Ağır Saat
Kim ağlarsa
şimdi dünyada bir yerde,
nedensiz ağlarsa dünyada,
bana ağlar.
Kim gülerse şimdi bir yerde geceleyin,
nedensiz gülerse geceleyin,
bana güler.
Kim giderse şimdi dünyada bir yere,
nedensiz giderse dünyada,
bana gider.
Kim ölürse şimdi dünyada bir yerde,
nedensiz ölürse dünyada,
bana bakar.
R.M.Rilke
“Ben sevemem, annemi sevmem de ondan” diyen bir şair var karşımızda. 4 Aralık 1875’de Prag’da başlayan onun hayat ve yazın macerası için Robert Musil ‘Ne Rilke’den önce ne de ondan sonra izlenimin bu dingin ve yüksek gerilimine ulaşılmıştır… O bir gün ortaçağ dinselliğinden hareketle insanlık ülküsünün ötesinde, yeni bir dünya imgesine giden yolda, yalnızca büyük bir ozan değil, eşi bulunmaz bir yolgösterici olacaktır.’ diyecektir. Ölümünün üzerinden tam 94 yıl geçen ve kimilerince vasat, kimilerine göreyse yaşamı boyunca tanrıyı arayan- ve bunu şiirlerine de yansıtan- 20.Yüzyıl Alman şairleri arasında anılan Raine Maria Rilke’ın hayatına gireceğiz.
Onun yalnızlık ve yolculuklarla geçen 51 yıllık yaşantısından geriye, mutlaka her edebiyatsever tarafından okunması gereken Douino Ağıtları ve diğer şiirlerinin yanı sıra, pek çok öykü, oyun ve denemeleri kalmıştır. İlk şiirini onaltı yaşında bir Viyana Gazetesinde yayınlayan Rilke, hayatı boyunca çeşitli Avrupa kentlerine yaptığı geziler esnasında da, dünya edebiyatının çeşitli isimleriyle tanışmış, oyunlar ve sanat üstüne denemeler yazmış bir şairdir.
“Gündüz unutkandır, bu yüzden hep geceleri yazarım” diyen Rilke, Alman asıllı bir ailenin çocuğu olarak doğar. Babası Josef Rilke orta halli bir memurdur. Kâni bir adam olan Josef’in karısı Sophia ise ölçüsüz, kaprisli, tutkularının ve aşırı özlemlerin kadınıdır. Belki de tutkularını oğlunun yaratacağı bir hayatta aramak niyetiyle yedi aylık cılız bir bebek olarak doğan minik Rilke’ın hep subay olmasını istemiş.
Sophai’nın bir diğer hendikapıysa, Rilke’ı kendinden önce doğan ve kısa süre sonra ölen ablasının anıları ve özlemleriyle 6 yaşına kadar kız gibi büyütmesidir. Rilke’nin erkek doğmasına kolay kolay alışamaz.
Annesinin zoruyla St.Pölten’deki bir askeri okula kaydı yapılır önce. Sürekli hastalığı ve içinde bambaşka dünyaların hayali olan Rilke, sıkıntı ve bunalım dolu yılların ardından bu okuldan ayrılır ve bir ticaret okuluna gönderilir. Daha sonra saray noteri olan amcasının mesleğini sürdürmesi için Hukuk Fakültesine kaydını yaptırırlar. Bu çabalar da sonuç vermez ve Rilke eğitimini yarım bırakır.
O dünyaya sanatçı olarak gelmiştir ve bunu değiştirmek mümkün değildir. Bu yarım yamalak eğitim serüvenlerinden belki de tek kazancı aldığı ve çok etkilendiği Alman Edebiyatı ve sanatı dersleridir. Zaten büyük bir merak ve şevkle katıldığı dersler de hep bunlar olmuşdur.
Rilke bu yıllarda daha sonradan yadsıyacağı ilk şiirlerini ve öykülerini yazmaya başlar. Yapabileceği en iyi şeyin yazmak olduğu derin bilincini kavrayan Rilke, yazdıklarını Alman ve Avusturya sanat dergilerinde yayınlamaktadır. Yazdıklarıyla, genç yaşına rağmen sanat çevrelerinin dikkatini çekmeyi başarsa da, o bunun önemsenmesi gereken bir şey olmadığı inancıyla eşyaya, tabiata ve insanın içlerine doğru derinlemesine okuma ve yazmanın zengin yolculuğa başlamıştır bile. Daha sonradan yazdığı Duoino Ağıtları başta olmak üzere pek çok eserinde bir üst bilincin izlerini oluşturmayı başarmış bir şairdir artık o..
