BATIGÜN SARIKAYA
(*) Bu yazı 20 Mart 2020 günlü İzgazete’de yayımlanmıştır.
Kolektif korkularımız gerçek oldu. Bütün dünyayı etkisi altına alan bir virüs dalgası ile sar(s)ıldık. Bir süredir özellikle de Avrupa ülkelerinde yaşanan gelişmeleri endişeyle takip ediyorduk ama bizde de ilk vakanın duyurulmasıyla birlikte toplumsal bir panik başladı. İşin ciddiyeti anlaşıldıkça insanlar evlere kapandı. Salgının ülkemizde daha fazla yayılabileceğine dair tedirginlik içinde herkes. Ama süreç nasıl işleyecek, hayat ne zaman normale dönecek, yanıt vermek zor. Tıp otoritelerine bakılırsa bizi çok zorlu günler bekliyor.
İNSANLIĞA SON UYARILAR
Bu arada Korona virüsünün yarattığı farkındalıkla insanlar kapitalist-modern toplumun açmazları üzerine düşünmeye yeniden başladı. Doğayla giriştiğimiz mücadelede, ekonomik büyüme hırsımızla ve ürettiğimiz teknolojiyle kazanıyor gibi görünmüş olabiliriz ama uzun vadede aslında kendi kuyumuzu kazdığımızı sanırım hepimiz daha iyi anlayacağız.
Bütün bu karmaşanın arasında sanat ve düşün yapıtlarının, özellikle de sinemanın zaman zaman bizi uyarmaya çalıştığını belirtmek gerek. Son günlerde yeniden anımsanan ve muhtemelen birkaç haftadır sanalağ üzerinden en çok izlenen filme dönüşen “Contagion (Salgın)”ın 9 yıl önce yaptığı uyarıyı bütün bir insanlık olarak ciddiye almamanın ceremesini çekiyoruz sanki. İşin ilginç yani Korona virüsüne benzer bir grip salgınını konu alan film, bugün yaşananlara çok yakın bir gerçekliği getiriyor perdeye. Bir yarasadan gelen hastalık Çin üzerinden ABD’ye ulaşıyor ve oradan tüm dünyaya yayılan öldürücü bir grip salgını başlatıyor. Steven Soderbergh’in yönettiği Contagion, otoritelerce en gerçekçi ve dürüst salgın filmi olarak tanıtılıyor. Sinemada virüslerin yol açtığı felaketlere değinen pek çok öykü izledik ama doğrusunu söylemek gerekirse Contagion bugün yaşananları sanki önceden haber veren öncü bir çalışma. Gösterimdeyken pek ses getirmedi ama şimdi insanlar yeni bir bilinçlenme dalgasına kapılmışken gizli bir hazine gibi keşfedildi ve bazı şeyleri değiştirmezsek dünyada yaşanabileceklerin bir çeşit ön izlemesi gibi.
Bu arada kimilerine göre felâket filmleri, insanlığın günün birinde uğrayacağı belalara bir hazırlık niteliğinde. Eleştirmenlere göre bu filmler, kolektif bilinçte yatan korkuları yöneten sistemin ürettiği rahatlama a(lan)ları. Filmlerin sunduğu toplu “katharsis” hissinin bir yanıyla toplumsal gazı aldığını söylemek mümkün ama öte yandan bu tip filmlerin ortaya çıkışını doğa-çevre uyumuna değer vermeyen politikaların doğurduğu çıkmazlara ve bu çıkmazların beslediği kolektif korkulara bağlamak da mantıklı.
