Sanatı var eden etkenlerin başında insanın trajedisi gelir. Şiir,resim,sinema vb. Bu trajediden beslenmiş ve bunları yaratanlar kimi zaman deliliğin sınırlarını zorlamıştır. Toplumun onaylamadığı bir durum içinde olmak, kendisine dayatılan yaşam tarzını reddetmek delilikle adlandırılmıştır yıllar boyu. Tam da burada son günlerde içinde muazzam bir trajedi ve imge bulduğum Agnes Richter’in ceketi geldi aklıma. 1890’larda Avusturya’da istemediği halde akıl hastanesine kapatılmış bir kadın düşünün. Hastalar için kullanılan kalın ketenden dikilmiş üniformayı giymeyi reddedip aynı kumaştan kendisine bir ceket dikiyor. Ceketin her yerine kelimeler işliyor.Bazı kelimeler okunmasın diye üzerinden defalarca geçtiği söylenen ceket şu anda Heidelberg’de bir müzede sergileniyor. Ona sanat eseri muamelesi yapan ilk kişi Alman psikiyatrist Hans Prizhorn, yaratıcılık düzeyinin yüksek olduğunu düşündüğü hastalardan binlerce nesne topluyor. Agnes Richter’in ceketi de bunlardan biri.
Akıl hastanesinin koridorlarında üzerinde ceketiyle dolaşan bir kadın hayal ediyorum. Anlatmak istediği her şeyi ceketine işleyen bu kadın isteği dışında kapatıldığı hastanede melankolisinin defilesini yapıyor adeta. “Ben,benim,zemin kat,beyaz çoraplarım,bugün kadınım” okunabilen kelimeler arasında yer alıyormuş. Üzerine giydirilen deli gömleğine direnen ve terzilik mesleğini de kullanarak sesini duyurmaya çalışan Richter, deliliğin dilini yazıyor. İçeriye kalemin girmesinin yasak olduğu bir yerde iç dünyasını yaşadığı hayal kırıklıklarını, sayısız hüzünlerini iğneyle bir cekete işliyor. Kim bilir belki de hayatını kaydediyor.
Ben bunun delilik eyleminden çok öte olduğunu düşünüyorum. Eserini bir kağıda yazmak yerine bir kumaşa işlemek zorunda kalması onun şanssızlığı diye düşünülebilir. Belki kadın olmam belki de hali hazırda hüzünlü bir tarafımın olması Richter’in ceketine odaklanmama neden oldu. Sanatsal yaratım ile ruhsal bozukluklar arasındaki ilişkiye dair görüşlerini Aristoteles,“Problemler” adlı kitabında melankoli kavramıyla anlatmaya çalışmış. Ballard ise “Sağduyulu dünyada delilik tek özgürlüktür; belki bundandır delinin özgürlüğünün sanatçının özgürlüğüne yaklaşması.” diyerek oyunu delilik ve yaratıcılıktan yana kullanmıştır.
Böyle bir yazıyı kaleme alırken sadece kadınlardan dem vurmayı düşünmedim elbette ama kalemimin ucuna gelen Tezer Özlü’yü de yazmadan edemeyeceğim. Yaşamı boyunca toplumun normlarına kelimeleriylen direnen Tezer, hemen hemen bütün eserlerine Kafka’dan ve Pavese’den damıttığı hüznünü eklemiştir. Yaşadığı topluma uzak düşen ve işin içinden çıkamayıp intihar eden bir anlatıcıdan bahsettiği “Çocukluğun Soğuk Geceleri”adlı romanında anlatıcıya yöneltilen “Bu kadar güzel yemişler varken insan nasıl ölmeyi düşünür?”sorusuna Tezer bir yazısında şöyle cevap verir: “Sevişmek isteyince, evlenmek zorundadır, ülkenin düzeni evliliği gerektirmektedir. Ama bu insanın ahlak anlayışı artık kendi ülkesinin erkekleriyle nasıl bağdaşacaktır? Bu iki kültürlü insan, yolunu çizebilmek için neyi seçecektir? Ona, içinde yaşadığı toplumun genel düzeyinden çok daha fazlası öğretilmiş, sonra da ondan bu ülkenin kurallarına uyması istenmiştir. Söylediği her şey, ülke değerlendirmeleri karşısında ‘delilik’ de sayılabilir.”
İnsan, hayatta eşitsizliklere, haksızlıklara, açlığa sefalete, dışlanmışlıklara dayanabilir de bir tek anlamsızlığa dayanamaz. İşte bu anlamsızlığı benliğinde daha fazla duyumsayan ve her çağda farklı isimlendirilen insanlar, sanatsal yaratılarda derin izler bırakırlar. Toplumla olan hesaplaşmaları hiçbir zaman eşit şartlarda gerçekleşmediği için bağımsızlıklarını yazdıklarının içinde ilan ederler. Son zamanlarda Sartre okumaları yaptığımda bunu daha net gördüğümü söyleyebilirim.
