Arzu Demir
Salgına Dair…
İnsandan insana geçmeyen ne var ki hele yaşamakta olduğumuz bu salgın günlerinde. Ne sosyal mesafeler ne maskeler ve dezenfektanlar ne de evlerimize kapanmamız önleyebiliyor bu geçirme/bulaştırma işini. Günümüzde yalnızlaşmanın pek çok hâlinden söz etsek de içinde bulunduğumuz süreç, diğerlerinden bağımsız yaşamanın insan için pek de mümkün olmadığını, birbirimize düşündüğümüzden çok daha güçlü şekilde bağlı hatta bağımlı olduğumuzu açık ve ikna edici şekilde gösteriyor bize. Bireysel farklılıklarımızın kapsamı hangi boyutta olursa olsun hastalık kadar korkuyu, kaygıyı ve neden oldukları davranış biçimlerini de hızla bulaştırıyor, yaşamımıza yönelen tehdit karşısında hatırı sayılır bir ortaklıkta buluşuyoruz. Bu, ölüm korkusunun ve neredeyse pahası ne olursa olsun yaşamı sürdürme isteğimizin açığa çıkardığı ortak arzumuzun basit bir tezahürü aslında. Hatta hayatta kalma içgüdümüz etrafında oluşan büyük anlaşma da diyebiliriz belki buna. Ancak zaman geçtikçe, kendimizi aniden içinde bulduğumuz bu yeni kriz durumu büyüyüp şartlar kötüleştikçe, kimilerinin lehine yahut aleyhine gelişmeler belirginleştikçe, bu ortaklıkta da gedikler açılacağı muhakkak ama büyük çoğunluğumuz henüz bu basit gerçeği deşmeye başlamadık. Şimdilik şaşkınız, korkuyoruz, belirsizliğin getirdiği çaresizlikle baş etmeye çalışıyoruz. Çünkü böylesi bir salgına hazır değildik. Hem de hiç hazır değildik ama neye hazır bulunabiliyorduk ki?
Yıllardır sınırlarımız boyunca süren savaşlar, ülkemizdeki çatışmalar, darbe girişimleri, bombalamalar, doğal afetler yaşamımızdan hiç eksilmediği; bu felaketlerden birebir etkilenenler, mülteciler, depremzedeler aramızda yaşadığı hâlde, hep yanı başımızda olduğunu bildiğimiz benzer olasılıklara hazırlanabilmiş, gerçekleri olduğu gibi görmeye ve sahiden kalıcı ve ciddi çözümler üretmeye kalkışmış mıydık? Hayır, büyük çoğunluğumuz bunları yapmak yerine korkmuş, yorulmuş, ümidimizi tüketmiş dolayısıyla izin verildiği ölçüde bize kalana sarılmış; dayatılana, istenene uyum göstermeye çalışmakla yetinmiştik. Elbette yaşanan onca şey kolayca geçiştirilecek etkiler bırakmadı üzerimizde, bu yüzden de kolayca çıkamadık içlerinden. Ağladık, sızladık, acı çektik ama yaralarımızı derinlerine inip temizlemeye cesaret edemeden sardık. Ne yazık ki hayatta kalmak, artık epeyce daralmış olsa da güvenli alanlarımızı korumak, ekonomik ve sosyal koşullarımızı en az kayıpla sürdürebilmek için bunu sık sık yapar hâle geldik. Bir durumu derinlemesine inceleyip sorunları açıkça ortaya koymanın, onları gerçekçi bir yaklaşımla çözmenin ciddi bedeller ödemeyi gerektirdiğini iyi biliyoruz çünkü.
