşum” dergisinde denemeler, eleştiriler yazar. Barış’a göre dergiler; “sanatçıların ürünlerini toplayıp geldiği buğday harmanı.”dır.
İstanbul’u çok sever; o kozmopolitliğin kendisini kucakladığını düşünür, burada Barış’ı kimse taşlayamazdır! Oysa Barış; çocukluğundan beri çok sevdiği Fransızcaya ilgi duyar, rehber olmak ister. Henüz ilkokul sıralarındayken çok az bildiği Fransızcası ile hayran olduğu (hatta ilk aşık olduğu dememizin hiçbir sakıncası olmaz) Fransız kadın turistleri yine çok sevdiği cennet memleketinin kalesinde (Anamur Kalesi) gezdirmiştir. Fakat yine çocuk yaşlarında okumaya kalkıştığı “Sefiller” serüveni belli ki Barış’a daha cazip gelmiştir. Ailede Fransızcaya hatta edebiyata ilgi duyan yalnızca Barış değildir. Nedeni bilinmez ama anne tarafının “Fransızlar” diye anıldığı bir aileden, biri Fransız dili ve edebiyatı mezunu diğeri de Fransızca öğretmeni olan iki kardeş çıkar.
Barış’ın en küçük; ailesinde, “bahçesine iyi bakan bahçıvan” olarak gördüğü kardeşine Metin Oktay’ın adını vermesi günlük gazeteleri spor sayfasından başlayarak okuması ve Galatasaray’a olan sevgisindendir. Sanatın her dalını içine sindirmeye gayret etmiş ve bunu başarmıştır da. Resim gibi bir coğrafyada resim yapmaya çalışan Barış, öğretmenlik yaptığı sıralarda memleketinde fotoğraf ve resim sergisi açar.
İstanbul’u heybesine alıp anıları gönlünde yaşatıp Anamur’a dönen Barış 4 Mayıs 1980’de evlenir. İki oğlu olur. Barış bir şairdir ve kendi adıyla kafiyeli isimler koyar oğullarına; onlardan bir şiir yapar: Doğuş (1984) ve Alkış (1989).
Alkış Adlı Bir Çocuk
alkış adlı bir çocuk vardı talihsiz
uçurtmalarını alıp sahile inmiş bir gün
gökyüzü bitmiş
.
doğuş adlı bir çocuk vardı talihsiz
gökyüzünü alıp sahile inmiş bir gün
uçurtmaları gitmiş
.
barış adlı bir şair vardı talihsiz
şiirlerini alıp sahile inmiş bir gün
uçurtmalarıyla gökyüzünde yitmiş
Çeşitli dershanelerde öğretmenlik yapar ve artık yolu iklimini de insanını da hiç sevemediği, şiirlerinde “bozkır” diye bahsettiği Konya’ya düşer. Akdeniz’in güneşiyle büyüyen, İstanbul’un suyundan içen Barış Konya ile ne bedeni ne de ruhuyla özdeşleşebilir. En büyük mutluluklarından biri Konya’da yol soranlara yardımcı olmaktır. Bir yaşlı “yüzün o kadar temiz ki başkasına soramazdım” der. Yaşlı adam haklıdır; Barış, Karamazov Kardeşler’deki Alyoşa’dır adeta, hayırlı evlat ve fedakâr kardeş… Yüzü aydınlık Barış; ruhunu ışıklandıramaz Konya’da. Yoğun bir mesai harcadığı dershane öğretmenliğini; edebiyata sevgisi, ilgisi olan, bozkırın kendine has ikliminde yıkanmakla yetinmeyip farklı iklimlerin yağmuruyla, güneşiyle kendini arındıran öğrenciler tanıdıkça sevecektir. Çoktan seçmeli sınav sorularından çok çeşitli konular hakkında yazdığı hatta aktığı denemeler çıkacaktır.
