Editör: Göksu N. Çakır
Göksu N. ÇAKIR: Berlin ve İstanbul’da yaşıyorsunuz. Berlin’de yaşamanız Türkiye’deki edebiyat çalışmalarınızı olumlu ya da olumsuz olarak nasıl etkiliyor?
Menekşe TOPRAK: Sesimi bulduğuma inanarak çevremdekilere göstermeye cesaret edebiliğim ilk öyküleri Berlin’de yazdığım için, dışarıda olmanın olumlu yönlerinden söz edeceğim önce. Yazmaya her ne kadar Ankara’da üniversiteyi bitirdiğim yıl ürkekçe başlamış olsam da edebiyatın içe dönük hakikatli yanına Belin’de yaklaştığımı biliyorum. Ankara’daki sosyal ortamımdan uzaklaşıp daha derin bir içsel yolculuğa çıkmış olmam, fiziksel ve duygusal kopuşlar, yeni okumalar, uzaktayken dönüp kendine ve geldiğin mahalleye bakabilmem bana sanırım neyi neden yazmak istediğimi öğretti. Tabii bunun ilk metinlerim için elzem olduğunu ama Türkçe yazdığım sürece bir yük olabileceğini fark etmem uzun sürmedi. Bu yüzden yeniden Türkiye’de yaşamanın yollarımı aradım. Çalıştığım radyonun İstanbul’daki ilk muhabirlik denemelerimi teşvik etmesiyle benim için iki ülkeli bir yaşam kendiliğinden oluştu. Bana kalırsa, iki yerde de yerleşik olabilir bir yazar ama sonuçta en önemli şey edebiyata ayırdığı mesai. İster Berlin’de olsun ister İstanbul’da, yazı masası için günlük hayattan ne kadar zaman koparabilirimin hesabını yapıyorum. Çünkü çalışma masam farklı mekânların ve dillerin tek tek kaybolduğu üçüncü vatan benim için.
G.N.Ç: ‘Arı Fısıltıları’ geçtiğimiz aylarda Ankara Üniversitesi Edebiyat Ödülü’nü aldı; kutluyorum sizi. Bu romanda ülkemizin olağan manzaralarını görüyoruz. Derviş, şehir hayatından köye kaçmış ama şehir kalabalığı ve memleket sorunları bir şekilde çıkıyor karşısına; Almanya’dan gelen cenaze, göç, patlamalar… Tabiatı, karakterleri ne güzel doğal bir dille anlattınız; bir film seyreder gibi seyrettim Derviş’i, Azime’yi, Suna’yı ve Yeşim’i. Romanda anlatılan kişiler, olaylar kadar gerçek mi?
M.T: Arı Fısıltıları ölümden sonraki yedi günlük bir zaman dilimini anlatır. Ölüleri de konuşturduğum için metnin gerçeküstü tarafları ağır basıyor. Aslında Anadolu’ya, Anadolu’nun kırsalına dair gözlemlerimden oluşan, son derece gerçekçi bir roman Arı Fısıltıları. Hatta şunu bile söyleyebilirim: Hikâyelerini anlattığım karakterler, ruhlar o kadar gerçekçi ve yaşanılanlar öyle sert ki fantastiğe sığınarak kurgulayabildim bu metni. Ama yine de tam olarak birebir tanıdığım kişileri yazdığımı söylemem. En doğru tanım şu olabilir: Arı Fısıltıları ile birbirlerinden farklı ama ruhen benzeşik olan Derviş’in, Suna’nın, Zahide’nin, Olcay’ın, Erkan’ın bendeki karşılıkları olan dünyalarını bir dağ yamacında bir araya getirmek ve böylece hayattaki var oluşumuzu tartışmak istedim.
G.N.Ç: Ağıtın Sonu’nda, “Kuşlar da yaşadıkları kentlerin ruhuna mı benziyor?” diye bir soru bırakıyorsunuz okuyucunun hafızasına. Duru, sakin bir kaleminizin olmasının nedeni yaşadığınız kentin özelliklerine bağlayabilir miyiz?
