Rüzgarlı, fırtınalı, meltemli bir yaşama sahip olan Aslı Erdoğan 1967 yılında İstanbul’da dünyaya gelir. Genel anlamda her insanın sahip olduğu hayat felsefesi, nefes alıp vermeyi, yemeyi, içmeyi, öğrenmeyi ve eğitime devam etmeyi kapsar. Onun ise yaptığı her şey yaşamak içindir. Lisans eğitimini fizik alanında yapar. Her fizikçinin hayalini süsleyen Cern’de yüksek lisansını tamamlar. Bu parlak eğitim Aslı Erdoğan’ın iç dünyasını tatmin etmez. Bir şeyler eksik kalmaktadır. O da sözcüklerin dünyasına dalmaktır. Aslı Erdoğan’ın hayali ve bu yaşamdaki amacı sözcüklerden rengarenk, büyülü bir tablo yaratmaktır. Edebiyat dünyasında ardı ardına yayınlanan eserleri ile gecemsi sessizliğin içinde yol alır. İlk romanı Kabuk Adam 1994’te, Mucizevi Mandarin adlı öykü kitabı 1996’da, ikinci romanı Kırmızı Pelerinli Kent 1998 yılında, köşe yazılarının yer aldığı eseri Bir Yolculuk Ne Zaman Biter 2000 yılında ve şiirsel – düzyazı metinler niteliğindeki yazıların yer aldığı Hayatın Sessizliğinde adlı eseri 2005 yılında, köşe yazılarının toplandığı Bir Kez Daha ve Bir Delinin Güncesi 2006‘da, 2009‘da da Taş Bina ve Diğerleri öykü kitabı yayınlanır. Övgü dolu sözcüklerle yazın hayatı devam etmektedir.
Söylemek istediğim tek şey,
gümüş bir yüzük gibi parıldıyor çamurlu kaldırımda,
kimsenin eğilip almadığı.
Söylemek istediğim her şey,
daracık bir vadisine sıkışmış zamanın,
birkaç saniye, belki birkaç dakika uzunluğunda,
otuz küsur yıllık bir yaşam derinliğinde.
(Hayatın Sessizliğinde,150)
Aslı Erdoğan’ın Everest Yayınları tarafından yayınlanan Hayatın Sessizliğinde adlı eseri “bir tablo gibi duvarda sergilensin” diye yazılan metinlerden oluşuyor. Bir metin, görüntüleri betimleyebilir, ancak bunu yaparken renkleri, biçimleri, oranları vb. söze dönüştürür. Bir metin bir resmin başlığına gönderme yapar ya da onu anımsatırsa her defasında bir gösterge dizgesinden diğerine geçilir, her şey söze dökülmüş olur. Gönderge, çağrışım, anıştırma, eğretileme bu aktarma işlemi sırasında resimleri, görüntüleri sözselleştirmenin değişik yolları olarak kullanılır. Aynı şekilde; metin de resme ve fotoğrafa dönüştürülebilir. Göstergeler arası ilişkidir, alışveriştir.