İslamiyet Etkisindeki Türk Edebiyatını Divan ve Halk diye ayırır tahtada. Eliyle değil tüm benliğiyle yazar, tahtanın solunu değil tamamını kaplar… Çünkü “yazı karakterdir” demiştir 1980’de kaybettiği babası. Yıllar sonra el yazısının güzelliğini babasından el alan Barış şunları anlatacaktır okura: “ Ben de ilkokul yüzü görmemiş bir babanın ve annenin çocuğuyum. Babam nasıl ettiyse askerlik çağında ‘iki’ sözcüğünü sökerek başlamış okumaya yazmaya… Akıl gözümü açtığımda 1960’ların Maarif Takvimi defterinde hattatları aratmayan ama Latin alfabesiyle yazılan sımsıcak günlükleriyle karşılaşmıştım babamın. Gönül gözüme gelince o kilitli sandıktı henüz. Yazıyı normal yaşımda söktüm. Harfleri çatmaya gelince ise önce babamın yazısını taklitle başladım. R’leri öyle bir yazışı vardı ki karşısında saygıyla eğilirdim. Babam kadar güzel yazmaya özen gösterdim göstermesine, bu çabayı onun onayından geçirmeden de edemezdim. Sert bir karakter taşıyan harf yoktu yazılarında, hepsi yumuşak çizgilerle tamamlanırdı. Defterime gösterdiğim özeni başka hiçbir eşyama göstermemişimdir. Onun onayından geçmeyen hiçbir şeyin anlamı da yoktu.”
Babasını her fırsatta böyle sevgiyle anan yazar; aralarında aşılamayan duvarlar olan annesiyle ilgili duygularını pek açık etmez dizelerinde fakat biz anlarız kırgınlığına rağmen, 2001 yılında kaybettiği annesine de duyduğu özlemi…
Uzaklar Tuzak
boynu bükük yaşamak zor anne
aşklara direnmek
ayışığında oturmak
sen karışır ben karışır
sen ben karışır
o karışır
git karanlıkta eğlen der
ama
karanlıklar uzak
.
boynu bükük yaşamak zor anne
buğday sapları gibi cılız
sen kırar ben kırar
sen ben kırar
tutan koparır
git uzaklarda yeşer der
ama
uzaklar tuzak
Şiirlerinde karamsarlığa, umutsuzluğa yer vermez, kapısından bakıp çıkar. “Anne” sözü geçen her şiirinde; annesiyle olan kırılgan ilişkisinin mirasını her kadında yaşadığını anlamak gelir içimden. Onun işi sözcüklerledir. Aldığı edebiyat eğitiminin etkisiyle bazen klasik, bazen halk şiiri; ama en çok da İkinci Yeni akımının devamı olan Serbest Nazım tarzında şiirler yazar. Özşiir akımına bağlılığı şiirlerini geç yayımlamasına neden olur ve bir arkadaşının ısrarıyla (Meral Demir) kitap yayımlamaya karar verir. İlk kitabı Kuş Kıyamet 2011’de yayımlanır. Kitapla aynı adı taşıyan şiiri; Barış’ın kendini anlattığı, şiirdeki seslere, uyaklara, sözcükleri bozup yeniden kurmasına şahit olduğumuz, özetlenmiş sözleri gibidir adeta. Okura kendini tanıtır fakat edebiyat çevrelerince dikkati çekmiştir zaten. Hemen ertesi yıl Şiir Cin/ayetleri isimli şiir kitabı yayımlanır. Kitap yalnızca ismiyle bile gönülleri fethetmiştir. Sözcükleri ustaca bölüp ayırarak yeni kalıpları gözümüzde ve zihnimizde canlandırır. Bu kitabı Simurgname (2013) ve Zeymuran (2014) isimli şiir kitapları takip eder. Bu şiirlerinde de sözcük hazinesini, edebi sanatları ve deyimleri ustaca kullanırken toplumsal olaylardan da kendini soyutlamaz, toplum vicdanında derin yaralar açan olaylar karşısında duyarlı yüreğinin sesini dinletir okura. Zeymuran ile 2014 yılı Cemal Süreya şiir ödülünü paylaşır.
Bir şiirinde; mısraların ilk dizesini güzel İzmir’in semtlerine ayıran şair aynı şehirde verdiği bir röportajında “Bir şair şiirin sularında yüzüyorsa er geç boğulur. Şiir bütün sanatların daimi mayasıdır. Roman, öykü, deneme, resim, fotoğraf, sinema, mimari, tiyatro akla ne geliyorsa mayasını şiirden alır. Şiir bir birikimin damıtılmasıdır.” derken denemelerinin kaynağına ışık tutar.
