Ertan Mısırlı
Kasaba, aç bir hayvan gibi görünüyordu uzaktan. Aniden bir manda silueti belirdi yıkıntılar arasında. Ağzından salyalar akıtarak geviş getiriyordu. Eski cezaevi binası değil miydi burası? O mandanın hatırasıyla ağız dolusu bir duman daha çekiyorum ciğerlerime, pilli radyonun düğmesini çeviriyorum: ‘’ Sigaradan çekilen her duman corona virüse yakalanma ihtimalini 14 kez daha arttırıyor’’ diyor bir ses… Sessizce çürümekte olan birbirinin eşi bir avuç eski ev, hızla okunan beyaz harfli altyazılar gibi geçip zihnimin karanlık odalarına yerleşiyorlar bir bir. Hayvan sakin görünüyor ama yan gözle zihnimden geçenleri okuyormuş gibi bakıyor sanki. Burun deliklerinden çıkan dumanlar öfkeyle savruluyor havaya, çocukluğumun soğuk ırmaklarının hemen yanından geçen kara trenlerin isli kara dumanlarıyla yarışır gibi sık sık soluyor hayvan. Demirci Faruk’un körüğünden dar sokağa yayılan yağlı kara duman tabakası ince kömür tozlarıyla karışık yapışıyor üstüme başıma. Irmak kenarında rüzgâra boyun eğen söğüt dalından bir kırbaç oluyor zamanın ellerinde bu incecik kömür tozları, bazen yakıcı dokunuşu bir yaraya dönüşüyor dizlerimde. Tavana, duvarlara sıçramış, yapışmış kara bir bulut gibi uzun süre asılı kalıyor gözlerimin önünde çocukluğum. Küçük bir bulut süzülerek geliyor bu arada ırmağın sularına düşüyor yıldırım tam köprünün istasyon tarafındaki ayaklarının dibine doğru. Havada dalgalanan kara bir çarşafın kıvrımları arasından ırmağın bulanık sularına atlıyorum babamı kurtarmak için. Dalıp çıktığını hatırlıyorum, kirli bir ırmakta kaybediyorum yolumu. Yolculuğumun bir parçasıydı kaybolmak belki de… Toprağa gömülmüş bir kafatası takılıyor ayaklarıma, uykudaki bir algıyı eşeler gibi kazıyorum toprağı. Derinlerden çekip çıkarıyorum mandanın kafatasını, kim bilir ne zaman ölüp sessizce çürüyüp toprağa karıştı, birbiri üstüne binen tabakalarla kaplandı. Geviş getirirken eve dönmeyi unuttu mutlaka. Zamanı ve güneş saatini gizleyip saklayan yığıntı düzlemlerine dönüşmüş olmalı hayvan.
İşte tam da bu noktada tarihin belleğini katleden bir arkeoloğa dönüşüyorum ben de. Her kazı öncesi neden hüzünlendiğini anlatmaktan yorgun düşen bir arkeolog gibi konuşmaya başlıyorum manda sürüsüne doğru. Irmağa kaçtığımda görürdüm onları, yakından izleme fırsatım olurdu. Güneşin en dik geldiği saatlerde serilirlerdi kurumuş çatlamış toprağa, ağızlarında ve çöktükleri yerdeki kuru otları çiğnemeye başlarlardı öğle vardiyasında işe. Düğmesine basılmış bir makine ihtişamıyla geviş getirmeye başlarlardı hep birlikte. Bense aralarından, biraz da korkuyla, çekinerek geçip ırmağa kavuşurdum. Irmağa girmek yasaktı bana. Babamın son anda hayata döndüğü o boğulma sahnesi sık sık tekrarlanarak akşam yemeklerinde servis edilirdi aile fertlerince.
Mandalar sanki beni anlamaya çalışıyormuş gibi kulaklarını dikmiş sevgiyle geviş getirmeye devam ediyorlardı:
‘’ Bizler geçmişi anlamak, geçmişin izlerini sürmek, elde ettiğimiz ipuçlarıyla bugünü ve geleceği yorumlamak gibi bir tür kehanet işi yapıyoruz.’’
