Zerrin Saral, Aksisanat Portal için yazlarlara Öykü Zamanlığı‘nda Bir araya geliyor. Öykü Zamanlığı‘nda Zerrin Saral bu defa Nalan Çelik’e soruyor:
Dünya hızla değişirken, sanatın izdüşümü, sanatçının sanatını ortaya koyma şekli de aynı hızla, değişime/dönüşüme uğruyor. Böylesi bir çağda, veri tabanını koruyan, yaratım sürecinize katkı sağlamış, tüm zamanların öyküsü/öykücüsü dediğiniz öykü ve öykücü(-ler) kimler? Bu tercihi, yazınınızda neye/nereye dayandırıyorsunuz?
Nalan Çelik: Eleştirmen Ayşegül Tözeren’in, Edebiyatta Eleştirinin Özeleştirisi kitabında sorduğu bir soruyla başlamalıyım yanıtıma: “Öykü camı çerçeveyi indirip, sokağa mı çıktı?” Yaşadığımız coğrafyada, dünya edebiyatında, kilidi açılmayı unutulmuş kapıların ardında… Ihlamur, saat çiçeği, leylak kokularını unutmuş, sokağın sürekli değişen sesini, incir ağacı yaprakları kurumaya başladığında serçelerin toplu şölen masasındaymışçasına ötüşe, öpüşe çekirdek çitlercesine yaprakları kıtırdatarak yemelerindeki doğanın seslerini duymak için dokunulmayan, açılmayan camın ardında yazılan öyküler, öyküm olmadı. Öykücüler de bana uzak, ‘aman iyi olsunlar, ben görmesem de olur’ dediğim akrabalardı. Öykücülerim, camını çerçevesini, kapısını açık tutup, bir gökkuşağı gördüğünde sokağa fırlayandır. Hatta gökkuşağını bahane edip insanların peşine düşüp öykü yazandır.
Sait Faik sorar (Bütün Eserleri) Bitmemiş Senfoni’de: “Ben nasıl bir insanım, diye düşünür, halletmeye, evet kendi kendime halletmeye çalışırım. Ve bulmuş gibiyim de. Nazariyem vardır. Ben teşekkül etmek üzere olan bir dünya gibiyim. Yani şu Laplace Nazariyesi gibi.” Laplace teorisine göre, Sait Faik güneşten kopmuş, kendinin bildiği jeolojik farklı zamanlar geçirirken soğumakta, farklı canlıların-mekânların öyküleri, oluşturmakta olduğu dünyasının içinde yer almaktadır.
Sait Faik’in dünyasının öyküsü nasıldır? Kınalı Önünde öyküsünde yazar, ‘işte tam da bu’ anlatmak istediğim dedirtir: “Evvela kırmızıların, sonra sarıların, sonra koyu esmerlerin, kürk içinde parça parça, renk renk, silik silik, sanki yeni yaratılıyormuş gibi bir toprak, bir kara oyunu başladı. Her şey daha doğrusu her renk soluk, silik ve kabından, şeklinden yayılmış bir halde büyüye büyüye, şeklini bulup bulup kaybederek bir şey olmaya çalışıyordu. Önümüzde sanki silik renklerle boyanmış bir duvar vardı. Ve bu duvarın boyunca sürü sürü ressamlar soyuttan somuta doğru, kaostan şekle doğru giden bir oyun oynuyorlardı. Aman be Vasil, dedim. Bu ne hoş!” Camı çerçeveyi indirmiştir öykücü, okurun camlarını da indirivermiştir. Burgazada’da dondurma yiyen çocuktan, gecekondunun kapısında oturmuş eli yüzü kömür tozuna bulanmış çocuğa soyuttan somuta görmeyi, duymayı, düşlemeyi, geçmişin ressamlarının emeğine saygı duymayı, yaşamın akışını bir öyküyle dondurup-durdurmayı öğreniriz.
Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda kitabında, bir çifti taksiye biniyor gibi algılayınca: “ ”Aklın bütünlüğü” derken kişi neyi kastediyor, diye düşündüm. Aklın belirli bir an belirli bir noktada yoğunlaşmayı sağlayan öylesine büyük bir gücü vardır ki, görünürde tek bir varoluş biçimi olamazdı. Aklın hiç durmadan odak noktasını değiştirip dünyayı farklı bakış açıları içinde gördüğü açıktır. Belirli bir zihinsel konumda devam etmek için kişi bilincine varmadan bir şeyleri frenler ve yavaş yavaş bu bastırma, bir çabaya dönüşür.”
