“Önce şiir vardı.“
Tüm dilsel ürünler şiirin toprağında boy atıp gelişmiştir. Yazınsal ürünlerin anasıdır şiir. İlkel insanların çıkardıkları seslerdir. Ki bu şiirler büyüseldir.
Sözle hareketin uyumlu bir düzen içinde olduğu bir danstır şiir. Bu yolla egemen olacaktır insan doğaya, Şiirini dansıyla birleştirerek, buna inanır.
Eskimolardan kalma bir şiir vardır bu fikri destekleyen:
SÖZ VE BÜYÜ
Zamanın ta başlangıcında / İnsanlarla hayvanlar paylaşırken yeryüzünü / İnsan isterse hayvan olabilirmiş,/ hayvan isterse insan./ kimi vakit insanlar varmış,/ kimi vakit hayvanlar; ama ayrım yokmuş./ Aynı dili konuşurlarmış./ Söz büyüymüş o zamanlar;/ İnsan ruhunun güçleri varmış, / rasgele söylenen bir söz / garip sonuçlar doğurur, / canlanırmış o anda. / Olurmuş insanların her istediği, / söylemek yetermiş bunu; / nedenini bilmezmiş kimse, öyleymiş.”
GA – İlk çağlardan bize ulaşan bilgilerde dansla sözün birleşmesi ve bunun bir büyü olmasıyla ilgili bir inanış var. Siz ne dersiniz?
İB – Buna tamamen katılıyorum. Türk şiirinin büyük şairlerinden olan İlhan Berk aklıma geldi. ‘’ Büyülü olan kelimelerdir’’ der. Evet, kelimelerin bilinçli ve ustalıklı kullanımıyla bir büyü oluşturulabilir diye düşünüyorum ben de.
GA – Önce söz yani şiir mi vardı sizce de?
İB – Bu sanatçılar için çok değişen bir görüş. Bir ressam için önce çizgi vardı, bir tiyatrocu için önce beden dili vardı, şairler için de evet “söz” vardı. Gerçekten bu bir şaire sorulduğunda “şiir” diyecektir, ama bir ressama sorulduğunda itiraz edecektir “çizgi vardı” diyecektir. Çünkü mağara duvarlarına çizgiler karalayıp öyle anlaşıyorlardı. Bir tiyatrocu için de “ses” vardı. Bu, sanatçıdan sanatçıya, sanat türünden sanat türüne değişen bir düşünce biçimi. Bana kalırsa hepsi vardı, hepsi bir aradaydı. Çünkü insanın olduğu yerde hepsinin bir arada olması çok normal.
GA – Bu yüzden, ağızdan çıkan söz, atılan bir taş ya da ok gibi iş görür. Bıçak sözcüğü, bıçağın kendisi gibi yaralayabilir insanı. Sözü işlemeyi bilmek gerekir.
Şiirde “bıçak” gibi güçlü metaforlar kullanmak ve bunun yaralanma hissini vermesini sağlamak kolay iş olmasa gerek.
Gerçek bıçakla sözcük olarak kullanılan bir bıçağın aynı etkiyi bırakabilmesidir şiir aslında, öyle değil mi?
İB – Kelimeler yaralar, şair de yaralı bir insandır. Acıdan geçmeyen bütün şiirler eksiktir ve acının olduğu yerde yara vardır, o yüzden şair yaralıdır. Benim şiirim yaralı bir şiir, yalnızlık şiiri, hüzün, keder, acı ve ayrılık şiiri. Şu ana kadar yazılmış bütün inceleme yazılarında, benden şiirimizin kederli çocuğu olarak bahsediliyor. Sanıyorum bu yarayı, şiir dünyasında en çok ben biliyorum. Ama şunu da unutmayalım: Şiir sadece kederleri, yaraları, acıları, ayrılıkları mı anlatır? Hayır, anlatmaz. Aslında onlar bir anlamda şiirde fon, imge olarak dururlar. Temel olan dilin kendisidir. Yani siz kederli bir şiir de yazsanız, sevinçli bir şiir de yazsanız, aşk tutku şiiri de yazsanız bunların hepsi birer imgedir ve dile destek verirler, hizmet ederler.
GA – Şiirin bir yazılış amacı, bir işlevi var mıdır sizce?
İşlevi ile ilgili ne anlatmak istersiniz?
İB – Açıkça söyleyeyim, benim şiirimin hiçbir işlevi yok, gerçeklerle de ilgisi yok, dünya gerçeklerinden tamamen kopuk bir şiir. Okuyucu açısından çok şey anlatıyor olabilir, kendisinden çok şey buluyor olabilir ama bu okuyucunun sorunu. Benim temel sorunum, imgeler ve metaforlar üzerinden bir dil yaratmak. Benim amacım bu, kendi dilimi yaratmaya çalışıyorum. Peki bu dil benim mi? Hayır. İçinde bulunduğum coğrafyaya ve bu ülkenin geleceğine hizmet edecek o özgün, baskın dili oluşturmak. Ama o dizeler benden çıkıp okura gittikten sonra, okur bunu istediği gibi algılayıp yorumlayabilir, hiçbir sakıncası yok. Temelde ben acıları da, hüzünleri de, kederleri de, aşkları da tamamen bir fon olarak kullanıyorum. Amacım kelimelerden bir dil yaratıp ortaya koymak.
