Dışarda Ege usulü bir sonbahar… Ben çekilmişim köşeme yazıyorum. Bilgisayarımı kullanmıyorum. Uzaktan eğitim sürecinden olsa gerek yorgun gözlerim tercihini kağıt ve kalemden yana kullanıyor. Acaba diyorum benimle aynı anda kaç şair kaç yazar daha oynatıyor kalemini? Birkaç cümle yazdıktan sonra sandalyeme yaslanıp “Kalemin hafızası vardır” sözünü anımsıyorum. Birkaç cümle de olsa her gün yazma üzerine çalışmanın nasıl da gerekli olduğunu bir kez daha hatırlatıyorum kendime.
Geceleri rüyamda ölmüş şairleri görüyorum. Büyük bir masanın başında Sennur abla, Gülten abla, Edip Bey, Orhan Bey, Cemal Bey, ve Nilgün’le oturuyoruz. Yazmaya dair sırlar öğreniyorum onlardan. Gülten abla sıcacık gülümsemesiyle bakıyor yüzüme: “Sevgili Esra ince şeyleri düşünmek yoruyor mu seni de ?” diye soruyor. Sorusuna cevap vermeye kalksam hiç susmamaktan korktuğum için “Olsun benimki gönüllü yorgunluk” diye karşılık veriyorum. Orhan Bey çok kibar. “Saçlarınız” diyor, “Çok yakışmış size”. Ona sormak istediğim o kadar çok şey var ki hangisini soracağımı düşünürken Sennur abla söze karışıyor özgüven dolu sesiyle: “Şairlere yazdığım mektupları okudun mu Esracım? En çok hangisini sevdin?” diye soruyor. Ahmet Erhan’a yazdığı mektubu çok sevdiğimi anlatıyorum. “Sakladığımız gözyaşlarımızı dile getirmekten korkmuyordun” en çok da bu cümlesinin aklımda kaldığından bahsediyorum. Bir hüzün çöküyor yüzüne bir çeşit burukluk.
Edip Bey’le göz göze geliyoruz o an. Belli belirsiz bir gülümseme var yüzünde. Nedense çekiniyorum ondan. Bilge bir tavır bir mesafe hissediyorum. Sonbaharı, gri ve puslu havaları sevdiğini söylüyor durduk yere. Bir şeyler yazıp yazmadığımı soruyor bana. Görmek istiyor yazdıklarımı. Nilgün’ün sesini duyuyorum bir an. Daktilo istiyor benden. “Daktiloları çok severim Esra sende var mı?” diye soruyor. Başım dönüyor güzel gözlerine bakınca. Sonra Cemal Bey’i dalgınlığından çıkarma işi bana düşüyor.”Cemal Bey” diye sesleniyorum. Bütün karizmasıyla gülümsüyor. Şiiri anlatıyor. Kars’ı anlatıyor. Nazilli’ye gelişinden söz ediyor. Hiç susmasın istiyorum. Sonra sıradan gündelik hayatlarını, ipe sapa gelmez hayallerini, bitmeyen zaaflarını konuşuyorlar kendi aralarında. İzliyorum onları. “Siz gittikten sonra bir aymazlık, bir boşvermişlik çoğaldı anlatamam size” diyesim geliyor. Her şeyin çabucak tüketildiği bu ortamdaki kara kara deliklerden söz etmek istiyorum. Şiirleri, insanları, dostlukları çabucak yutan kara deliklerden. Olmuyor yapamıyorum.
Sabah uyandığımda, ilk işim sırf “Geçerken dünyadan bütün ölü şairler” kısmı için, sözleri Ataol Behramoğlu’na müziği de Tuna Kiremitçi’ye ait olan “Bu Aşk Burada Biter” şarkısını dinliyorum. Gün boyu aklıma takılıyor rüyam. İnsan cisim olarak yok olsa da bıraktığı eserlerle yakalıyor ölümsüzlüğü diyorum. Bir sonraki rüyada masanın başında kimler olacak diye düşünmekten de kendimi alamıyorum. Bilinçaltıma göz kırpıyorum isimleri aklımdan bir bir geçirirken. Samimi bir ortam özleminden kaynaklanan bu rüyalarım devam eder mi bilmiyorum ama her yazma eyleminden sonra böyle macera yaşamak da fena olmuyor itiraf etmem gerekirse.
Sonbahar işte… Ege usulü…