İlk kitabı Klan’la 2007 yılında Ahmet Hamdi Tanpınar Roman Ödülünü alan Cem Kalender, Zamanın Unutkan Koynunda, Kayıp Gergedanlar ve Kasımpaşalı Oedipus‘un ardından beşinci romanı Mazarin Mavisi ‘ni (Doğan Kitap, Şubat 2020, 1. Baskı) yaklaşık beş yıl aradan sonra okurlarıyla buluşturdu. Önceki metinlerinde büyük oranda gerçeküstü roman atmosferleri yaratarak metninin çatısını kuran yazar, bu sefer daha klasik bir anlatıyla karşımızda. Adını bir kelebek türünden alan Mazarin Mavisi, Kafka’nın Dönüşüm’ünde de işaret ettiği gibi insanın kendi bedenine, ruhuna ve içine doğduğu kültüre yabancılaşarak ötekileşmesinin hikâyesi bir bakıma.
Yazar, gerçek bir yaşam öyküsünden yola çıkmış. Konusuna şöyle bir baktığımızda, aslında gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinde karşılaştıklarımıza benziyor, ama okudukça fark ediyoruz ki, altında barındırdığı derin trajedi tokat gibi yüzümüze çarpıyor. Öyle ki son sayfayı kapattığımızda, henüz kitabı elinizden bırakmadan daha, Bu hikâyenin neresinde duruyorum, sorgulamasına başlıyoruz.
Mazarin Mavisi, kadınsı tavırlı erkek eşcinsellere o dönem yaygın biçimde söylendiği adıyla Lubunyaların, yani trans bireylerin yaşamını, dahası ana karakter Tuna’nın öyküsünü anlatıyor. Detaylara geçmeden önce belirtmeliyim ki Kalender, konuyla ilgili kapsamlı bir araştırma yapmış. O hayatın içindeki kişileri fiziksel görünümleri, alışkanlıkları yanında korkuları, hayalleri, beklentileri, sevgi ihtiyaçları gibi duygusal yanlarıyla da yakından gözlemlediği aşikâr. Öte yandan yaşanmış bir hikâyeyi romana uyarlamanın, yazarın hayal dünyasında yarattığı dünyayı kurgulamasından çok daha zor olacağını düşünüyorum; gerek elini daraltması gerekse kaynağı pek olmayan bir konuyla ilgili veri toplamanın zaman alması bakımından.
Dikkat çeken bir başka konu da karakterlerin kendi aralarında konuştukları dil hakkında. Yazar epey emek harcamış yine. Öyle ki romanı, karakterlerden biri yazmış sanki. Elbette bunda gerçek bir hikâye olmasının etkisi yok değil. “Lubunca”, kendine özgü grameri, deyimleri, esprileri olan bir dil olarak karşımıza çıkıyor. Her ne kadar bu, LGBT-İ bireylerin kendi aralarında kurdukları diyalog olsa da, okurlar açısından öyle kolayca çözülebilecek bir jargon değil. Metinde kullanılan bütünsel dile değinecek olursak, yazarın diğer kitaplarında kimi okuru zorlayan ya da kendine özgü daha özel bir okur kitlesi yaratan dilini bu kitabında arka plana ittiğini, daha çok kurguyu ve hikâyeyi öne çıkardığını görürüz. Bu durum aynı zamanda romanın sinematografik özellikler göstermesini sağlamış.
Bir bölümü 1986-87 yılları arasında geçen Mazarin Mavisi’ne bir dönemin belgesi diyebiliriz. Çünkü roman mekânları Beyoğlu’nun arka sokaklarından, metnin ana merkezini oluşturan Küçük Bayram ve Abanoz Sokakları. Hatta bugün her ikisi de kültür merkezine dönüştürülmüş, |-kendi aralarında “Cancan” dedikleri- Cankurtaran’daki eski Zührevi Hastalıklar Hastanesi ile Sirkeci’de ikinci şube olarak da bilinen, geçmişte siyasi tutukluların da getirildiği emniyet merkezi. Yani, İstanbul’un bir roman karakteri gibi yakın geçmişiyle önümüze çıktığı bir kitap.