GA – “Şiir gibi öyküleri var”, ifadesi en çok Sait Faik için kullanılır. “Şiir gibi…” tanımlamasına dair neler söylemek istersiniz?
İB – Şiir gibi kadın, şiir gibi adam, şiir gibi yazı, şiir gibi öykü ama şiir gibi şiir diye bir şey yok mesela. Şiirin kendisi var. İlhan Berk, şiiri felsefe olarak tanımlamak gerektiğini söyler. Ama bu da çok tartışma içeren bir ifade biçimidir. Ben bir yolculuğa çıkıyorum, okuru da bir yolculuğa çıkarıyorum. Bir rehber gibi anlatmıyorum, sadece kelimelerle gösteriyorum ve aslında okur o dizeleri okuduğunda kendi dünyasını kendiliğinden yaratıyor. Asla müdahale etmiyorum, müdahaleci bir şair değilim. O yolculuktan nasıl dönerler ben de bilmiyorum.
GA – Didaktik bir üslup yok yani.
İB – Hiçbir şekilde yok. Ben toplumcu gerçekçi bir şair değilim, bir kent şairiyim. Benim şiirlerim dünyayı değiştirmeyi amaçlayan şiirler değil. Amacım imgeler üzerinden özgün bir dil yaratmak. Şiirlerimde anlatmıyorum. Öykü, roman, deneme, mektup anlatabilir ama şiir anlatmaz, sadece dokunur.
GA – Sadece dokunuyorsunuz siz de, çok özel bir anlatım biçimi bu. Bunun için çok kuvvetli bir düş gücüne de sahip olmak gerekmiyor mu?
İB – Evet düş olmadan hiçbir şey olmuyor. Normal hayatta da düşsüz bir insan tasavvur edemiyorum, hastalıklı bir durum diyebilirim.
GA –“Şer Zaman Mezmurları ’’ isminin öyküsünü alabilir miyiz sizden?
İB – Kitap isimlerinin çarpıcı olması gerektiğine inanırım ve böyle isimler kullanırım. Daha önceki kitaplarım Gelmek Gazeli, Sus Alfabesi, Yere Dökülen Ağaç, Şiir Dediğin. Gezi direnişi üzerine şiir anlamında yapılmış ilk ve tek çalışma olan ‘Söyle İsyan İçinde Türkümüzü’ kitabım var. Hepsinin isimleri çarpıcı.
GA – “ Mezmur” ne demek?
İB – Hz.Davud’a indirilen Tevrat’taki her bir ayete verilen isim. Benim tarafımdan kurgulanmış, dikkat çekeceğine inanılarak yapılmış bir buluş diyebilirim. Kulağa hoş gelen, insanları da bir anlamda düşünceye sevk eden bir kitap adı.
GA – Bir ilham noktanız var mı? Şiir bir mühendislik çalışması mıdır?
İB – Şiir elbette bir mühendislik çalışmasıdır, ancak bu asla okuru ilgilendiren bir durum değildir. İşin mutfağıdır, bizi ilgilendiren bir durumdur.
GA – Aile içinden hiç destek gördünüz mü? Sizi yüreklendiren ya da size engel olan kişiler oldu mu?
İB – İlk kitabımı çıkardığım zaman rahmetli annem beni çok garipsemişti, kitaba bakıp ismi anlamaya çalışmıştı. Sonra da babama “Bir psikiyatriste mi götürsek acaba?” demişti. Rahmetli babam Cumhuriyet’in donanımlarıyla yetişmiş bir öğretmendi, beni çok iyi anladı ve bana destek oldu. Ama ben bir matematik öğretmeniyle evliyim ve şiirle hiçbir ilgisi yok. Kızım keman çaldığı, müzikle ilgili olduğu için şiir, edebiyat, sanat konusunda biraz anlaşabiliyoruz. Ama ben şiir yazma konusunda da yalnız birisiyim. Şiirin içerisinde yalnız bir tema olarak durmanın ötesinde, şiir yazma konusunda da yalnız birisiyim ve şiir politikası anlamında da, şiir dünyası içinde de yalnız birisiyim.
GA – Bu biraz bilinçli bir seçim gibi geldi bana, yanılmış olabilir miyim?
İB – Bu yalnızlık yalnızca şairlere özgü bir durum değildir. Romancılar, öykücüler, ressamlar, müzisyenler için de böyledir.
GA – Sonuçta yazın dünyasındaki insanların çok ortak noktaları var. Bunu, ama bilinçli ama bilinçsizce oluşturuyorlar. Yaşamsal anlamda ortak noktaları çok, bu yüzden de ortaya çok güzel şeyler çıkıyor. Zaten dört dörtlük bir hayat içerisinde eser veren kaç isim tanıyoruz ki? Açıkçası tanımıyoruz.
