Göksu N. ÇAKIR: Arzuda Bir Sapma’daki öyküler kendine özgü, alışılmadık bir dille çağırıyor okuyucusunu.“Tasma” adlı öyküyle başlayan serüven kronolojik bir sırayla ilerliyor, “Sapma”yı merkeze alıyor ve devam ediyor; çocukluktan yeniyetmeliğe, oradan yetişkinliğe aşkın ve cinselliğin düğümlerine tanık oluyoruz.Öyküleriniz neden mahreme tanıklığa çağırıyor bizi?
Mehmet ERTE: Mahrem alana girmediğimiz sürece hakiki bir şey dile getiremeyiz. Benim meselem hep hakikatle oldu ama yakalanıp sunulabilir bir şey olarak bakmadım hakikate, ona dair varsayımları sorunsallaştırdım.
G.N.Ç: Öyküleriniz bitse de çoğunlukla hafızamızda devam ediyor. Kadınlar rahat, özgüveni güçlü karakterler olarak çıkıyor karşımıza, erkekler ise huzursuz ve ergenliğine sıkışmış halde.
M:E: Kitapta bir sürü erkek yok, tek bir anlatıcı-karakter var. Kronolojik sıralamadan ziyade hepsinin merkezinde aynı ben-anlatıcı-karakterin bulunması ve bu anlatıcının birbirini izleyen meselelerin peşinden gitmesi öyküleri bütünlüyor bence, ancak “ben” hiçbir zaman tek bir kişiyi işaret etmez, bu nedenle kendi içlerinde bile parçalanabilir öyküler ve erkek kadar kadını da içerebilir anlatıcı.
G.N.Ç: Arzuda Bir Sapma’nın kapak çizimi size ait. Instagram hesabınızda çizimlerinizi görüyoruz. Çizim çalışmalarınız hayatınızın neresinde?
M:E: Ressam veya çizer değilim. Bir yüzü, bedeni, nesneyi, bazen de bir sokağı görmeye çalışan biriyim sadece.
G.N.Ç: “Sapma” adlı öykünüzün sonunda, “Bizi kuşatan ve yöneten oyunu kavramıştım. Hatta bir gün bu maceramın öyküsünü yazarken de bir başka oyunun içine gireceğimi ve kimi noktalarda kendi gerçekliğime ihanet edeceğimi, tam olarak doğruyu aktarmayacağımı daha o zamandan seziyordum,”diyor öykü kahramanınız. Böyle bir duyguya hiç kapıldığınız oldu mu? Ya da yazmak, yazarın zaman zaman kendisine ihanet etmesi midir?
M:E: Kendimizi ancak bir idrak nesnesine dönüştürerek (doğru veya yanlış, öyle veya böyle) anlayabiliriz, bunun da tek yolu hayatımızı zihnimizde hikâyeleştirmektir. Kurmaca, bir gerçekliğe varmanın yegâne aracıdır. Bilinçli veya değil, hayatımızdaki bazı noktaları birbirine ekler, bazılarını dışarıda bırakır, kendimize dair hikâyeler kurar bozarız durmaksızın. Şüphesiz son yaşadıklarımızın, okuduklarımızın, gördüklerimizin, işittiklerimizin etkisiyle bakış açımız, dolayısıyla geçmişimizi kavrayışımız değişir, bir zamanlar olduğumuz kişiye ihanet ederiz –kaçınılmaz ve gereklidir bu.
G.N.Ç: Sahte’deki bölüm başlıklarından biri, “İnsanın bir roman kahramanı olarak huzursuzluğu”.
M:E: Az önce bahsettiğim yap-boz’un içinde huzur yok tabii ki.
G.N.Ç: Sahte’de klâsik roman sınırlarını aşarak yazarın yeni bir metin yaratmanın varoluş sancısını, hazlarıyla korkularını romana kattığını, bazen roman kahramanıyla tartıştığını görüyoruz. Biz de zaman zaman yazarla kahramanı arasında arabuluculuk yapıyor, bazen de roman kahramanıyla sohbet ederek kimlik arayışına çıkıyoruz. Dolaysıyla okurla mesafeyi sıfırlıyorsunuz. Böyle bir roman yazmanızın asıl nedeni nedir?
M:E: Sahte bir üst-kurmaca, tamam, ama yalnızca bu tespitin penceresinden bakıldığında eksik değerlendirilmiş olur. Bütünlüklü bir anlatı kurmak mümkün mü? Ötekinin adına söz alabilir miyiz? İnsanın bir özü var mı? Lafı uzatmayayım; bir anlatı kurmak ile kişinin kendini gerçekleştirmesi arasında bir bağ var, kitap oradan yola çıkıyor.
G.N.Ç: Türk edebiyatında yanlış izlenen yollar var mıdır?
M:E: Sanat tarihi öznenin sorunlarına göre değil, öznenin nasıl sorunsallaştırıldığına göre yazılır. Özneyi nasıl sorunsallaştırdığına bakarak yazarlar, sanatçılar arasında ilişkiler kurar veya onlara ayırırsınız. Geniş bir kesim bundan habersiz. Kitapların belli sorunlara eğilmesini küçümseyecek değilim, ama ele aldıkları sorunların dar bağlamı içinde değerlendirilip sunulmalarına bir anlam veremiyorum.
G.N.Ç: Yazarlığınız boyunca edindiğiniz tecrübe nedir?
M:E: 16-17 yaşındayken yazmakta ne kadar zorlanıyorsam bugün de o kadar, hatta bazen daha fazla zorlanıyorum, muhakkak edindiğim tecrübeler oldu ama hiçbiri işimi kolaylaştırmadı. Çok gençken tecrübesiz olduğumu bilir, kendime kızmadan defalarca yeniden yazmayı denerdim; 30’lu yaşlarım boyunca bu durumdan ötürü sinirlerim bozuldu, uykularım kaçtı; şimdiyse –yeni yeni– işimin hiçbir zaman kolaylaşmayacağını kabul ettim, kaderimi kabullenmeyi en büyük kazanımım olarak değerlendiriyorum, artık beceremiyorum diye saçımı başımı yolmuyorum, sabırla, sıkılmadan, üzülmeden bir cümle kurmaya çalışıyorum, sonra bir cümle daha…
Türk edebiyatına katkılarınızdan ve bu güzel söyleşiden dolayı size çok teşekkür ederim.