‘Kehanet’ dediğimde hayvanlardan biri başını kaldırdı, ağzını sıkı sıkıya kapamış gözlerini biraz daha büyükçe bir şekilde açmıştı sanki. Ot çiğnemeye de ara vermişti. Kayıptan haber verme, falcılık olarak bilinen bu kelimeyi dedem hep ‘kihanet’ olarak telaffuz ederdi nedense, öyle söylediğinde de bana hep ‘ihanet’ miş gibi gelirdi; bir haksızlık, bir hainlik vardı söyleyişten söyleyişe farklılık arzeden birbiriyle yakın anlamlı kelimelerde.
‘’Geçmiş zamanlarda yaşamış atalarımızın kemiklerini, kullandıkları aletleri, içinde yaşadıkları yerleşimleri, verip aldıkları hediyeleri çıkartıyoruz topraktan; kimisi daha onları topraktan çıkarmaya çalıştığımız anda avuçlarımızın arasında dağılıyor’’ derken, elimdeki iskeletin çene kemiği yerinden ayrıldı, düşüncem yavaş yavaş oluşuyor, sonra gözlerimin önünde, elimde olmaksızın çözülüyordu. Kıpırtısız bir sıcak enseme yapışmış bırakmıyordu. Ensemden tutan el bir çocuk cesedi miydi yoksa?
‘’ …kimi yerleşimi, daha alt katmanlarında neler olduğunu görebilmek için yıkıp, yerle bir ediyoruz, kimisine bir envanter numarası verip müzelerde çürümeye terk ediyoruz. Bu yaptığımızın, -tarihin belleğini katletmek- olduğunu düşünüyorum…’’ Terlemişim. Bir an önce mandalara seslenişimi bitirip ırmağın soğuk sularına atlamak istiyorum şu an. Birden kulağımı çekiyor bir ses. Behçet Hoca’nın sakin sessiz sesi: ‘’ Yaşanmışın payı… Batık bir şeyin su altında zamanla geçirdiği değişimi düşün evlat! Biçimi, ağırlığı, rengi gittikçe başkalaşır. Hayal de hatıra da su altında eşya gibidir. Hayal yaklaşamadığı, hatıra ayrıldığı koptuğu için ikisi de gerçeğe bir hayli uzak. Her hatıra bir hayaldir. Hiçbir olay yaşandığı anın niteliklerini tam olarak devam ettiremez, (…)’’ diyor ve ortadan kayboluyor… bu kuş uçmaz kervan geçmez kasabadan içeri giriyor on treni; lokomotiften siyah, yoğun bir duman yayılıyor etrafa. Behçet Hoca’nın fısıldadıklarını toparlayıp, kopya çeken bir arkeolog müsveddesi gibi bitiriyorum konuşmamı:
‘’ Elimizdeki bilimsel olanaklar, ancak, toprak altında uyuyan geçmişimizin maddi mirasını oldukları yerde, onları hiç kıpırdatmadan inceleyebilecek düzeye eriştiğinde, gerçekten bilimsel bir çalışma yaptığımızı söyleyebileceğim. Şu anda yapmakta olduğumuz tek şey yıkmak, yok etmek, tahrip etmek ve çürümeye terk etmek. Bu yolla edindiğimiz bilginin yok ettiğimiz kültür mirasının yanında deve de kulak kaldığını düşünüyorum…’’
‘devede kulak’ dediğimi duyan mandanın biri kulaklarını oynattı bütün ihtişamıyla geviş getirmeye devam ederken kuyruğunu sırtına doğru bir kırbaç gibi vurarak gövdesini saran sinekleri uzaklaştırdı. Üzerine çöktüğü kuru toprak giderek yumuşuyordu, büyük ihtimalle ben eve dönerken balçık kıvamına dönüşecekti…
Piskopos Butler boşuna demedi. ‘’Her şey neyse odur ve başka bir şey değildir, meğer ki başka bir şey olsun zaman bile neyse odur.’’
Öyle ya, nesneler ve eylemler neyseler odurlar ve bunlardan çıkacak sonuçlar da ne olacaklarsa o olacaklardır; o halde, aldatılmak istemenin manası var mı?