Mutluluğunu başkalarının mutsuzluğu üzerinden kurgulayan sayısal anlamda küçük denebilecek bir kitlenin bireysel çıkarları, dünyayı yaşanabilir bir yer olmaktan çıkarıyor. Buna karşın durumun farkında olan mutsuz bir azınlık çareyi direnmekte ve insanları bu konuda uyarmakta buluyor.
Tanımlanmış ve yasalarca koruma altına alındığı halde güç odaklarına yenilmenin engellenemediği durumlara karşı örgütlenmeyi mümkün kılan en önemli birim olgu, kötülüğün algıda oluşturduğu zemin… Bugünlerde artık tüm dünyada kolaylıkla erişilebilen dijital platformlar aracılığıyla silah ticaretini ve cinayeti özendiren yapımlar insanları bir ‘yok oluş’ yolculuğuna adım adım sürüklese de dünya hâlâ her adımın kontrol edilemeyeceğini kanıtlayan olayların içinde kendini bulabiliyor. 2020 yılı insanları kronik tüm alışkanlıklarına ara vermek zorunda kaldıkları süreçlerle tanıştırdı. Belki de asıl bugünlerin gelme olasılığını bilerek insanları uyarma mücadelesini yılmadan veren çalışmalardan söz etmeliyiz. Özellikle tüm baskılara rağmen yüzyıllardır dünyayı kuramaya çalışmaktan vazgeçmeyen sanattan… Gelecek nesillere aktarılırken yaratıcı gücünü ve düşünsel katkılarını sürekli geliştirerek ilerleyen edebiyattan…
Dünyayı sömürürken bunun sonuçlarının küçük bir azınlığa yaradığını ama toplumun temel dinamiklerinin korunmaması durumunda ortaya çıkacak bedeli tüm dünyanın ödeyeceğini analiz etmiş ve bu konuda çözüm için elini taşın altına koymuş edebiyatçılardan biri de Özge Doğar. 2017 yılında yayımlanan romanı Aynadaki Sır ile iki önemli detayın altını ısrarla çiziyor yazar. İlki dünyayı arındırmanın onun edimlerinden kendini soyutlayamayan herkesi içermek zorunda olduğu ve bunun bir aralığa sıkıştırılamayacağı gerçeği. Bir yerden başlamanın önemine vurgu yapıyor, birinin bozduklarını düzeltmenin bir misilleme şekli olabileceği önermesini ortaya koyarak.
Özge Doğar’ın altını çizdiği diğer önemli detay ise görünen düşmanlar kadar görünmeyenlere de dikkat edilmesiyle ilgili. Doğar’a göre görünen düşmanla savaşmanın önemi görünmeyen düşmanlarla mücadeleyi bırakmayı gerektirmez. Aynadaki Sır, Sigmund Freud’un kitlelerin gerçeği reddetme gerekçeleriyle ilgili teziyle başlıyor. Bu paylaşım aslında gerçeğe ulaşmanın da çok önemli mücadeleler gerektirdiği mesajını hemen ilk sayfalarda vermekte…
Aynadaki Sır bir yüzleşme romanı… Ancak içinde, yüzleşmenin kişisel derinliklerden başlanmasını gereken çok temel içerikler barındırıyor. Bilinç mekanizmasının kontrol unsurlarını ortaya çıkaran belirgin tiyatral replikler kullanırken klişelerden yararlanarak okuru tedirgin ediyor. Örneğin “başımızda erkek yok, laf söz eden olur çalışırsan” ifadesi betimleyici bir teslimiyeti işaret ederken okurda hüznün ve ajitasyonun varlığını çağrıştırıp demagojisi yüksek bir dramın ortasındaymış gibi bir izlenim bırakıyor. Oysa roman ilerledikçe farklı bir gerçeklik kalıbı kapımızı çalmakta…
Romanın en kilit ifadesi “yapılması gereken yapılırdı” ve bunun üzerinden kurulmuş cümleler… Çünkü romanın altını çizdiği iki temel detay olarak öne çıkmış olan bilinen ve bilinmeyen düşmanlarla eşgüdümlü savaşım durumu, bazen insanı en sevdikleriyle sınayabiliyor. Bu durumda yazar sıklıkla bu ifadeyi hatırlatıyor ve her durumda yapılması gerekenin geçerliliğini koruyan ögeler içerdiğini ısrarla vurguluyor.
Tam olarak birbirini tanımadan evlenmiş bir çiftin karşılıklı yarattığı travmaların bedelini sadece birbirlerine ödetmediğini ortaya koyuyor Özge Doğar. Bir erkeğin birlikte olunacak ilk gece ağzından çıkan her ifadenin dünyayı nasıl zehirleyebileceğinin romanını okuduk Aynadaki Sır’da… Sonrasında domino etkisi yapan bir ‘yanlış insanlara sarılma’ eylemi nerede düzeleceği bilinmeyen bir karmaşaya dönüşüyor. Bu düğümün çözüm anahtarını da sunan yazar, insanın kutsadığı şeylere saldıran kişilere tahammül etmesine yol açan sarsıntıları fiziksel özellikleri görmezden gelerek ruha âşık olabilme yetisiyle onarılabileceği önermesini okurun önüne koyuyor. Dolayısıyla en yakından gelen darbelerin kişiliğimizdeki olgunluğun gerekçesi olduğu düşüncesi okuru kolaylıkla ele geçiren bir düşünceye dönüşüyor.