FELAKET VE SALGIN FİLMLERİ
Sinemasal ürünler içinde virüs ya da salgın filmleri diye ayrı bir kategori oluşturmak zor. Salgın öyküleri, genellikle dünyanın başına gelen küresel felâketlerin çeşitlemeleri içinde sunuluyor. Felâket filmlerini bu tip büyük ölçekte filmleri rahatlıkla üretebilen Amerikan sinemasında daha çok görmemiz ise tesadüf değil. Bir yandan dönem bağlamında incelenirse Amerikan toplumunun yaşadığı güvenlik gerilimini ve “öteki” korkusunu besleyen ve 1970’li yıllarda deprem, sel, büyük çaplı yangın gibi insanların baş edemeyeceği doğa olaylarını konu alan bu tip filmler üst üste çekilmişti. Felâket filmleri alt türü olarak kabul edilen bu öbekteki yapımlar, 60’ların özgürlük hareketlerine darbe vurmak isteyen muhafazakâr rejimin geniş kitleler üzerinde ‘güvenlik’ ve ‘huzur’ kavramlarının tehdit edildiği algısı yaratma çabasının ürünleriydi. Yükselen toplumsal panik, Amerikan halkının iç ve dış düşman yanılsamasını beslemeyi sürdürdü. Son yıllarda oluşan yeni dalgalar ise bu korkunun uluslararası bir zemin bulmasına yardımcı oldu. 2000’li yılların üst üste yarattığı modern vebalar -Ebola, Sars, tavuk gribi gibi salgınlar- tüm insanlığın ortak bir kaderi yaşayacağı büyük bir dönüşümün fragmanları gibi algılanabilir.
Bu düşüncenin sinemadaki karşılığı daha çok kıyametvâri nitelik taşıyan distopik filmlerde kendine yer buldu diyebiliriz. Dünya nüfusunun tamamının ya da çok büyük kısmının çeşitli salgınlarla yok olduğu, kalanların yaşam mücadelesi verdiği bir gelecek çizen 12 Maymun (Twelve Monkeys, 1995), Ben Efsaneyim (I’m Legend, 2008), The Road (Yol, 2010), Children of Men (Son Umut, 2006) gibi filmler yeryüzünden silinme korkusunun kolektif bilincimizdeki temsilleri olarak ortaya çıktı. Bir zamanlar kıta Avrupasına müthiş darbe vuran veba salgınını akla getiren bu filmler, tarihsel bellekte yer alan ve modern zihne taşıdığımız olumsuz anıların yansımaları olabilir. Bir yandan geleceğin dünyasına taşınan korkular, korku sinemasının alt türü olarak karşımıza çıkan zombi filmlerinde de kullanıldı. Genetik araştırmalar ya da virüsler yüzünden yaşayanölüye dönüşen kitlelerin istila ettiği bir dünyada hayatta kalmaya çalışanları anlatan bu tip filmler, virüs tehlikesinin adeta cisimleşerek, kanlı canlı bir korku nesnesine dönüşmesine neden oldu: George A. Romero’nun Yaşayan Ölülerin Gecesi (The Night of Living Dead, 1968) efsanesinden sonra konuyu bu noktada ele alan Dawn of the Dead (Ölülerin Şafağı, 1978), 28 Days Later (28 Gün Sonra, 2002), Rec (Karantina, 2007), World War Z (Dünya Savaşı Z, 2013) gibi filmler farklı dönemlerde seyircinin toplu yok oluş korkularına yaslanan yapımlardan birkaçı.
TOPLUMLARIN İZDÜŞÜMÜ
Felaket kültürünü devam ettiren Hollywood’un kitleleri hop oturup hop kaldıran böylesine etkili filmlerle boşaltım sağlama çabası yanında, salgın fikrinin bir medeniyet eleştirisine dönüşmesi de kaçınılmazdı elbette. Modern edebiyatın en güçlü isimlerinden biri olan Jose Saramago’nun Körlük romanını unutmak mümkün mü? Nasıl bulaştığı bilinmese de çabucak yayılan bir körlük salgınını konu edinen bu derinlikli roman, mecazi bir yerden toplumsal yaşamın da aslında körlük üzerine kurulu olduğunu ve uygarlığa ait değerlerin nasıl da anlamsızlaştığını betimliyordu. 2008’de Brezilyalı ünlü yönetmen Fernando Meirelles tarafından sinemaya uyarlanan yapıt, hastalığın bulaştığı ilk insanların karantinaya alındığı bölümlerde ürkütücü bir atmosfer kurmayı başarmıştı. Korona virüsünün yayılmaya başladığı günlerde ülkemizde kimi temizlik ürünlerin fahiş fiyatlara satılması, marketlerdeki stokların neredeyse yağmalanması gibi durumları düşününce, daha salgının kendisiyle karşılaşmadan yaşanan bu egoist paniğin salgın ülkede kol geziyor olsa nasıl sonuçlar yaratabileceğini göstermesi, anlatı sanatıyla hayatın paralelliğine de güçlü bir işaret bana kalırsa.
