Özgün Ergen
Türkiye bir salgına kapıldı. Belki uzun yıllar etkisini hissedeceğimiz bir şekilde bu salgın, CoV-19 Çin, İtalya ve İran’dan sonra bizim de gündemimize oturdu. Apaçık olan, belki kendi içimizde gizlediğimiz pek çok şeyi de dışa vurdu bu salgın, açığa çıkardı. Koşullar, insana kendinin de farklı yönlerini gösteriyormuş neredeyse, bir filizin büyüyüp yeşermesi, bir kabuğun çatlaması gibi, farklı şekillere bürünür ama eskisi gibi değildir artık filiz, kabuk da kalmayacaktır eskisi gibi. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır artık. Devinim hep sürecektir.
Birkaç gündür, tüm bunlar olurken, okullar kapalıyken, öğretmenler ve öğrenciler evlerindeyken tiyatro dersinde birlikte olduğum öğrencilerimi düşünüyorum. Gösteri hazırlıklarını şevkle sürdürürken, tarihleri belirlemişken üstelik hayat hepimize bir sürpriz hazırladı. Umarım dönebiliriz ama aksi olur ve yakın zamanda dönemesek bile boşa gitmeyecektir hiçbir şey. Buna olan inancımla, son kez bir öğrencimin evinde tiyatro konuşurken buldum kendimi. Bir kez daha rollerini çalıştık orada. Çok güzel bir canlandırma izledim onlardan. Şöyle düşündüm: Dokuduğumuz hiçbir ilmek boşuna değil, hiçbir sözcük boşuna söylenmiş değil.
Mekânlara ve zamana başka açılardan bakıyorum ne zamandır. Mekân aklımızın, kalbimizin ulaştığı her yer, zaman büyüleyici ve döngüsel. Ama bulunduğumuz andan kopmadan anda acıyı, sevinci hissedebilmek daha önemli. Travmadan kaçanı travma buluyor ne de olsa. Er ya da geç bulup karşına getiriyor, kendinle buluşup konuşuyorsun. Şimdi kendine bir çiçek verme zamanı. İçinin çiçeklenme vakti gelmiş çoktan. Geçmesin.
İnsanların ya panik halde ya da yaralara hiç aldırmadan yaşadığı bir çağda sanat iyileşmek için. Umut gibi. Farkında olmak iyileşmekle sonuçlanacaksa bu iyi. Yoksa kendine zarar olur bu. Yaşlılara da bakalım. Onlara, altmış beş yaş üstü deyip sınıflandırmak olmamalı bu. Ama yaş aldıkça insan neden böyle aldırmaz olur olaylara ve sadece kendini yaşar, hep öyle midir de artık daha çok görmeye başlamışızdır, bir düşünelim. Oysa bir insan kurtulacaksa aylarca bir yerde kalmaya razı olmak, çok daha akıllıca, insanca olur. Neden yeryüzünü boyunduruk altına almak isteyelim, onu kabullenmek, ileriye taşımak daha iyi bir çözümken?
İnsan evlere kapanırken, işten çıkarılanlar, bu koşullarda çalışmak zorunda olanlar için makasın daha çok açıldığı bir dünyanın, kapısı aralanıyor. Altmış beş yaşının üstündekilerin sokağa çıkması sınırlandırıldığı için polis 67 yaşındaki bir amcayı uyardı bugün. Amca, kaldığı otelin sadece geceleri orda olmasına izin verdiğini söyledi. Şöyle dedi: “Gidecek yerim yok.” Gidecek yeri yoktu. Bu trajedidir. Kendimi bazen bir masalın içinde gibi hissediyorum. Yalancı Çoban masalı. Çoban eğlenmek için yalanlar söylüyor. İnsanlar ona bir inanıyor, iki inanıyor, sonra inanmaz oluyorlar. Bazı yalanların telafisi yok. Geç kalmışlığın telafisinin olmadığı gibi.
Belki soyut anlamda ama bizim de gidecek başka yerimiz yok. Yolumuz sanat olsun. İnce, uzun, toprak ya da asfalt, bazen düz, bazen de engebeli bir yol. Belki de üzerine resimler eklediğimiz duvara bakan bir yer. Bir geçit. Kime ve nereye iz bıraktıysak, yolumuz oradan geçiyor. Nasıl ve neden diye düşünme, başla! Şiir, müzik, resim. Hangisi ya da hangileri varsa hayatımızda ona daha çok dokunma, daha sıkı sarılma vakti. Hem de sosyal mesafenin dışından ve o mesafeyi aşarak kendimize bakarken…