Zerrin Saral, Aksisanat Portal için yazarlarla Öykü Zamanlığı‘nda Bir araya geliyor. Öykü Zamanlığı‘nda Zerrin Saral bu defa Zafer Doruk’a soruyor:
Dünya hızla değişirken, sanatın izdüşümü, sanatçının sanatını ortaya koyma şekli de aynı hızla, değişime/dönüşüme uğruyor. Böylesi bir çağda, veri tabanını koruyan, yaratım sürecinize katkı sağlamış, tüm zamanların öyküsü/öykücüsü dediğiniz öykü ve öykücü(-ler) kimler? Bu tercihi, yazınınızda neye/nereye dayandırıyorsunuz?
Zafer Doruk: Yaşadığımız çağ, hız ve teknoloji çağı. Göz kamaştırıcı, albenili, kolaylıkla sunan, çabuk tüketen, dokunmayı, hissetmeyi en aza indirgeyen bir çağ. Çok hızlı iletişim kurup çok çabuk unutuyoruz. Yabancılaştıran, fetişizmi, piyasayı kutsayan, dünyaya yüzeysel bakan popülist bir yazın anlayışı egemen kılınmaya çalışılıyor. Öte yandan, hayatı anlamaya/anlamlandırmaya çalışan, dünyaya hem içeriden hem dışarıdan bakan, etik, estetik değerleri, sanatsal disiplinleri savunan, ayakları yere basan bir sanat anlayışı, bu hız ve tüketim çağının karşısında dimdik ayakta durmaya çalışıyor. İyi öyküler ve romanlar, bu baş döndürücü hızı yavaşlatıp dünyanın farkına varmamızı, insanla ve nesnelerle sağlıklı bir iletişim kurmamızı, göremediğimiz ayrıntıları görmemizi, yaşamsal noktalara dokunmamızı, hayata ilişkin sorular sormamızı sağlıyor.
Bazı öyküler vardır ki bu özelliklerinden ötürü unutulmazlar arasına girmişlerdir. Onlarda hayata ve insana ilişkin ayrıksı bir durum, bir incelik, bir duyarlılık buluruz. Öykü ve roman konuşurken ilk aklımıza gelenlerin bu öyküler ve yazarlarının olması boşuna değildir. Katherine Mansfield öykülerini saymaya: “Bahçe Partisi”, “Ölü Albayın Kızları” diyerek başlarım. Gabriel Garcia Marquez’i konuşurken: “Albaya mektup yok” ve “Boğulanların En Yakışıklısı” adlı öyküleri düşüverir aklıma. Çehov derken: “Memurun Ölümü” ve “Arabacı” canlanır zihnimde. Onat Kutlar’ı anarken: “İshak”ı anımsarım. Vüsat O. Bener’in birçok güzel öyküsü arasından: “Dost”, “Havva” ve “İlki” ön sıralarda yer alır. Raymond Carver’dan: “Lütfen Sessiz Olunuz, Lütfen”; Tomris Uyar’dan: “Dön Geri Bak”; Füruzan’dan: “Parasız Yatılı”; Tarık Dursun’dan: “Ona Sevdiğimi Söyle”; Panait İstrati’den: “Mihail” unutamadıklarım arasındadır. Bunlar gibi yerli ve yabancı daha birçok öykü ve yazar adı sayabilirim; ama bir öykü var ki beni derinden etkilemiştir: John Steinbeck’in, “Kasımpatılar” ya da bazı baskılardaki adıyla: “Krizantemler” öyküsü. Bu öykü atölyelerde ders konusu olabilecek nitelikte bir öyküdür bence.
Elisa, kocasıyla birlikte Salinas vadisindeki bir çiftlikte tekdüze bir hayat yaşamaktadır. Kocası çiftlik işleriyle uğraşırken, o da çiçeklerle ilgilenir. Çalışkan, güçlü bir kadındır. Kocası onu bu özelliğinden dolayı takdir eder ama kafasını işinden kaldırıp da onun kadın yanını göremez, gençliğinin, güzelliğinin farkına varamaz; onu iş tulumu ve çizmeleriyle bahçede çalışırken görmeye alışıktır. Ekinler toplanıp ambarlara doldurulmuş, meyvelikler sürülmüştür. Kocası o gün keyiflidir, kazançlı bir iş yapmıştır, bunu kutlamak için, belki de ilk kez Elisa’ya sinemaya gitmeyi, akşam yemeğini lüks bir otelde yemeyi teklif eder. Hatta isterse onu boks maçına bile götürebilecektir(!) Akşama hazırlanmasını söyleyip yardımcısıyla hayvanları toplamaya gider. Elisa kasımpatı filizlerini temizlemektedir. O sırada çiftliğe bir atlı araba gelir. Arabanın sürücüsü çok yaşlı olmayan, sakalları uzamış iriyarı bir seyyar tamircidir. Arabanın çadır bezinde: “Çanak, çömlek, bıçak, makas, çimen makineleri tamir edilir” yazılıdır. Elisa’nın gözünde: “Kapı gibi bir adam”dır. Adam tamir edebileceği bir şey olup olmadığını sorar. Elisa, olmadığını söyler. Oysa adamın bir işe ihtiyacı vardır, ısrar eder. Elisa reddedince, adam iş almak için yalana başvurur ve kadını en hassas yerinden yakalar. Ona kasımpatılardan söz eder, bu konuda bir de hikâye uydurur: Yol üstünde kasımpatıları seven bir kadın müşterisi