Yazar, romanın genelinde ebeveyn ve çocuklar arasındaki ilişkilerin altını özellikle çizmek istemiş. Neredeyse hemen hepsinin geçmişte yaşadığı travmalar bulunuyor. Karakterlerin psikolojik tahlilleri, aileleriyle kurduğu bağlar, bugünkü halleri hatta inançları gibi onları, gerçekte oldukları yapan nedenler, sonuçlarıyla birlikte bütün olarak iyi çözümlense de birinci kitabın “Babam bir kamu bankasında hademeydi, …” (157) diye başlayıp “… kimse kimseyi tanımıyordu.” (165) diye biten, roman kişilerinin kendilerine dair anlattıkları hikâyeler bölümü, kitabın en başarılı psikolojik yanı kanımca.
Kalender, Mazarin Mavisi’nde roman zamanını kâh geri dönüşlerle kâh ileri gidişlerle kurmuş. Beri yandan anlatıcının ya da kendilerinin ağzından karakterleri bize tanıtırken “… genişlemesi … hızlanması içini[n]… neyle doldur[ul]duğu…” (235) “çizgisel[liği]… daireselliğ[i]…” (265) gibi zamanın göreceliği veya ne olup olmadığıyla ilgili de çıkarımlara varmış sıklıkla.
Bir başka açıdan, birinci kitapta karakterlerden birinin, hayati önem taşıyan işkence, cinayet v.s karşı yasal haklarını aramak amacıyla dernekleşmek veya siyasi parti kurmak için diğerlerini örgütlemeye çalışması, romanın daha fazla işlenmesi gereken siyasa yanını gösteriyor. Yine de kurgudaki bu minik kıpırdanışların, bizde hâlâ olmasa bile en azından bazı dünya ülkelerinde LGBT-İ hareketine ileri atıf olabileceğini düşündürüyor; olması gerekeni işaret etmesi bakımından.
Mazarin Mavisi’nin konusuna gelecek olursak: Cem Kalender, romanı iki kitap olarak ayırmış. İlk kitapta Tuna’nın, yani Handan’ın önce ruhunu sonra bedenini usulca tanıması, adeta bir tırtıldan kelebeğe dönüşmesinin hikâyesi anlatılıyor. Bir çeltik ağasının dört kızı vardır. Erkek evlat Tuna doğar, ailede ve kasabada bayram havası yaşanır. Ancak çocuk büyüdükçe geleneğin, kültürün, özellikle de babanın beklentilerini karşılayamayacağını çevresindekilerle birlikte fark eder. Duygusal baskılara maruz kalır. Bu üzücü durumla ne yapacağını bilemeyen Tuna, ruhunu örseleyen o dünyaya kapılarını kapar, “Bir kelebeğin kanat çırpışını, bir çekirgenin zıplamadan önceki hazırlığını, sivrisineğin kan emişini, kayalıkların etrafında çıkan mor yeşil mavi çiçeği, bir sümbülü.” (63) daha değerli bulup doğaya çekilir, kendi dünyasını kurar. Ve bir gün “Neden böyleyim ben …” (59) sorusunun cevabını bulur, “Ablasının kıyafet dolabını aç[ıp]…” (67) dönüşümünü başlatır.