Kitabın bütününde kendini unutturmuş, ancak ayrıntılar içinde ortaya çıkan bir sıkıntıyı da işlemeden kitabı anlatmak mümkün görünmüyor. Altı çizilmiş en temel kişilik özelliği olan kıskançlığın kitabın temel sorunu olan konuyla ilişkisi arasında bir kopukluk göze çarpıyor. Çünkü tek defosu kıskançlık olarak aktarılan ve geri kalan tüm karakter özellikleriyle mükemmele yakın bir insan şeklinde betimlenen Eşref Bey’in olumsuz özelliğinin yol açtığı felaketler zinciri arasındaki bağlantının yeterince güçlü olup olmadığından emin olmak kolay görünmüyor. Kitaba göre çok sevilen, çevresinde derin hayranlık uyandıracak derecede sağlam bir kişiliği olan yardımsever bir insanın eşini ait olmadığı toplulukla bütünleşmesini sağlama ve kızını eşinin ihtiraslarından koruma konusundaki yetersizliği çok anlaşılabilir değil. Dolayısıyla aradaki bağlantının yeterince güçlü olduğunu söylemek mümkün görünmüyor. Bu duruma yol açan pek çok gerekçe olabilir. Akla en uygun görüneni ise yazarın ana hedefine uygun olarak boğuşmayı yeğlediği temel meseleye odaklanırken söz konusu ayrıntıları geri planda bırakarak ana konuyu öne çıkarmak istemiş olabileceği… Dolayısıyla bireylerin derinlikli kişilikleriyle konuyu geri plana itebileceği düşüncesi yazarı böyle bir tercih yapmak durumunda bırakmış olabilir. Böyle düşünmemize yol açan en önemli gerekçe Özge Doğar’ın genel olarak Aynadaki Sır ile hayatın kadını yok etme eğilimleri biriktirmiş klişeleriyle savaşmayı tercih etmesi… Bu durum roman açısından bir gedik oluşturmuş olabilir mi? Bunu yazara ayrıca sormak ve gerekçesini öğrenmek de önemli hale geliyor.
Yazar, insanı kontrolde tutan iletişim araçlarının uyuşturucu etkisini doğrudan ve en açık şekliyle eleştiriyor. İyiyle kötüyü ayırt etmeye çalışırken konuyu yasal zeminle sınırlandırmanın iç acıtan sonuçlarını romanın başkarakteri Melek’le birlikte öğreniyoruz. Bunun yanı sıra, misilleme arzusunun düşünülmeden uygulanmasıyla önceden hesaplanması mümkün olmayan bedeller ödenebileceği ortaya koyuluyor eşgüdümlü olarak. Sırasıyla yanlış yetişmiş çocukların ve hayallerinden başka bir öz varlığı olmayan insanların yaşamlarına büyüteç tutuluyor. Farklı kesimlerden karakterleri aynı karede bir araya getiren yazarın en önemli başarısı tüm görüşler üzerinden aynı olayı yorumlamaya açık bir olay örüntüsü uygulaması… Özellikle ezber yargıların ve toplumsal baskıların ipliğini pazara çıkarırken ve feodal ilişkilerin karşılıklarını yaşama adapte ederek en tutarlı önermelerinden birini ortaya koymuş oluyor. Çünkü yazar, feodal ilişkilerin çağın eğilimleriyle uzlaşamadığı bazı yerlerde modern düşüncenin dahi defosunu üstünde taşımayı reddediyor ve aile olgusunu ilkesel tutarlılıkla aynı eksene taşıyor.
Özge Doğar, kurgu metinlerde pek rastlanmayan özet bir anlatım planıyla çalışıyor. Pek çok romanın uzun uzadıya betimlediği ayrıntıları kısa paragraflarla geçiştirmesi dikkat çekici. Örneğin Eşref Bey’in karakterindeki en belirgin çelişkilerinden biri olan ‘kadın düşmanlığı’ konusu çok derinlemesine işlenmiyor. Aynı durum Pamuk Hanım’ın eşinin ardından çevirdiği entrikaların gerekçesi olan travmalar için de geçerli. Dolayısıyla oylumlu sayılabilecek bir kitapta hangi ayrıntıları işlemeyi tercih ettiği daha büyük önem kazanıyor. Çünkü yazar konunun dışında kalmış eğilimleri betimlemek yerine içe dönük ayrıntılara, sırlara, bilinmesi söz konusu olamayacak detaylara yoğunlaşıyor. Yazarın kaygıları daha ilk satırda okura geçtiği için ortaya bir solukta okunabilecek eşsiz bir psikodram çıktığına tanık oluyoruz. Aynadaki Sır temel olarak öne çıkardığı ‘yapılması gereken yapılmalıydı’ ilkesiyle en yakınların bile topluma zarar verebilecek yanlışlarını sahiplenmemeyi öğütlüyor. Özge Doğar’ın, bu düşünceyle okuru tüm ezberlenmiş yargıları sorgulamak durumunda bıraktığına ve yasaların ilkesel açıdan kötülüğü yeniden yorumlaması gerektiği düşüncesini başarıyla ortaya koyduğuna tanıklık ediyoruz.