8. İstanbul Bienal’inde, Eksik Olan Sergisi; bienalde var olacak sanatsal objeler ve sergileme biçimlerinin yanı sıra içerik olarak sunulan “ şiirin ve şiirselliğin, adaletin ve hukukun global dünya kültür politikaları “ çerçevesinde kapsamlı biçimde sorgulama ve tartışma ortamı hedeflenir. İşte, hayatın sessizliğinde yol alan cesur kahraman; içimizdeki ben’dir. Eksik Olan Sergisi’ne katılan metin, Narkissos’un Maskeleri’dir. Narkissos, Yunan mitolojisinde, nehir kenarında kendi yansımasına aşık olan ve aşkına kavuşabilmek için günden güne eriyip yok olan bir kahramandır. Kahramanımız bu metinde kendini aramaktadır, sevdalanacağı, yok olacağı aşkını aramaktadır. Eski Türk Edebiyatında ve Tasavvuf Edebiyatı’nda gördüğümüz fenafillah mertebesine varabilmek, sevdiğinde yokluğa erebilmektir. Kendin olabilmektir. Arayışın amacı, “bir” olabilmektir. Kendinden vazgeçip imgesine ulaşabilmektir. “ Kendin olmak demek, ölmek demektir” derken herkes kendi hikayesini tamamlayabilmek için ölüme karşı maske takmalıdır. Narkissos’un Maskeleri; hayata karşı bir meydan okuma, özgürleşmedir; kadının özgür olmasıdır. Herkes, sahip olduğu yaşam serüveninde kendi ‘ben’ini aramaktadır. Frida Kahlo, hayatı boyunca 70’e yakın resim çizmiştir. Bunların çoğu oto portredir. Bu durumu Frida şöyle açıklar:” Kendi resmimi yaptım, çünkü yalnızdım ve en iyi bildiğim şey kendimdim.”. Hayatın Sessizliğinde’nin çekirdeğini oluşturan metin, Narkissos’un Maskeleri, otoportre niteliğindedir. Aynı zamanda da yazarın deneysel kitaplarından biridir. Edebiyatta deneysellik denince akla, alışılmışın dışında, geleneksel anlatımdan farklı anlatım biçimleriyle oluşturulmuş, okunması güç metinler gelir. Deneysel metinler, geleneksel edebiyatla bağlarını koparmış metinlerdir. Bu tür metinlerde, biçimsel yeniliklere vurgu yapılır. Yazarların çoğu tarih boyunca neyin nasıl yazılabileceği üzerinde durmuş, ne anlattığından ziyade nasıl anlattığının önemini vurgulamışlardır. Aynı zamanda da yazma sürecinin varoluşsal anlamı konusunda deneylere girişmişlerdir. Deneyselliği anlamak için,” bir insan ne yazar, neden yazar, bir yazar ne yazar, bugüne kadar neler yazıldı” sorularını irdelemek gerekir. Alı Erdoğan bu eserinde “ bir ses taşıyıp getirdi beni buraya. Yalnızca üç-beş sözcük bir araya getirdim, o kadar. Ben de bu ses kadar boşum. ( s.168) ” diyerek hayat yolculuğunu sözcüklere döküyor.
Eserin bütününde sözcüklerin önemli bir konuma sahip olduğunu görmekteyiz. “ sessizce yaklaşıyor geceye sözcükler..” ifadesinin alt katmanında; acılarımız, umutlarımız, yaşanmışlıklarımız, kırılganlıklarımız, kalp kırıklarımız, sızılarımız ile karşılaşıyoruz. Sonra sözcükler birden anne oluveriyor; özlenen bir hayatın yaratıcısı, doğum sancılarımız, kanlı bir gece, anneye özlem vs. ruhumuza işliyor. Okur olarak sonsuzluğa uzanan imgeleri, sözcüklerin deryasında yakalayabilmek için sözcük avına çıkıyoruz. “ yürek rengi bir resim dünya” sevgi denizinde kaybolmak gibi başımızı döndürüyor. Sözcükler soyuttan somuta, somuttan soyuta doğru gidip geliyor. Hayat bazen sözcüklerle dolu bir öykü, bazen de rengarenk bir tablo oluyor. Siyah beyaz boyalar ile bezenmiş griyi arayan okur, sözcükleri kullanarak resim yapmaya başlıyor; renkler ve sözcükler ile, renkler ve hayatlar ile seni/ beni / kendini anlamaya ve anlatmaya başlıyor. Sonunda hepsi aynı yere varıyor: “Beni niye terk ettin?”.
İster renk renk öykü olsun, ister sözcükler dolusu bir tablo olsun, hayat kendini sorgulamadır. Okuyucunun zihninde birbirini kovalayan, kovalamaca sonucu kıvılcımların oluştuğu, şimşeklerin çaktığı bir mucizeye şahit oluyoruz. Zaman ve mekan, sözcükler sayesinde var oluyor. İmgeler “Sözcüklerin Akşamı”nda hayat buluyor.