M.T: Olabilir. Ama ben İstanbul’da da yaşıyorum. Ağıtın Sonu ve Arı Fısıltıları romanlarını ağırlıklı olarak İstanbul’da yazdım. Soruya yanıt olabilir mi bilmem ama ben sakin ve zamanı yavaşlatan metinleri okumayı seviyorum. John Benville, Siegfried Lenz yahut Ahmet Hamdi Tanpınar gibi yazarların metinlerini de bu yüzden sevdiğimi biliyorum. Kendimde ise şunu keşfediyorum: Sanırım gittikçe daha sakin ve duru bir dile doğru kayıyorum. İlk romanın Temmuz Çocukları ve ilk öykülerimin daha uzun cümlelerle, daha karmaşık bir yapı içinde kurgulamıştım. Şimdilerde ise sakinliği ve duruluğu sadece yazıda değil, yaşamda da aradığımı biliyorum.
G.N.Ç: Arı Fısıltıları’nda Derviş, Zahide’nin ruhu
tarafından izlendiği hissine kapılıyor. Ağıtın Sonu’nda da buna benzer bir
durum var: Roman kahramanı Fatma yeni kiraladığı evin ilk gecesinde buna benzer
bir olayı yaşıyor. Bu karakterlerin birbirine benzemesi nereden geliyor?
M.T: Haklısınız, bugüne kadar yazdığım üç romanın kişileri ve ruh dünyaları birbirleriyle ilişkili. Bu durumda acaba tek ve biricik hikâyenin peşinde miyim, diye sorabilirim kendi kendime. Hayatta tamamlanamayanı edebiyatta tamamlama çabası mı bu? Aslında az çok birbiriyle bağlantılı kişilerin ayrı zamanlarda birbirlerinden farklılaşan hikâyelerini anlattım. Mesela bütün kitaplarımı tanıyan okurların, Temmuz Çocukları romanında hikâyesi dolaylı ve kısaca anlatılan tiyatro öğrencisi Nevin’in on beş yıl sonraki halini Ağıtın Sonu’nda keşfetmelerini umuyorum. Ağıtın Sonu’ndaki Fatma ile Arı Fısıltıları’ndaki Derviş’in başka bir kurguda yakın akraba çıkmayacağının garantisini veremem. Belki Arı Fısıltıları’ndaki nihilist Olcay, ayrı bir metinde yalnız, mutsuz ama yine de güçlü bir kadın olan Nevin’in sevgilisi olacaktır.
G.N.Ç:
Fatma, Nevin’in evine taşındıktan sonra birtakım olaylar yaşadı. Sizce,
insanlar taşındıkları evin kaderini mi yaşar?
M.T: Eğer burada kader kavramını, havasını soluduğunuz
bir mekâna alışmak ve oraya sahip çıkmak şeklinde tanımlarsanız, evet, böylesi
bir kadere ortaksınızdır. Dokunduklarımızı anlamaya başladığımız andan itibaren
bir ruh ortaklığı kurduğumuza inanıyorum. Burada “ev” dediğiniz mahalle de
olabilir tabii, eşyada yakaladığımız bir hikâye de. Ağıtın Sonu’ndaki ev ise, İstanbul’un Kurtuluş mahallesinde hem
evin en eski sahipleri olan Ermeni aile, hem de yeni sahibi Nevin tarafından
terk edilmiştir. Ev, ancak başka bir göçebenin sahip çıkabileceği bir mekândır
artık. Çünkü bir yer terk edilmişse oraya gelip yerleşen de başka bir yeri terk
etmiştir. Bana kalırsa İstanbul’un, Anadolu’nun farklı insan hikâyeleri en çok
terk edilip yeniden doldurulan bu mekânlar üzerinden birleşiyor ve ayrılıyor.
G.N.Ç: Kitaplarınız Almanca, Fransızca, İngilizce,
İtalyanca ve Sırpçaya çevrildi. Avrupa’da kitaplarınıza olan ilgiyle
Türkiye’deki ilgiyi kıyaslarsak, aralarında nasıl bir fark görüyorsunuz?
M.T: Böyle bir karşılaştırma yaparsam, acele etmiş olurum. Çünkü ben Türkçe yazan, diğer dillere belli metinlerimle yeni yeni girmeye başlayan bir yazarım. Yine de şunu söyleyebilirim: Valizdeki Mektup adlı öyküm Profesör Yasemin Yıldız tarafından İngilizceye çevrilip Massachusetts Review adlı edebiyat dergisinde yayımlandığından beri, öykünün Amerika’da ve İngiltere’de bazı üniversitelerde holocoust ve göç konulu derslerde okuma metni olarak önerildiğini biliyorum. Ayrıca aynı öykü Prof. Dr. Yasemin Yıldız ve Prof. Dr. Michael Rothberg’in – Los Angeles Üniversitesinde iki akademisyen – yazmakta oldukları bir kitapta edebiyat bilimi açısından detaylı bir şekilde irdeleniyor.