“sana öykümü baştan anlatayım, sen seversin öykü dinlemeyi
ben akdeniz çocuğuyum, toprağım verimli
aslında haşarı olmalıyım denizim gibi, bugün sakinim
sabah bir bakıyorsun dalgalıyım, akşam Karadeniz gibi, hırçın
babama çekmiş olabilir miyim, bilmem
sağım solum hiç belli olmaz
ama uydum akıllıyım
çocukça, safça
….”
dizeleriyle başlayan “Şair Senin Öykün Nerde Başladı Anlatsana”isimli şiiri başta olmak üzere, öykü tadındaki şiirlerini topladığı Simurgname’nin yayımlandığı yıl hiç sevemediği Konya’dan yalnız bir adam olarak ayrılır ve İstanbul’da yaşamaya başlar. 2016’ta Nuşirevan ile edebiyatseverlerin karşısına çıkar. 2017’de Teşbih Taneleri adını verdiği ilk deneme kitabı yayımlanır. Dershane öğretmenliği bitmiştir fakat sınav sorularından ilham aldığı denemeler doğmuştur. Şiir gibi bir isim verir bu deneme kitabına. Kendisiyle ilgili en belirgin ipuçlarını bu denemelerde yakalarız. “Bir şairin şiir dünyasını mayalayan birçok kişi vardır. Benim şiir dünyamda bir çınardır.” der Attila İlhan için. “Aysel Git Başımdan” şiirine nasıl da sarıldığını, içinde “isabel” geçen, belki de hayali bir kadına seslendiği şiirlerinin kaynağına buralarda erişiriz. “Sanatçılar düş kırıklığı yaşayan ya da yaşamaya eğilimli insanlardır.” düşüncesini de bir başka denemesinden çıkarıp asarız gönlümüzün başköşesine. Her bir sözcüğünü ilmek ilmek işlediği denemeleri, tarihin tozlu sıkıcı değil hoş ve akıcı kokularıyla yakalar bizi. Bir bakarsınız Anadolu’nun bir köyünden seslenir bir bakarsınız Avrupa’nın kapısını çalar. Doğuyu bilip Batıyı anlayan eşsiz bir harmonidir denemeleri. 2020’de yayımladığı Bakış Acısı, Türk Edebiyatında “deneme” türünün alışılagelmiş tanımının dışında; yazım aşamasındaki ayrıntı ve titizliğiyle beraber dili ve alıntıları kullanım biçimiyle fark yaratıp, edebiyat sevdalısı her okurun ilgisini çekecek başucu kitabı olma niteliğindedir.
Kitaplarının yayımlandığı yıllar İstanbul, İzmir, Mersin ve Adana’daki kitap fuarlarında okurlarıyla buluşur. Her şehrin, kendisinde zaten var olan rengi, bu buluşmalarda başka renklere evrilir. Yazar ve şair dostlarıyla fırsat buldukça buluşup hayat ve edebiyat hakkında derin sohbetler eder. Bir gün “Bütün önyargılarından kurtul ve beni çöz. İşte oradayım” dediği “Kimim Ben?” isimli bir deneme kaleme alır ve altına da; yazının yayımlandığı dergide neden artık yazmak istemediğini kısaca anlatır. Dostlarına bağlılığı, “insan” a verdiği değerin; nerede olursa olsun kavgadan uzak duruşu, adına gösterdiği kıymetin bir sonucudur.
Deneme ve şiirleri Adalya, Akatalpa, Cazkedisi, Çay yolu, Edebiyat Nöbeti, Gösteri, Kasabandan Esinti, KurşunKalem, Karahindiba, Mahur Beste, Mühür, Sarmal Çevrim, Şehir, Tmolos, Üvercinka, Varlık, Yaşam Sanat dergileri ile okurla buluşur. Farklı şehirlerdeki dergiler sayesinde daha çok yazara ve okura hitap ettiğini düşünen, sosyal medyayı aktif bir şekilde kullanan Barış, gördüğü fotoğrafın, resmin, tablonun şiirini yazar paylaşımlarında. “Her yaşta filizlenen adamım ben” diyen Barış; “İnsan hayalinin ceplerini geniş tutarsa doya doya yaşar.” diye düşünür. Bu düşüncesinde de haksız sayılmaz. Doya doya yaşıyor mu hayallerini, kim bilir… İçindeki kalabalıklara karışarak yaşadığı aşikâr. “Senin derinliğini ancak ben adımlarım.” derkenki cesaretini,“…Kuşlar kanat olsa da, gökyüzü çadır kursa da, dağlar sırt verse de beni insanlar yordu.” sözünde tükettiğini duyarız.