Rilke ölümüne kadar sürecek olan yolculuklarına da bu dönem de başlar. O görmenin çok ötesinde sezmenin ve sezdirmenin şairi, kalemi olarak arama dönemine geçer peşi sıra.
1895 yılında Bremen yakınlarındaki Worpswede’de kurulan Sanatçılar Kolonisi isimli derneğe sık sık uğrayan Rilke burada Clara Westhoff adında bir heykeltıraşla tanışır. Clara ünlü ressam Rodin’in öğrencisidir. Zeki ve iradeli ve güzel olan Clara ile arkadaşlıkları ilerler ve evlenirler. Ama bu evlilik yürümez, çünkü her ikisi de ayrı dünyaların insanlarıdırlar. Bir türlü rayına oturmayan bu evlilikten Rilke’nin Ruth adında bir de kızı doğar. Birkaç yıl sonra kızını kaybeden Rilke resmi olmayan bir şekilde eşinden ayrılır. Evlilikleri şeklen hep sürdü ama hiçbir zaman bir araya gelemediler.
Sanat üzerine denemelerini topladığı ve dilimize de çevrilen ki kitabı “Genç Şaire Mektuplar’ında şöyle yazar Rilke “İçinize dönün, hayatınızın kaynadığı derinlikleri yoklayın; onun kaynağında siz, yaratmanız gerekiyor mu sorusunun karşılığını bulacaksınız. İçinizdeki ezgileri size seslendikleri gibi alın. Belki sanatçı olarak doğduğunuzu en başta size tanıtlar bu şeyler. Boyun eğin o zaman alın yazınıza, yükünü ve büyüklüğünü de dıştan gelebilecek bir karşılık beklemeden taşıyın, çünkü yaratıcı başlı başına bir dünya olmalı”
Rilke’ın bir başka özelliği ise oturmayı pek sevmediğidir. Hatta Şiirlerinin birçoğunu da ayakta yazdığı söylenir.
Geçtiğimiz asra damgasını vuran Malte Laurids Brigge’in Notları isimli günce-roman tarzı kitabında ise, bir sanatçının yaşama tarzının şiiri kadar önemli olduğunu ve bütün yaşantısını şiire adaması gerektiğini savunur. “ve kimseniz yoktur ve hiçbir şeyiniz yoktur, elinizde valiz ve bir kitap sandığı, hiç bir merak ve ilgi duymadan dünyada dolaşır durursunuz” diyerek belki de kendi yaşantısını özetlemiştir. 1910 yılında yayınladığı bu kitap bazı edebiyat tarihçilerince Modern Avrupa Edebiyatında köşe taşlarından biri olarak da anılıyor. Dilimize ilk kez Behçet Necatigil tarafından kazandırılan bu eser notlardan ve güncelerden oluşmaktadır. 28 yaşında Danimarkalı ama Paris’te yaşayan yalnız bir adamın güncesidir bu notlar..
Çünkü o da Kleist, Nietzsche, Hölderlin gibi yalnız ve gizemli olarak yaşamını sürdürür. Hayatına giren insanlar da onun yalnızlık olan yazgısını bozamazlar. Bazılarınca güç bir yazar olarak anılsa da Rilke, kendine daha çok güncel edebiyatın dışında bir yol çizdiği için anlaşılmamaktan ziyade, duyulmayan, sağır kalınan bir şairdir.
Onunla aynı yıllarda yaşayan ve dönemi şekillendirenlerse edebiyatta Stafan Zweig, Robert Musil, Franz Kafka; Psikolojide ve Psikanalizde Sigmund Freud ve Alfred Adler; Felsefede Ludwig Witgeinstein,; Resimde Gustav Klimt ve Egon Schilele; müzikte Gustav Mahler, Arnold Shhönberg ve Anton Webern gibi isimlerdir.
I.Dünya Savaşı’na tanık olan Rilke, savaşın insanlar üzerindeki sarsıcı etkisinin ve savaş sonrasının değişim sancılarını hep hissetmiş ve denemelerine de bu konuların izlerini ve gölgelerini yansıtmıştır. Çünkü Rilke’ın şair duyargaları insanların hüzün ve acılarını, yokluk ve ölümlerini kaydetmekte ve onların ruhlarının tüm gerilimini anlatmaya ayarlanmıştır. Bazı eleştirmenlerce eserlerinin büyük bir kısmında Çek-Alman gerilimini ve bu gerilimin etkileri ve izleri ön plana çıkmaktadır.