Şimdi ise çok uzun zamandan beri belki de ilk kez insanlık, kendi dışında bir düşmanın saldırısı karşısında birleşmiş, etrafını kuşatan ölüm korkusuyla baş başa. Yaşam koşullarımız tamamen değişti, büyük çoğunluğumuz evlerimize kapandık. Dönüp içimize, bu güçlü duyguların, arzuların ve yaşamın aniden karşımıza çıkardığı tehlikeliler karşısındaki aczimizin çatışmasını izlediğimiz ender günlerden geçiyoruz. Hâl böyleyken insanların geçmişte nedeni ne olursa olsun; can havliyle korkuyla çaresizlikle yahut içinde debelendikleri telaş, yetiştirmeye çalıştıkları işleri dolayısıyla geriye ittiklerini, görmezden geldiklerini daha çok düşünmeye, gerçeklerle yüzleşmeye, etraflarında olup bitenleri sorgulamaya girişeceklerini ummak da mümkün elbette. Fakat şu can pazarında kaç kişi yapabilir bunu? Kimler uzun uzun bakmaya katlanabilir içine? Diyelim ki katlandılar, belleklerinde çoktan beridir yerini almış, bilinçli ya da bilinçsizce kendileri yahut haber yayıcı unsurlar tarafından çarpıtılmış resimleri yeniden açıp içtenlikle serebilecekler mi önlerine? Savaşları, afetleri, çatışmaları, sahipsiz kalan çocukları, Ezidi kızlarının satıldığı pazarları göremeyenler/görmek istemeyenler, ölüm korkusuyla baş başa kaldıkları şu vakitlerde daha duygudaş, daha duyarlı ve adil olabilecekler mi? Evlerinde yeterince yiyecek bulunmasına, tüm sağlık önlemlerini alıp almadıklarına gösterdikleri azami dikkat ve özeni kendilerine yiyecek taşıyan market çalışanlarına, temizlik işçilerine, kargoculara, imalathanelerde kaçak çalıştırılan çocuk işçilere de yöneltecekler mi? Yoksa yine ustalıkla kendilerini kandırmayı mı yeğleyecekler? Doğrusunu söylemek gerekirse sayıları çok olmayacaktır bu kimselerin ama insanlığa ve kendine uzun uzun bakmaya soluğu yetenler de olacaktır; gördüklerini, hissettiklerini, yorumlarını yazıya, şiire, resme, müziğe dönüştürenler de. Kanımca ileride, bu salgın sürecinin kalıcı izlerini asıl onların yapıtlarında bulacağız. Zira yazar ve şairlerin büyük çoğunluğu bugünden ya da yaşananların ardından muhakkak yazacaklardır salgını ve yaşattıklarını. Hatta hatırı sayılır bir kısmının popüler olma uğruna çaresizliğimizi, kısıtlılıklarımızı, sıkışmışlığımızı olduğu kadar evsizlerimizi, işçilerimizi büyük boy gösterişli pozlarla satırlarına ve sosyal medya vitrinlerine yerleştireceklerinden, yapıtlarını art arda hızla yayınlayacaklarından eminim ama onların her koşulda hep hazır bulunduklarını, yüzleşme ve sorgulamaya ihtiyaç duymayacak olgunluk ve gelişmişlik düzeyine zaten sahip olduklarını biliyoruz, değil mi?
Salgının iyice açığa çıkardığı durumlardan biri de doğa ve beklenmedik olgular karşısında hâlâ oldukça savunmasız olduğumuz ve devletlerin sürekli insanı kontrol ve tehdit etmek üzerinden kurduğu güvenlik mekanizmalarının bizi korumakta oldukça yetersiz kaldığı gerçeği. İyimser yanım, bu süreçte insanların tam da bir sorgulama döneminden geçerken yönetim sistemlerini ve pek çok alandaki yetersizliklerini de ciddiyetle sorgulamaya başlayabileceklerine, bu sorgulamaların salgınla birlikte ortaya çıkan karmaşanın, yaşanacak çatışmaların, kırılmaların var olanı değiştirip güvelik meselesinin kapsamlı olarak yeniden tanımlanacağı, daha adil ve eşitlikçi bir yapılanmaya dönüşebileceğine inanmak istiyor tabii. Kısa sürede kontrol edilemezse eninde sonunda içine düşeceğimiz kaosun, bizi nerelere sürükleyeceğini düşünmek bile istemiyorum zira. Fakat ezile ezile içimize iyice yerleşen güvensizlik, korkuyla umutsuzlukla yitirdiğimiz harekete geçme, değiştirme, adaleti sağlama isteğimiz bir de virüsün yaydığı can korkusuyla birleşmişken pek de iyimser olamıyorum ne yazık ki. Distopyaya açılacak bir kapının önündeyiz ve her şey insanların seçimlerine, eylemlerine bağlı.