Toplumun belirlediği normlara hatta varoluşuna direnen 20. yüzyılın en önemli düşünürlerinden biri olan Sartre, “Hayatımın gürültü ve patırtısını ölümsüz yazıtlara dönüştürebilirim.” diyerek egemenlik alanını ilan etmemiş miydi? Nitekim ölümsüz yazıtlara dönüştürdüğüne de inanıyorum. Hatta bu dönüştürücü gücün okur kitlesinde de kendini gösterdiği söylenebilir. İçine dönmüş, kendini toplumdan soyutlamış melankolik yazar ve şairlerin kendi yalnızlıklarını anlattıkları eserlerinin bugün milyonlarca okur tarafından severek okunması ve yalnızlıklara çare olması da edebiyatın bir ironisi olsa gerek. Bu noktada aklıma “yabancı “ sözcüğü geldi. Topluma, doğaya, kendine yabancılaşan birey… Bu yabancılaşma delilik, siliklik, soylu yalnızlık gibi etiketlemenin yapıldığı bir hal mi yoksa masum kalmak ve hızla kirlenen dünyadan kendini koruma hali mi orası kişiye göre değişir.
Yıllar önce bir arkadaşımın tavsiyesiyle okuduğum ve beni epey sarsan Albert Camus’un “Yabancı” romanını bu bölüme çerçeveleyip koymam iyi olacak. Camus, işlediği suçtan daha çok toplumun istediği kalıba girmeyi reddettiği için dışlanan bir yabancıyı anlatır bu romanda. Birçok kişinin de farkında olmadığı iç hallerini çarpıcı bir biçimde sayfalara aktarır ve benim anlatmak için debelenip durduğumu tek sözcüğe işte böyle yükler: yabancı.
Yüksek yaratıcılıkla delilik arasında ince bir çizgi olduğunu düşünüyorum. Bu duruma psikiyatrik bir açıdan bakıldığında farklı bir değerlendirme elbette yapılabilir. Benim üzerinde durmak istediğim nokta, dahi olarak kabul edilen sanatçıların deliliğinin toplum tarafından tescillenmesinin trajikliğidir.Express Society Blogspot’ta okuduğum “Dahilik ve Deliliğin Sınırlarında: Sanatçı” adlı yazıdan bir bölümü yazıma almak istiyorum:
“Bir sanatçının delilik derecesi, dehasının onu ne kadar ileri götüreceğiyle ve bu noktanın toplumca belirlenen normallik/kabul edilebilirlik çemberini ne kadar aştığıyla alakalı. Yani bahsedilen o ince çizgi aslında bir çember, toplum tarafından çiziliyor ve sanat ya da üreticilik açısından orta nokta sıfır noktası. Sanatçı normallik üst sınırını aştığında hala toplum tarafından taktir edilebilecek derecede anlaşılabilir. Bu nedenle de kabul edilebilirliği ve sıradışılığı ya da yaratıcılığıyla dahi sayılıyor. Peki normal bir insan beyninin, ürünlerini anlamlandırabileceği üst deha sınırını dahi geçenler. İşte bu noktada sanatçı için deliliğin telafuzunun duyulmaya başlaması şaşırtıcı olmayacaktır. İnsan anlayamadığını ve ya açıklayamadığını inkar etmede hatta ondan korkmakta ısrarcıdır. Bu yüzden aslında dahilik ve delilik arasına koyduğu ince çizgi de sanatçının kendini dışa vurumuna getirdiği sınırdır. Anlayacağınız deli ya da dahi olduğunun ayrımını yapan, çizginin ötesine geçen sanat ya da sanatçının kendisi değildir. Toplumdur. Toplumun kabul edebildiği düzeylerdir.”
Kendi dünyalarını yaşanmaz hale getiren bu insanlar, onları okuyan, ya da çizdiklerine bakanlar için bambaşka pencereler açmışlardır. Sanat ruhu besleyen kaynaklardan biri olduğuna göre ondan doğan her yaratı da buna katkı sağlayacaktır.
Bazı yazarları okumak yaşamın üzerine örtülmüş görüşü bulanıklaştıran örtüyü sıyırıp almamızı sağlar. Hayat karşısında konumlanacağımız yeri belirlerken uçlarda yaşayan bu insanlar derin ve suskun acılarıyla pusula görevi görürler kimi zaman. Borges’in “Bana aynı anda hem 800 bin kitabı hem de karanlığı veren Tanrı’nın muhteşem ironisi.” sözü çaresizliğe tahammül değil de nedir?
Bazen düşünüyorum günümüzde normal olan nedir? Neye göre normal? Kime göre normal? Bu sorulara cevap arıyorum. İnsanların hayal kurmayı unuttuğu, basmakalıp düşünceler içinde kıvrandığı; ev, araba,arsa alma telaşının bile dostlukların önüne geçtiği bir çağda popülerlik adı altında dayatılan vasatlığın baş tacı edildiği, tek tip düşünen hatta hiç düşünmeyen bir toplumu oluşturanlar mı normal yoksa insanların, o canım insanların, eko-robot olmasına karşı çıkan dilleriyle sıradan olan her şeyi muazzam çağrışımlara dönüştüren, hüznüyle çoğalan, bu dünyadan kendi rızalarıyla göçerken bile yeni ve güzel bir yaşamı gözeten şairler ve yazarlar mı?
Yazımın bu kısmında gözlerimi kapatıyorum ve beliren kare: Bir hastane koridorunda üzerinde ceketiyle Agnes, Borges, Sartre, Camus ve Tezer el ele yürüyor. ” Öyle deliliğin ve dâhiliğin sınırında olmalarına da gerek yok. Yeter ki normal sayılan bu aymazlıktan çıkış yolu sunacak sanatçılarınızı daha fazla okuyun daha fazla izleyin” diyen seslerini de duyar gibiyim.
Bir sözcük de ben işliyorum Agnes’in ceketine…
Not: Mavi Yeşil dergisinin 119. sayısında yayımlandı.