1896 yılında doğduğu şehri terk ederek Münih!e gider ve dönemin pek çok sanat ve düşün adamında derinden etkileyen, kendisinden 14 yaş büyük, iyi bir eğitim almış, birkaç yabancı dil bilen ama aslında çekici bir güzelliği olmayan, bir Rus generalinin kızı olan Lou Salome’la tanışır.
Salome Rilke’nin hayatında son derece önemli yer kaplar. Salome’a ola tutkunluğunu belki de “Aşk içimizdeki yangını söndürmeksizin taşımaya çalışmaktır” diye betimleyecektir. Bu tanışmadan doğan aşk sonuçlanmadan birkaç yıl sonra. Rilke bu kısa zamanlı aşkta pek çok mektup yazıyor Salome’a. O mektupların birinde “o zaman da hissetmiştim, bu gün de biliyorum ki, seni kuşatan o sonsuz gerçek, o son derece iyi, büyük ve üretici dönemin en önemli olayıydı. Beni yüz yerimden aynı anda kavrayan o değiştirici yaşantı, senin varlığının büyük gerçeğinden doğuyordu. Daha önce o aranan duyumsayışlarım sırasında hiç o kadar duymamıştım hayatı, o kadar inanmamıştım şimdiyle, geleceği o kadar tanımamıştım, sen bütün kuşkuların tam karşıtıydın: dokunduğun uzandığın ve gördüğün her şeyin var olduğuna tanıklık edendin. Zavallı ilk şiirlerimin belirli özelliği olan o birlikte akış ve çözülüşten kurtuldum; nesneler doğdular yavaş yavaş ve güçlükle öğrendim her şeyin ne denli yalı olduğunu ve olgunlaştım, yalın şeyler söylemeyi öğrendim. Bütün bunlar kendimi şekilsizlik içinde yitirme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğum bir sırada seni tanıma mutluluğuna erdiğim için oldu” diyecektir.
Lou ile iki kez Rusya yolculuğuna çıkar Rilke. Bu yolculukta Tolstoy ve ressam Leonard Pesternak ile tanışır. Dünyasının ve ufkunun değiştiğini söyler. Bu yolcululardan yirmi yıl sonra dostu Schözer’e yazdığı bir mektupta. “ Rusya’ya neler borçlu değilim ki; bana gerçeğin uzakta bir şey olduğuna ve ancak sabırlı olanlara yavaş yavaş yaklaştırdığına inandırdı. Bugünkü varlığımı Rusya yolculuklarıma borçluyum. Kafamın vatanı, benliğimin kökü oradadır” diye yazacaktır.. Bu yolculukların mı yoksa yol arkadaşının kendisinde yarattığı ve yıllarca silinmeyen etkiyle mi bunları yazmıştı kestirmek güç. Ama Rusya yolculuğu onun hayatında çok önemli bir yer tutmuştur. Saatler kitabının yazılmasında bu yolculuğun ve kuşkusuz Lou’nun büyük etkisi oluyor. Rusya dönüşü Paris’te otel odalarında kaldı; yalnız geziler yaparak sürekli notlar tuttu. İç dünyasındaki dalgalanmaları diline ve yazdıklarına yansıtmaya gösterdiği çaba onu yıpratıyordu. Şiirlerindeki garip üslup ta bu dönemin eseridir.
Rilke, fakirlere, dilencilere, zavallılara ve hastalara karşı duyduğu merhamet ve yakınlığın Tostoy’un kendisinde bıraktığı etkiyle başladığını da zaman zaman ifade edecektir.
1920’lerden sonra bohem sayılabilecek bir yalnızlık içersinde sürekli şiir denemeler yazdı ve hep kısa seyahatler yaptı. Ondan geriya kalan eserlerinde ölüm teması, mistizm ve kasvet hep ön plandadır. Belki de bu yüzden bazı eleştirmenlerce yaşamı için sürekli tanrıyı aradı yargısı ortaya konmaktadır.
Yaşamının son döneminde kaldığı Muzot Şatosunun bahçesinde bir gün gül koparırken eline diken batar. Bu küçük diken yarasının ağrısı dinmeyince bir doktora gider ve ilerlemiş durumda kan kanseri olduğu anlaşılır. İki ay sonra 26 Aralık 1926’ da hayata gözlerini bir daha açmamak üzere yumar. Rainer Maria Rilke’ın mezarı İsviçre Kantonu Valais’teki kuş uçmaz kervan geçmez Raron Mezarlığındadır…