Woolf’ün çoğunluk öykülerinde ‘çaba’, onu ‘leke’ lere bakıp yazmaya zorlar. Mrs. Dalloway Bond Caddesi’nde adlı öyküsünde: “Bütün güzel şeyler için insan geçmişe bakmalı, diye düşündü. Dünyanın yavaş yavaş bulaşan lekesinden.” Geçmiş, lekelerle kendini anımsatırken çaba gerektirir.
Çaba gerektirmeyen zihinsel konumda neler olur? Sorumuzu yanıtlar Woolf: “Çaba göstermeden sürdürebileceği bir zihinsel konum olabilir, çünkü bunun için bir şeyleri frenlemek gerekmez. Pencereden çekilirken belki de bu onlardan biri diye düşündüm. Hiç kuşkusuz ben, o çiftin taksiye binişini gördüğümde, akıl sanki ikiye ayrılmış da sonradan doğal bir kenetlenmeyle bir araya gelmiş gibi olmuştur. Bunun belirgin nedeni, iki cinsin birlikte hareket etmelerinin doğallığı olabilirdi.”
Sait Faik’in Burgazada’ya yaklaşırken ki ‘kaostan şekle doğru’ bakışı Woolf’ün de ‘odak noktasının değişimi’ bakışı aynı şeyi anlatır. Kimsenin, yazarın kendinin bile hangi an ortaya çıkacağını bilemediği o görkemli bakış, bilindiğin dışında, hazırlanışın dışında, huşu halinde bir anda bir denizkızının kayalıklarda uzanışını görüp, sonra hızla suya dalışını bile ayrımsayamadan kuyruğunun son pullarının suda yok oluşu, ‘gördüm mü gerçekten, düş müydü?’ hali. Necati Tosuner Dünya Öykü Günü bildirisindeki gibidir bu görme, öyküleştirme hali: “Gerçek, elektrik akımından güçlüdür, çarparsa.” Yazar önce kendisi elektriğe çarpılabilirse, okuru da çarpabilir. Böylece yıllara, asırlara, zamanlara meydan okuyan öyküler, öykücüler aramızda dolaşıp durur.
Bir bakarsınız, öykü… Beyazıt’ta otobüsten inmiş bir çok dilin konuşulduğu, alıcılar-satıcıların kaosunda ilerlemektedir. Beyazıt hem İstanbul, hem Türkiye hem dünyadır. Adnan Özyalçıner Geçit adlı öyküsünde karakterine neden burada bulunduğunu açıkla der: “Aslında bunların hiçbiri beni ilgilendirmiyor. Ben, her sabah, Marmara Pasajından geçmek için bu durakta iniyorum.”
Niçin bu pasajdan geçmelidir diye sorarız: ‘İşin gerçeğini görmemiz için her şey en ince noktasına kadar ayarlanmış sanki. Onun için vitrindeki en tapon eşya bile kubbeli sarayların loş salonlarındaki gibi ışıldıyor. Beni çeken bu ışıltılar oldu. Yanıp sönen bu parıltı.”
Parıltıların dışında başka bir neden var mıdır dediğimizde: “Pasaj, bu gürültülü kentin ortasında, benim için sığınılacak bir yer. Umudumun tazelendiği yegâne sığınak.”