G.N.Ç: Ağıtın Sonu, 2015’te Duygu Asena Roman Ödülü aldı. Çocukluk ve gençlik yıllarını Türkiye’de geçirdikten sonra bursla Avrupa’ya giden ve hayatını orada kuran Fatma’nın Türkiye’ye dönmesiyle başlıyor roman. Fatma, kiraladığı evin iki yüzü olduğunu düşünüyor. Sokağa bakan yüzün, şehrin ona gizemli görünen yanını, arka cephenin ise, dedesiyle, kavgacı ninesini hatırlatıyor. Siz de sekiz yaşınıza kadar Türkiye’de dedenizle yaşadınız. Fatma’yla aranızda bir tür ruh bağı kurdum, doğru mu?
M.T: Fatma’yla aramızda bir ruh bağı hem var, hem de hiç yok. Belki ufak tefek biyografik bilgilerle benzeşiyoruz –yurt dışı deneyimi, Polonya bölümü gibi. Ama Fatma’nın inkârlarla kurulu hikâyesi, babanın ölümü, annenin gidişi benim biyografimle ilgili değil. Bana ait izler mutlaka vardır- ki her karakterimde var bu. Bende masal anlatıcısı Nevin’i gördüklerini söyleyenler çoğunlukta mesela.
G.N.Ç: İki öykü, üç romanınız var. Öyküyle romanı,
karşılıklı kefelere koyarsak, hangisi ağır basar?
M.T: Ben öykü yazarak başladım edebiyata ve aslında öykü yazarak da devam ediyorum sayılır. Romanlarımı da yer yer bana özgü öykü anlayışıyla yazdığımı biliyorum. Ama roman daha çok okuyorum, romancının iyi öykü anlatanını seviyorum. Yani öyküyle akrabalık ilişkisi olanını kendime yakın buluyorum.
G.N.Ç: Ağıtın Sonu’nda kadına ve hayata toplu bir bakış atıyorsunuz. Bunu yaparken de masalların diline sığınıyorsunuz. Sizi masalların diline götüren şey, çocukluğunuza duyduğunuz özlem mi?
M.T: Çocukluğuma duyduğum özlemin nüvelerini belki ilk öykü kitabım Valizdeki Mektup’ta bulabilirsiniz. Ağıtın Sonu’ndaki masalda ise bunun tam tersi söz konusu. En azından kitabı iki masalla bağlamamın daha bilinçli bir arka planı var. Çocukken bize anlatılan masalları onların diliyle ters yüz etmek, bilinçaltımıza işlenen kadın erkek davranışının temellerine inip buna meydan okumak… Kitaptaki her iki masalla da kadınla erkeğin, Doğu’yla Batı’nın, gelenekle modernin karşılaşmalarını ve bu karşılaşmadaki çatışmalarını ve çıkmazları anlattım. En önemlisi de masallar ve söylencelerle üretilen eril dilin eleştirisini yapmayı denedim. Bu yüzden masalları Fatma’nın, annesinin, Nevin’in ve Kerem’in hikâyelerinin başka bir düzlemde yeniden anlatımı şeklinde okuyabilirsiniz.
G.N.Ç: Göçü bu kadar eserlerinizin merkezine
koymanızın belirli bir sebebi var mı?
M.T: Çünkü ben de bir göçebeyim. Bu hayattaki
tanıklıklarımı farklı okumaların süzgeçlerden geçirerek yazıyor ve en çok
yazıyla özgürleşiyorum.
G.N.Ç: Yazarlığınız boyunca edindiğiniz hayat tecrübesi nedir?
M.T: Sabır ve beyhudelik. En önemlisi de aslında okumayı çok sevdiğim için yazar olduğum gerçeğini anlamış olmam.
Türk edebiyatına katkılarınızdan ve bu güzel söyleşiden dolayı size çok teşekkür ederim.