Şiirlerinde “marylou”, “anna”, “meriva”, “isabel”, ve son olarak “dilimi saklayacak ağız bulamadım penelope” diye seslendiği kadınlar tutkulu aşkların kahramanları mı yoksa giz dolu bir sevginin mahlasları mı bilinmez ve elbet hiç renk verilmez. Bu bilinmezlik yazarı gizemli kılar okurun gözünde. “Gülüşünü gül dalına asan deniz çocuğuyum” diyen, çocukluğunu layıkıyla yaşayamadığını anladığımız Barış, kendini bir sürgünde hissetmesine rağmen, göçmen ve hatta seyyah olduğunu da düşünür. Ne Akdeniz’in sıcağına sığdırabilmiştir kendini, ne bozkırın sarısına, ne İstanbul’un mavisine… Yine de başkadır İstanbul onun için, on üzerinden on bir verir en sevdiği kente… Doğduğu yer (Anamur) ve ruhunu doyuran yer (İstanbul) Barış’a yeter lakin insan nereye gitse götürür kendini de kendi rengini de…
“Çocukluğumun rengi ne kadar mavi ve yeşil Akdeniz’se ömrümün rengi mor ve akrabaları. Morun yanına mürdümü ve fuşyayı da ekliyorum. Kadını çiçek olarak gösteren renkler. Roma döneminde mor asaletin rengidir. İnsanın sevdiği kadına bu gece mor giymeni istiyorum deme şansı yoktu, sadece Sezar ve saray çevresine aitti. Oysa Sayda ve Sur sakinleri mora bulanmadan gecenin koynuna girmezlermiş. Renklerden mahrum kalmak… Asilliğe azizlik de katalım. Mor Manastır’ı görmeseniz de Mardin’le özdeşleştiğini anımsarsınız. Mor:aziz. Birhan Keskin’in mor kedisine akıl erdiremedim, gittim ‘şiirimiz mor külhanidir abiler’ diyen Ece Ayhan’a çattım. Teselliyi Nazım’da buldum:
“deli çığlıklar atıp avaz avaz
burnumun dibinden gelip geçti de yaz,
ben, bir demet mor menekşe olsun
getiremedim
sana!”
Louise Glück her insanın içinden geçirdiğini dizelere sığdırmış: “Dünyaya bir kez çocukken bakarız, gerisi hatıradır.” Okyanusun rengini, derinliğini belirleyen çocukluğumuz. İki çocuk babası, üç torun dedesi olsan da anne ve babanın çocuğusun. Seni nasıl sevdikleri, sarıp sarmaladıkları, sana ilgileri, anlayışları, öfkeleri, hayat yolundaki rehberlikleri seni “sen” yapan biricik tuğlalar. O tuğlalardan örüyorsun kendi binanı. Barış’ın şiirlerindeki mihenk taşı olan “kuş” (s)imgesini hemen hemen her kitabında uçururuz kendi binalarımızdan göğe. Şehir şehir uçan, her duygusunu da özgür kanatlarında dalgalandıran Barış şu sıralar Akdeniz mevsiminde denizin, kitapların, yazıların ve yalnızlığın tadını çıkarır.
Yıl 2020… Güzelim İstanbul gönlümde eşsiz bir anı. Bozkırın başını beklerim yıllardır. Türk Edebiyatının İkinci Yenicilerine bolca rahmet okurum. Günümüz şiirinde geniş bir kitlenin, adı etrafında heyecanla birleştiği bir şair adı zikredilmeye dursun, Barış Erdoğan o tek sözün arayışında, kendi lügatını yazmakta ve şiirlerini “ben kimim/siz kim değilsiniz” diyerek “Simurg”laştırmaktadır.