Sığınağa hangi kimlik/kimliklerle giriyor, çıktığında hangi kimlik/kimliklere bölünüyordur? Bir bakkala gittiğinizde giyiminize göre kimi zaman size hocam, kimi zaman abla, kimi zaman patron abim deyiverirler. Karakterimizin durumu nedir?: “Çalıştığım gazete, Cağaloğlu’nda olduğu halde, buradan geçebilmek için, kendimi, pasajın arkasında bulunan gazetede çalışıyor varsayıyordum. Dükkâncıları da buna inandırdım.” Karakter kurguladığı kimliğe kendini de inandırmıştır, geçidin sığınağına yakın olmak, dükkâncılarla konuşurken öykülerini kurgulamak istemektedir. Dükkâncılara karşı öykücü kimliğini korur. Çoğunluğa göre gazetecilik ücretli bir meslektir. Öykücüden üstündür. Öykücü ise çoğunluğa göre biraz casus, biraz aylak, ücreti var mı yok mu belli olmayan, onların pek de umursamadıkları, dikkatlerini çekmeyen durumlara ilişkin tıpkı çocuklar gibi ‘bu ne, o ne’ diye aralıksız soru soran, sormasa da soruyormuşçasına etrafı gözleyen, en beklenmedik anda. ‘bu minibüs aynı yere mi gidip geliyor’ sorusuna tüm minibüs yolcularının birden düşünmeye başlamaları anına bir annenin yanıtıyla, biz de aynı kaderi paylaşıyoruz bıkkınlığındaki bakışmaların toplamını, bir fotoğraf karesine yansıtır… ‘Anne ne sıkıcı bir iş, hep aynı yol.’
Yazarımızın yarattığı karakteri aynı geçitten yıllarca geçmekten sıkılmaz. Çünkü, geçidi ve öyküyü seçmiştir. Dükkâncıların arasında onları da öyküsüne alarak pasajın geçmişini, değişimini sezdirirken değişen yaşamı, alışkanlıkları da anlatır.
Pasajın bitimine yakın ne yapıyor ne duyumsuyordur karakter?: “Koridorun bitiminde sokak başlıyor. İçerinin sarı aydınlığına karşılık, beyaz, ışıklı bir kapıdan sokağın bir ucu görünüyor. Hemen arkasında denizle gökyüzü asılı gibi duruyor. Arka sokağa ulaşmanın tadını iyice çıkarabilmek için kendimi pasajda bir süre daha kalmaya zorluyorum.”
Yılların sığınma halinin bir sonu var mıdır diye merak ederiz. Sonları düşünür, yorumlarken çoğunluk… Öyküdeki başkaraktere odaklıdır. ‘Adama ne oldu?’ Başkarakter gazeteden emekli olduğu halde, sırf pasajdan uzak kalmamak için gazetenin yan kuruluşunda çalışmayı sürdürür. Bir sabah sığınacağı bir yeri olan insan kimliğiyle, öykü yaratmaya çalışan öykücü kimliğiyle kendinden geçmiş onca kalabalığın, sesin, ışıkların arasında yol alırken: “Yalnız benim başımda durduğum merdiven göçmüştü. Daha doğrusu, basamakları yoktu. Böyle bir durumla birdenbire karşılaşmanın verdiği şaşkınlıkla geri de çekilemeyince basamakları olmayan bu karanlık uçurumu boyladım.” Öykünün sonunda bir denizkızıyla karşılaşmamıştır “Gördüm mü gerçekten, düş müydü?”, haline yanıt, dükkâncılardan gelir. “Emekli olamadın gitti. Bu yaşta olacağı buydu.” Çoğunluk için emekli-yaşlı gazeteci de makbul değildir, üstelik ücreti de düşmüştür. Hele o kişi bir yazarsa, okuru da dükkâncıları da gerçeğin aynası çarpıverir: “Yazarlıktan emekli olunmaz.”
“A’ya gelince” diye başlar Aslı Erdoğan’ın Taş Bina ve Diğerleri adlı kitabının Başlangıç adlı öyküsü. A, “kahvedekilerdendir”, pencerenin gerisindedir.“Kimsenin dikkatini çekmez. Boş bir çuval gibi pencerenin önüne serilmiştir, dünyanın suratına çarptığı bütün kapıların önüne serildiği gibi. Bütün sokaklar onundur, ama o hiçbir yere gitmez. İçerideki bir şeye –belki sobaya, belki televizyona- sevdalanmışçasına… Baka baka eskittiği bir şeye… Kirli cam, varlığının görüntüsünü yansıtır. Lekeli, çok lekeli.” A, hem yazarın yarattığı bir karakter, hem de bir yazar tiplemesi olabilir. Aslı Erdoğan, öykü-öykücü tarifi de yapar: “Öykü anlatma sanatı, korları eşeleme sanatı değil midir bir yanıyla, parmaklarını yakmadan?” Kurgu yapabilmek için korunmalıdır parmaklar.