İB – Bu çok doğru. Geçenlerde bir paneldeyim, genç bir izleyici söz aldı ve “Toplumcu gerçekçi bir şiir mi, yoksa sizin gibi mi şiir yazmak lazım. Nasıl karar vermeliyiz, hangisini tercih etmeliyiz?” diye sordu. Şöyle yanıt verdim: “İster toplumcu gerçekçi şiir yazın, isterseniz benim yaptığım gibi bir insanın iç dünyasını yansıtan şiirler yazın, beni ilgilendirmez, yazdığınız her şeyden önce şiir olmalıdır. Temel kriter budur.”
GA – Genel anlamda şair, eserini beğendirme kaygısı taşır mı? Siz de bu kaygıyı taşıyor musunuz?
İ.B – Her kitabım çıktıktan sonra, kitap okura, dergilere, gazetelere, eleştirmenlere, o dergilerin ve gazetelerin kültür sanat editörlerine ulaşırken çok sıkıntılı bir süreç yaşıyorum. Başka şairlerin olmayabilir ama benim, yazdıklarım anlamında beğenilmek gibi bir kaygım var. Sonuç olarak burada bir emek var, bu emeğin karşılığına da bakmak lazım.
GA – Kitabı okudum çok beğendim, sizi de beğenim sonucunda davet etmek istedim. Kitabınızda yer alan ‘Tozlu Konsol’ şiiri de ödüllü bir şiir değil mi?
İB – Evet. Genelde şairlerin şiirleri bir dergide yayımlanır, Tozlu Konsol, altı dergide birden yayımlandı.
GA – Şairin aktardığı şey bilgi değildir, bir yaşantıdır.
Bu noktada kendi şiirinizi nasıl değerlendirirsiniz? Sizce okuyucu sizin şiirinizin içine girebiliyor mu?
İB – Çok rahat içine girebildiklerini sanmıyorum. Bu çok normal bir durum, hele de soyut ifadelerden, imgelerden oluşan bir şiire girmek kolay değildir. Sonuç olarak okurun benim bir şiir kitabımı eline alıp onu kendisiyle tartışıyor olması da benim için çok anlamlı ve kıymetli. Doksan kuşağı şairlerindenim, çok açık söylemek gerekirse, bu şairler arasında en yalın ve anlaşılır şiir benim şiirim.
G.A – Herkes kalbinin renginde yaşar hayatı ve herkes kalbinin rengini bulaştırır etrafındakilere. Siz de bunu kaleminizden dökülen sözlerle yapıyor musunuz?
İ.B – Çok sıkıntılı bir aşamadan geçtikten sonra bir şiiri ortaya koyabiliyorum. Şiir yazarken asla mutlu olmuyorum. Şiirde mutlu olduğum taraflar; birincisi şiirimle ilgili güzel bir şey söylenmesi ve yazılması, ikincisi ise bir şiiri yazıp bitirdikten sonra ‘Oh be! Kurtuldum.’ dediğim an. Beni bu iki unsur kadar sevindiren hiçbir şey yok.
G.A – Mevlana, Şems’e şiire dair fikrini soruyor, Şems de “kelâmdır, yazı değildir, insandır, insanın en yüce ifadesidir” şeklinde cevaplıyor. Katılır mısınız Şems’e?
İ.B – Çok doğru söylemiş. Şiir edebiyatın dışında bir türdür. Yine şiirin tanımını yapmaktan kaçınırım, şiirin ne olduğunu bilmiyorum. Zorlama bir tanım yapmaya çalışırsam, benim tanımım Mevlana’nın ve Şems’in tanımıyla ne kadar örtüşür bilemiyorum ama şiir az sözle çok şey anlatma sanatı değildir. Olsa olsa şiir, az sözle çok şey çağrıştırma sanatıdır. Şiir anlatmaz, şiir yalnızca çağrıştırır. Usta şairlerden hangisine sorarsınız sorun, şiirin tanımını yapamaz. Ben şiirin ne olduğunu bilmiyorum, neyin şiir olmadığını biliyorum.
G.A – Yazmaya ilk başladığınız anlardan bu yana sizi etkileyen şairler kimlerdi? Uzun bir yazınsal serüveniniz var, bu süre içerisinde sizi etkileyen şairlerin listesinde bir değişiklik oldu mu?
İ.B – İkinci Yeni dediğimiz havzadan beslenerek bu noktaya geldim. İlhan Berk, Ece Ayhan, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Edip Cansever ile başlayan ikinci yeni anlayışı vardı bizim şiirimizde.
G.A – Türkiye’de bir şair olarak yaşamak kolay mı?
İ.B – Çok zor. Yılmaz Odabaşı’nın bir sözü aklıma geldi. ’Şiir gündelik hayattan kovulmuştur.’ Gündelik hayattan kovulmuş biri olarak toplumda tutunmaya çalışmak çok zor.