Sinema aslında belki de insanlığa en doğru mesajları verebilecek yegâne temsil. Başa dönersek 9 yıl önce duyarlı ve öngörülü sinemacıların (belki de hiç bilemeyeceğimiz kimi bağlantıları kullanarak ve) dönemi çok iyi takip ederek ürettikleri muhtemelen en gerçekçi salgın filmi olan Contagion, geniş kitleleri çoktan uyandırmış olmalıydı: “Ölçüsüz tüketime son verin; doğayı kirletmeye ve yok etmeye, hayvanları dilediğiniz gibi kullanmaya devam ederseniz, binlerce yıldır koynunda yaşadığınız doğanın sizinle mücadele etmek için yeni yöntemler deneyebileceğinden emin olabilirsiniz. Ve o yöntemlerle baş etmeniz mümkün olmayabilir.”
M. Night Shayamalan’ın çok eleştirilen “The Happening”(Mistik Olay, 2008) filminde de insanlıktan intikam almak isteyen bir doğa tasvir edilmesi boşuna değildi. Bu filmdeki intikam fantezisini komik bulanları şaşırtacak olaylarla karşılaşmamız aslında işten bile değil.
Bununla birlikte kimi kaynaklar genetik bilimindeki gelişmeleri yönlendiren (bir) üst-akıl’ın dünyayı kontrol altına almak ve nüfusu azaltmak isterken büyük küresel felaketlere davetiye çıkaracağını da iddia ediyor. Ben Efsaneyim’de kanseri çözmek için üretilen virüsün kontrolden çıkıp herkesi öldürmesi ya da Matrix’te sistemin güvenliği için kullanılan Ajan Smith karakterinin çoğalıp her şeyi tehdit eden bir virüse dönüşmesi gibi örnekleri anımsayabiliriz.
Ne olursa olsun, karşı karşıya kalınan sorunu üreten, insan toplumundan başkası değil. Çözümse yine bizde. Bunu anlamak için bu dünyanın kocaman bir karantina alanına dönüştüğünü mü görmeliyiz? İnsandan insana yayılacak tek virüs; sevgi, sanat ve bilim aşkı olmalı. Ve sinema bu uğurda bize daima yol göstermeli.
NOT:
Virüs ve salgın etrafında gelişen filmler için küçük bir liste. -Metinde adı geçen filmler de bu listeye dahil edilebilir.-:
Caddelerde Korku / Panic in the Streets (Y: Elia Kazan, 1950)
Yedinci Mühür / The Seventh Seal (Y: Ingmar Bergman, 1957)
Venedik’te Ölüm / Morte A Venezia (Y: Luchino Visconti, 1971)
Cassandra Geçidi / Cassandra Crossing (Y: George P. Costamos, 1976)
Tehdit / Outbreak (Y: Wolfgang Petersen, 1995)
Virüs (Y: John Bruno, 1999)
Mistik Olay / The Happening (Y: M. Night Shayamalan, 2008)
Veba / Carriers (Y: David & Alex Pastor 2009)
Flu / Gamgi (Y: Kim Sung-Su, 2013)
Zombi Ekspresi / Train to Busan (Y: Sang-ho Yeon, 2016)
(Gözden geçirilmiş versiyon )
30 Mayıs 2020