Yazarın devrik cümleler ile metinleri örmesi, kural tanımayan hayatlara bir vurgu olsa gerek. Alışılmamış bağdaştırmalar ile yaşamın düzenine karşı aykırı duruşu temsil etmaktadir. Var oluşunu sorgularken yaşadığı sıkıntılar, ikilemler, yanıt bulamadığı bütün sorular devrik cümlelerin içine gizlenmiş, adeta okurun çözmesini bekliyor. Her birimizin öyküsü farklıdır; seçtiğimiz sözcükler, kullandığımız dil ve anlatım tercihlerimiz birbirine benzemez. Duyuş ve düşünümüze belki bir resim, belki bir şiir hitap eder. Aslı Erdoğan da ‘içimizdeki ben’i anlatırken “Hayatın Sessizliğinde” şiirsel bir dil kullanıyor. Bu eserde, adeta, sözcüklerin dansını satır satır izliyoruz. Sözcüklerin yeni anlamlar ve yeni renkler kazandığına şahit oluyoruz. Okur kendisini en sevdiği müzik notaları eşliğinde bir tabloyu izlerken buluyor. Renklerin büyüsüne kapılmış, sözcüklerin dünyasında şarkı söylüyor.
Sözcükler büyülüdür; her metinde başka bir anlamdadır. Bir duygu, bir düşünce, bir nota, bir renk sözcüklerin dünyasında farklı şekilde ifade edilir ve anlam kazanır. Bu da sözcüklerin çokanlamlılığı ile ilgilidir. Hayatın Sessizliğinde’ndeki her metin kendine göre bir anlam ifade etmektedir. Sözcükler, satırlarda sessizce ilerlerken, kurulan cümlelerde bir anda karşınızda noktalama işareti. Ve siz ona bir dağı karşınızda aniden görmüş gibi çarpıyorsunuz. Cümle sonundaki noktada, okuru, asırlar süren bir bekleyiş karşılıyor. Yazar/kahraman’ın dünyasında “kendinizi” keşfe başlıyorsunuz.
“ sözcüklerin ışığı düştüğünde üzerime yalnızlığı çağırıyor..”
Yazar/kahraman’ımız, geçmişin gözden yitip, geleceğin bir türlü doğamadığı zaman diliminde yaşıyor. Aynı zamanda duyguları ve yaşamı sözcüklerin elinde bir oyuncak oluyor. Bu yüzden birçok imgeyle karşılaşıyoruz. Hayat sessizdir. Herkes, özellikle kadınlar sessiz bir yaşam sürer, analar sessizce ağıt yakar, acılarını sessizce sineye çeker! Yalnız ve sessiz yaşanan bir ömür; “ Damarlara sızan pastır yalnızlık, bileklerden yüreğe geri döner.” ifadelerinde sözcüklerle hayat buluyor. Eser, zamanın hızlı adımlarla ilerleyişine karşı sessiz bir duruş sergiliyor: sessiz, vakur ve heybetli. Bir nota eşlik eder sözcüklere, ilk harften başlar son harfe kadar bir şarkıyı dinlersiniz. Füglerin eşliğinde, metinlerin gölgesinde sessizce yürümektir.
Aynı zamanda eser, hayallerimize sığmayıp taşan bir görsel şöleni andırıyor. Sözcükler her yerde; içimizde, dışımızda, gecemizde, gündüzümüzde, hayal dünyamızda, en çok da rengarenk tablolarda yer alıyor. Sözcüklerin gücünü bilmek ve kullanmak hayata karşı bir duruşu temsil etmektedir. Bizi, biz yapan unsurların başında büyülü sözcüklere sahip olmak gelmektedir. Şöyle diyor Aslı Erdoğan: “Sözcük sözcük dağılarak katıldığım bu sonsuzluğa, karanlığa, geceye; sonra bir bekleyiş, kaleme mürekkep doldurur gibi kendimi doldururum. “beni” ben”e katıyorum.”.
Sonsuzluğun arafında sessizce akıp giden bir hayat, gece, yalnızlık, benlik, varoluş, arayış, haykırış, uyanış, umut, ümitsizlik, çaresizlik, hiçlik, insan, kadın, acı, oyun, yazmak, sigaradan çekilen ilk nefes, ölüm, aşk, sen, ben, hayatın ta kendisi: Hayatın Sessizliğinde ve Aslı Erdoğan.
“ Daha ne kadar sürebilir bu bekleyiş? Daha kaç sözcük gerekir doğabilmem için, düşlemediğim, beni düşlememiş bir geleceğe?”
Kaynak:
- Kubilay Aktulum, Metinlerarasılık// Göstergelerarasılık, Kanguru Yayınları, 2011.
- Aslı Erdoğan, Hayatın Sessizliğinde, Everest yayınları