vardır. Ona götürmek için Elisa’dan kasımpatı filizleri ister. Elisa söz konusu kasımpatılar olunca yelkenleri indiriverir. Hem kasımpatı filizlerini hazırlar, hem de evin arkasında iki tane delik deşik alüminyum tencere bulup adama tamir etmesi için verir. Tamircinin gelmesi, kasımpatılarına gösterdiği ilgi, yolculuk macerası Elisa’yı etkilemiş, ona kadınlığını hatırlatmıştır. Kocasına evlilikleri boyunca söyleyemediği şeyleri bu yabancıya söyler, kocasına açamadığı duygularını ona açmaktan çekinmez. Bir ara tutamaz kendini. Çömeldiği yerden adamın yağlı pantolonuna, bacaklarına doğru uzanır. Parmakları kumaşa değdi değecek. Birden eli toprağa düşer. Bir yavru köpek gibi büzülür. Adama, müşterisine götürmesi için verdiği kasımpatı filizleri hakkında bazı önerilerde bulunur. Oysa adam işini yapmış, kadından istediği işi ve elli senti almış, yola düşme zamanı gelmiştir. Kadın, filizlerden söz ederken onu dinlemez bile. Elisa, onun kasımpatı seven müşteri konusunda yalan uydurduğunu anlamıştır. Adam belki de uzaklaşınca işine yaramayan o filizleri atacaktır. Ama atmaz. Elisa, o uzaklaşırken arkasından üzüntüyle fısıldar: “Bir zorluğu yoktu bu işin, hiç zorluğu yoktu, ama atmadı. Atamazdı o saksıyı. Başka hiçbir nedeni yok, atamayacağı için atmadı.” Ona duyduğu yakınlık ve adamın arkasından söyledikleri: “Işıklı bir yol bu. Bir parıltı var orada.”
Elisa yıkanıp kurulanır, giyinir, güzelliği ortaya çıkmıştır, yatak odasında aynanın önüne geçip vücuduna bakar, karnını içeri çekip göğsünü öne çıkarır, dönüp omzunun üzerinden kocasına bakar. Kocası: “Vay, vay, vay, Elisa, çok hoşsun” demek gereğini duyar. Gereksindiği ilgiyi görmesi, sosyal yaşama duyduğu özlem, çabalarının beğenilmesi Elisa’da bir ışık yakmış, yüzü aydınlanmıştır. “Hoş mu? Hoş muyum? Ne demek istiyorsun?” sorusuna, kocasının: “Dizinin üzerinde bir danayı bölecek kadar güçlü, sonra da oturup onu karpuz niyetine yiyecek kadar canlı görünüyorsun” diyerek yanıt vermesi, onu boks maçına götüreceğini söylemesi, kadına bakışının bir göstergesi. Elisa ise, ırmak boyunca uzanan yola bakınca, söğüt ağaçlarını, ıslak, sarı yapraklarıyla, kalın, külrengi sisin altında, güneş ışığından yapılmış ince bir kuşak gibi gören duygulu, yalnız ve ihmal edilmiş bir kadındır.
“Gece, karanlıkta, yıldızların uçları sivri sivri, sessizlik… Yükseliyor, yükseliyorsun. Yıldızlar bütün içine doluyor. Tıpkı öyle değil mi? Ilık, canlı, güzel…”
Boks maçı: kabalığın, gücün, erkin; kasımpatı: hüznün, kederin, yalnızlığın; sisli, kapalı bir gökyüzü, dağ, tepe bozkır: yalıtılmışlığın, yabancılaşmanın simgeleri.
Elisa’nın, kocası görmesin diye paltosunun yakasını kaldırarak sessiz sessiz ağlamasıyla öykü sona erer.
‘Kasımpatları’ bir öykü başyapıtı bence. Söylemek istediklerini açıkça söylemiyor, söylenenlerden siz çıkarıyorsunuz bunları. Ruhsal durumların sadece diyaloglarla, iç ve dış eylemlerle verildiği, işlevsel olmayan tek konuşmanın, tek eylemin bulunmadığı, düz, sade bir anlatımla ustaca kurulmuş simgesel bir öykü.
Zafer Doruk:
1956 Bitlis doğumlu, Adanalı bir yazar. Adana Erkek Lisesini bitirdikten sonra hayata atıldı; fabrika işçiliği, ayakkabı satıcılığı yaptı. 1995’te “Bir Uçumluk Kanat Lütfen” adlı dosyasıyla Orhan Kemal Öykü Ödülünü aldı. Adana’da bir özel okulun kütüphane sorumlusu oldu. 2000’de, Oktay Akbal Öykü Özel Ödülünü kazandı. 2002’de “Çal Dedim Klarnetçi Çocuğa”, 2004’de “Aşkgüzar” ve 2006’da “Soyka” adlı öykü kitapları Bilgi yayınları arasından çıktı.
“Soyka” adlı öyküsüyle Abdullah Baştürk İşçi Öyküleri ödülünü kazandı.
Bir öyküsü Avusturalya’da 42 dilde yayın yapan SBF radyosunun düzenlediği Uluslararası Öykü Yarışmasının Türkçe dalında birinci oldu. “Ava” yayınevi, seçme öykülerini “Ay Işığının Bilirkişiliği” adlı kitapta topladı. 2012’de “Beyaz Atlı Geceler” adlı öykü kitabı “Marjinal” yayınlarından çıktı.
2020’de, “Kimselere Yâr Olmayan Kuşlar” adlı öykü kitabı Sel yayıncılık tarafından yayımlandı.