İbrahim Ekrem Keleşoğlu
Sinema edebiyat, resim, müzik, tiyatro, dans, mimari gibi sanat dallarından çok sonra ortaya çıkmıştır. Bir sanat dalı olarak gelişimini tamamlarken, diğer sanat dallarını sekanslarına katarak onların bileşeni olmuştur. 1839 yılında fotoğrafın bulunması ile bir hareketliliği çok kısa anlarda eşit karelere sabitleme tekniği ile sinemanın önü açılmıştır. Birçok deneysel çalışmanın ardından, Thomas Edison’un yaptığı kinetografi ise kameranın ilk prototipi olmuştur. Bu sürecin devamında 1895 yılında Lumiere kardeşlerin Paris’teki izleyicili film gösterimi ile sinemanın kapıları iyice aralanıyordu. “Bu yaşam gerçekliğinin somut var oluş biçiminden, perde aracılığı ile insanların dünyasına girdiği devrimci bir andı.” George Melies’in sinemayı işlevsel biçimde kullanışlı hale getirmesi ile de “Yedinci sanat” olarak hayatımızdaki yerini almış oldu.
Sinema öteki sanat dalları ile mukayese edildiğinde, gelişimini onlara göre daha kısa zamanda tamamlamıştır. Bundaki temel etken, diğer sanat dallarının sinemanın oluşum aşamasında belli bir olgunlukta olmaları ve birikimleri ile sinemayı beslemeleridir. Büyük bir sanatsal birikimin üstüne gelen sinema, bu birikimle kendini geliştirici bir etkileşim içinde olmuştur. Söz konusu sanat akımlarıyla değişkenlik gösteren oranlarda etkileşim içine giren sinema, bunu en yoğun ve çoğul biçimde edebiyat ile gerçekleştirmiştir.
Sinema ve edebiyat birbirlerini anlaklarında tanımadıkları andan itibaren, etkileşim içinde olmuşlardır. Olay, düşünce, duygu ve hayalleri estetize ederek anlatma yöntemi olan edebiyat, farklı yazım biçimlerinden oluşur. Bunlar roman, öykü, şiir, özyaşam ve denemedir. Bu yazım türlerinin sinema ile etkileşimleri farklı yoğunlukta olduğu için, hangi yazım türünün sinemayla daha fazla etkileşim içinde olduğunu belirlemek gerekir. Bu yapıldığında sinema-roman ilişkisinin, diğer türlere göre daha öncel olduğu ortaya çıkmaktadır.
Roman sinemadan önce diğer sanat dallarından çok daha sonra ortaya çıkan bir edebiyat türüdür. Tarih, söylence, tiyatro, öykü, pikaresk gibi yazım türlerinden beslenen romanın sınırları çok geniştir. Bugünkü anlamda roman 18.yy da ortaya çıkmıştır. Olayların zaman sırasına göre anlatım tekniği olan “öykü” roman yazımında daha önemli rol oynar. Çünkü roman insanın iç dünyasındaki gerçek insanı, birbirleri ile ilişkilerini toplum sosyolojisi, toplum ve birey psikolojisi ile temellendirerek anlatan uzun bir öyküdür. Romanda olaylar örgüsü gerçekleştiği her aşamada büyük bir yalınlıkla anlatılır ve yaşananlar açık bir ifadeyle okurla paylaşılır. Bu da onun estetik yapısına etik ve didaktik bir işlevsellik kazandırır.
Sanat eserinde en temel ölçü, eserinin kurucu öğeleri olan biçim-içerik birlikteliğindeki dengenin başarılı bir şekilde oluşmasıdır. Olmazsa olmaz bu iki öğenin uyumlu birlikteliği eserin poetikası için de yeterliliği sağlayacaktır. Sinema ve roman farklı iki disiplin olmalarına rağmen, biçim-içerik yönünden ortak özelliklere sahiptirler. Biçim-içerik birlikteliği sanat eserinin kendini ifade ettiği dili oluşturur. Dolayısı ile kurucu öğeler anlamında ortak yönleri olan sinema ve roman, birbirleri ile etkileşimlerini öncelikle bu dil üzerinden oluşturacaktır.
Sinema ve roman aynı zamanda birer anlatım aracıdırlar. Sinema bunu görsel, roman yazı diliyle gerçekleştirir. Anlatıma dayalı sanat türlerinin temel dayanağı edebi metinlerdir. Bu metinlerin yapısal gücü olan kurgu, sinema ve roman sanatlarının arasında ki bağı oluşturur. Sinema ve romanın biçim-içerik birlikteliğindeki dil, metinsel anlatım diliyle birbirlerini tamamlarlar.
Sinema ve romanın yapısal ortak yanlarının dışında, işlevsel olarak da benzer amaçları vardır. Estetik form içinde okura-izleyiciye yaşam, kültür, düşünce alanlarında bilgi aktarımında bulunarak bunu gerçekleştirirler. Bazen de eğlendirerek ve keyif vererek. Romanda yazar merkezde bir konudan yola çıkarak hayal gücü ile karakterleri, olay örgüsünün geçtiği yer ve mekânları, zaman boyutu akışkanlığı ile yazarak dile getirir. Sinemada ise gösterim vardır. Bu parametreleri ayrıntılarıyla izleyiciye perdeden izlettirerek bir gösterim alanı oluşturur.
Sınırları geniş, uzun ve ayrıntılı birer öykü anlatıcısı olan sinema ile romanın ayrıldıkları nokta vardır. Roman yazımında sanatçı-yazar, düş gücünün dışında tamamen yalnızdır. Sinema ise senaryo yazarı, oyuncuları, yönetmeni ve teknik ekibin olduğu, ses, ışık, müzik gibi etmenler ile desteklenen sanatsal bir alandır. Roman bireysel sinema ise kolektiftir.
Roman yazılırken, yazar yalnız olduğu gibi, roman okuru da yalnızdır. Bu yönüyle her okur edebiyat eserindeki konu, kişi, mekân ve zamanının gerçekleştiği an ile ilgili dramatik kurguyu düşünde görselleştirir. Bu yönüyle sinema-roman birlikteliğinin mihenk taşı bu çoğul canlandırmayı, tek bir görsel anlakta toplayıp, izleyicide ortak bir kabul algısı yaratmaktır. Sinema zor olan bu illüzyonu gerçekleştirdiğinde, sinema-edebiyatın birbirleriyle olan etkileşimi, artık sinema-edebiyat birlikteliğine everilmiş olur.
Edebiyat ve roman türüne ait birçok büyük eser sinemaya aktarılmıştır. Sinemanın görsel hafızayla olan direkt ilişkisi, onun izleyiciyle daha kolay bir bağ kurmasını sağlayan yönüdür. Bu yönüyle sinema, görsel dili ile edebiyatın büyük eserlerinin insanlara taşıyıcısı olmuş, kitlelerle bu eserleri buluşturarak büyük bir sanatsal sinerji yaratmıştır.
Bizi diğer canlılardan ayıran sanat yapabilme becerimizin iki büyük damarının, bu birlikteliği daha da zenginleştireceği çok açıktır. İnsanlık olarak yaşadığımız her türlü kirlenme, değer erozyonu ve düşüşün panzehiri olarak. Bekleyip göreceğiz.