Yaşamaya Dair
Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.
NAZIM HİKMET
‘Yaşamak şakaya gelmez!’
ÇAĞLA GÖKSEL ÇAKIR
Yeni bir döneme girdi tüm dünya. İçinde bulunduğumuz süreci ta 1940’lardan nasıl da özetlemiş büyük şair Nazım! Tam da onun söylediği gibi ölümcül koronavirüs günlerinde daha bir ciddiye almalıyız yaşamayı. Büyük bir özenle yaşamalıyız, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden. Yetmişinde bile olsak ağaç dikmeliyiz, hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil. Yaşamayı sevdiğimiz için, hâlâ nefes alabildiğimiz için yapmalıyız bunu…
Nazım’ın, “Mesela, beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken…” dizeleriyle vurguladığı fedakâr sağlıkçılar için hayata sımsıkı tutunmalıyız. Ve bu kara günler geride kaldığında onlara sonsuza dek minnettar olmalıyız…
İnsanlığın felaketi haline gelen koronavirüs sebebiyle evrenimizde artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Özellikle insan ilişkileri konusunda yeni iletişim yöntem ve araştırmalarına ihtiyacımız var gibi görünüyor. Basit bir dille ifade edecek olursam; “Tüm dünyada iletişim, somuttan soyuta evrildi.” diyebilirim. Soyut yaşam, soyut sözcükler, soyut düşünme ve soyut ilişkiler özellikle şiir ehli için çok tanıdık bir literatüre işaret ediyor. Öyle ki mısralarla haşir neşir olanlar, kendilerini ancak kişi ve ortamdan soyutlayabildiklerinde yazabiliyorlar. Dünyamızı sarsan koronavirüsün tek yararı belki de edebiyat ve sanat camiasına olacak. Şair, yazar, ressam, bestekâr ve sanatçılar bu dönemde kendilerine daha fazla zaman ayırabildikleri için daha çok üretecekler diye düşünüyorum. Kimi kaybettikleri için, kimi sağlıkçılar için, kimi adaletsizliğe uğrayanlar için, kimi evsizler için, kimi işçiler için yazacak, kimi de iç sesine yönelerek karantina günlerinde hissettiği özlem, hüzün, yalnızlık ya da çaresizliği dizelere dökecek…
‘Dağlarına bahar gelmiş memleketimin’
Tabi kimileri de kalem, nota ya da fırça oynatamamaktan şikâyet edebilir. Ama ben onların da iç alemlerine yaptıkları seyahatler sayesinde büyük bir birikim oluşturduklarına inanıyorum. Değil mi ki savaşlar, sürgünler, katliamlar, ötelemeler, yasaklar, acılar, hüzünler, ayrılıklar ve yoksulluklar nice ünlü şair ve yazarı var etti; vakti geldiğinde günümüz kalem ehlinin de etkileyici ve unutulmaz eserler ortaya koyacaklarını iddia ediyorum.
Büyük şair Orhan Veli, sefalet içinde yaşarken en nadide şiirlerine hayat verdi:
“Ağlasam sesimi duyar mısınız, mısralarımda?
Dokunabilir misiniz gözyaşlarıma, ellerinizle?
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu,
Bu derde düşmeden önce…”
Üstad Nazım Hikmet en etkileyici eserlerini sürgünde iken yazdı. Destansı ‘Yaşamaya Dair’ şiiri yükseldi göğe onun sonsuzluğa uzanan kaleminden.
Cahit Sıtkı Tarancı, yaşamındaki zorluk ve sıkıntılardan tabiat ve düş alemine sığındı:
“Ve gönül Tanrısına der ki:
– Pervam yok verdiğin elemden;
Her mihnet kabulüm, yeter ki
Gün eksilmesin penceremden!”
Cemal Süreya, Edip Cansever, İlhan Berk, Ece Ayhan gibi ünlü isimlerin yer aldığı İkinci Yeni şiir akımının öncülerinden olan usta şair Turgut Uyar, döneminin sorunlarını sade ve yapmacıksız bir şiir diliyle aktardı:
“Halbuki korkulacak hiçbir
şey yoktu ortalıkta
Her şey naylondandı o kadar
Ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe
karşı
Ama geyikli geceyi bulmadan önce
Hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk.”
Cahit Zarifoğlu, şahit olduğu acılardan kendini soyutlayamadı ve “Ne çok acı var.” cümlesiyle başladı ‘Yaşamak’ isimli güncesine. Siyasî görüşünden dolayı hapis yatan Ahmed Arif, o sancılı günlerde en etkileyici şiirlerini kaleme aldı:
“Haberin var mı taş duvar?
Demir kapı, kör pencere,
Yastığım, ranzam, zincirim,
Uğrunda ölümlere gidip geldiğim
Zulamdaki mahzun resim.
Görüşmecim yeşil soğan göndermiş
Karanfil kokuyor cıgaram
Dağlarına bahar gelmiş memleketimin”
Salgının yayılmasını önlemek amacıyla evden çalışabilen küçük azınlığın içindeyim ben de. Fakat kendimi pek şanslı hissedemiyorum. Zira eşim, işini evden yapamayacağı bir şirkette görevli. Genel sokağa çıkma yasağı olmadığında işe gitmek zorunda. Tabi bu eşitsiz durum sebebiyle hem eşim hem de çocuklarım ve ben risk altındayız. Ülkemizdeki pek çok aile gibi biz de şüphe, korku, telaş ve huzursuzlukla geçiriyoruz günlerimizi. Dolayısıyla #evdekal ve #hayatevesığar kampanyaları bizler için anlamını yitiriyor. Bu halet-i ruhiye içerisinde kalemime hükmedebildiğim söylenemez. Elim bir türlü cesaret edemiyor içimde kopan fırtınaları mısralara dökmeye. Sanki bizi çepeçevre saran huzursuz bir atmosferin içinde debelenip duruyoruz çaresizce…
Satırlarımı birkaç kırık mısra ile tamamlarsam kendimi sizlere daha iyi ifade edebilirim sanıyorum:
“sesimdi düşen masivadan
heves yitik zaman
şüphe, telaş ve korku
bizi insan-ı kamilden koparan”