Dış dünya, onun kendince keşfedilmeyi bekleyen tek huzur bulduğu doğayla kurduğu bağı anlamaz, baskılarına devam eder. Bir ergen olan Tuna çareyi, bir kumpanya grubuna katılıp kasabadan ayrılmakta bulur. Tiyatroya, sahneye, şarkı söylemeye merakı onun asıl hikâyesinin başlamasına sebep olur. Nihayet dönüşüm tamamlanır. Tek isteği hayallerini gerçekleştirmek, yeni bedeniyle “normal” yaşamak olan Tuna’ya, iktidarın sopası da heteronormatif egemen düzen de hâlâ izin vermeyecektir. Bir zaman sonra ailesiyle yüzleştiğinde kendine, “Pişman …, mutlu …, huzurlu … değildi[m] ama özgürdü[m] … Yanlış bir yerde, yanlış bir zamanda, yanlış bir bedende doğduğu[m] için özür dilemeyece[ğim]…” (114) diyecektir.
İkinci kitapta, bir önceki kitaptaki karakterlerle bağlantı kuramadığımız Nurten ve Özgür’ün güçlü anne-oğul ilişkisi işleniyor. Öbür kitabın, sayısı oldukça fazla olan karakterlerinin akıbetini öğrenemiyor, sanki bir hokus pokusla ortadan kaybolduklarını düşünüyoruz. Burada, Nurten fedakâr bir anne, Özgür “… Oedipus Karmaşa’sını annesiyle yaşamak zorunda kal[an]…” (196) karakteri güçlü, başarılı, ama eşcinsellere karşı tepkili bir avukat görüntüsü çizer. Çocuğunu babasız yetiştirdiğini anladığımız anne, oğlunun kendi hayatını kurmak için evden gidişiyle bir başına kalmıştır. Hayatını Özgür’e adayan Nurten, yalnızlığıyla cebelleşirken, üstüne bir de hastalığını öğrenir. Bu da yetmezmiş gibi tasvip etmediği bir kadınla çıkagelince oğlu, çok üzülür. Yine de onun mutluluğu için sesini çıkarmaz. Ama aslında o kadının, yıllardır sakladığı büyük sırrın yükünden kurtulmak için beklediği kadın olduğunu anlaması uzun sürmeyecektir. Finaldeyse bizi büyük bir sürpriz beklemektedir.
Mazarin Mavisi bir yönüyle “…sert, acımasız… çok tehlikeli…” (120), bir yönüyle de “Hangimiz ailemizle görüşebiliyoruz sanki?” (118) diyen karakterlerin durum tespiti gibi duygusal bir roman. Yine bir başka karakterin, “… o ölen kızın hayatını yaşadığıma inanmaya başladım. Belki de Allah bunun için beni kadına çevirdi.” (165) demesindeki derin suçluluk duygusu ya da Zührevi Hastalıklar Hastanesi “…toplama kampı…”, emniyet “…Nazi Almanya’sı…” (36) …
Ötekilik dünyada olduğu kadar ülkemizde de zor elbette, dahası trajik bir durum. Bedenleri kimlikleri olan trans bireylerin, bu nedenle saklanmaları da olanaksız yazık ki. Transseksüelliğin bir hastalık olmadığı bugün artık biliniyor. Daha anne karnındayken oluşmaya başlayan bilinç sonradan değiştirilemediğinden, bedenin değişmesi gerektiği de. Elbette onlar da herkes gibi karınlarını doyurmak zorunda. Çoğu heteroseksüelden farkla yalnız: yapmak zorunda bırakıldıkları işten dolayı alay edilmeyi, aşağılanmayı, küfrü, işkenceyi, daha da kötüsü tecavüzü, hatta öldürülmeyi göze alarak. Adeta lanetlenmiş kaderlerini yaşarken, hiçbir zaman çoğunluğun içine alınmayacaklarını da bilerek üstelik. Bu durumun insan ruhunda yarattığı değersizlik duygusunu tahmin etmek hiç de zor olmasa gerek. Roman bu yanıyla da ötekileştirilmiş insanlarla derin bir duygudaşlık kurmamızı ve bu gerçekle yüzleşmemizi sağlıyor.
Aslında Mazarin Mavisi’nin kalbi, yazımın başlığına da taşıdığım şu cümlede atıyor: “Bir kalbin kapısını ancak bir kelebek açabilir.” (192)