Bir de “bardakiler” ve gediklileri vardır. Onlar da camın gerisindedir, sonra….”Bu kokuşmuş düzenden, sistem denilen bunca pislikten, ruhların saat gibi kurulu labirentlerinden usandıklarında, son bir umutla gözlerini sokağa çevirirler. Parlak camda yansıyan imgelerinin ardında beliren, yarı-karanlık, suskun, kestirilemez arka sokaklara. Avlulara, bodrumlara, tünellere, özgürlük hayaletinin zincirlerini şakırdata şakırdata dolaştığı gizli dehlizlere.”
Artık sokaktadırlar, Niçin, nasıl, neden diye sorduğumuzda: “Hem kim istemez ki serüven ve mücadele dolu bir hayatı. Üstelik onlar, Titanlar kadar ağır bedeller ödemiş, yeterince kayıp vermişlerdir. Kıyasıya vuruşmaktan, kavgaya tutuşmaktan, risklere atılmaktan hiç çekinmemişlerdir. Herhangi bir karşılık beklemeden sözcüklerini sunmuşlardır bu aldırışsız dünyaya, içlerinde kendi yansımalarını görebildikleri koca koca, büyük harfli sözcüklerini.”
Ben, Gaia’nın doğurduğu son Titan Kronos’tan yanayım. Camı çerçeveyi indirmeye gereksinim duymadan, emekli olmanın ne olduğunu bilmeden zamanlarda seyahat eden, tüm zamanların öyküsü/öykücüsü olabilen “Yazar Titanlar”dan yanayım. Dolaştırıp dursunlar beni sözcükleriyle.
NALAN ÇELİK
15 Ocak 1961 Düzce’de doğdu. İstanbul’da yaşamaktadır. Lise yıllarında yazmaya başladı. Beksav Kuram Atölye’sinde okuma yazma teknikleri’ üzerine eğitim aldı ve bunu İnsancıl Atölyesi’nde şiir, felsefe, estetik dersleri izledi; on yılı aşkın süre devam etti. Şiir, öykü, deneme, inceleme ve makaleleri çeşitli dergilerde, Evrensel, Birgün, Jineps gazetesinde yer aldı. Yazı ve şiirleriyle birçok ortak kitaba katkı yaptı. Türkiye Yazarlar Sendikası, PEN Yazarlar Derneği, Türkiye Edebiyatçılar Derneği, Bilim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği, Cemal Süreya Kültür Sanat Derneği üyesidir. Türkiye Yazarlar Sendikası 21. Dönem ikinci başkanlığını sürdürmektedir.
ESERLERİ
Gelincik, 2005 (şiir)
Kokulu Saat Çiçeği, 2008 (şiir)
Şiir Kadın Saçlar, 2009 (inceleme-araştırma)
Anadolu’da Kültür Sanat Edebiyat Mustafa Kemal Paşa (Mitolojik Dönemden Günümüze Çerkesler ve Tarihsel Süreçte Anadolu’da Kültür Sanat) başlıklarında iki çalışmayla katkıda bulundu 2009 (inceleme-araştırma)
Yalınayak, 2010 (şiir)
Kasımda Çiçek Açmak, Nisan 2011 (şiir)
Ne Çok Ah Ne Az Ey, Ekim 2011 (şiir)
Çayır Çimen Ve Uzaklar, 2012 (şiir)
An’lardan An İtibariyle, 2014 (inceleme-araştırma)
Düdüklü Akasya, 2015 (şiir)
Yalınayak,
2. Baskı 2017 (şiir)
Yayına hazırladığı: ‘Kartal Öyküleri’ Nisan 2019 (14 yazardan semt öyküleri)
Yayına hazırladığı: ‘Kaynana Şekeri’ Mayıs 2019 (18 kadın yazardan ‘Dünya Kaynanalar Günü’de adanmış öyküler)
Hamster
Tedirginliği, Mayıs 2019 (inceleme-araştırma)
-NevzatYusuf Sarıgül-Nermin Yusuf’un hazırlayıp çevirdiği ‘Poeize turca moderna’ adlı antolojide şiirleri Romence’ye çevrildi. (2017)
–
Editörlüğünü Mesut Şenol’un yaptığı, ‘Uluslararası Olympos Kültür ve Edebiyat
Festivali’ antolojisinde şiirleri
İngilizce’ye çevrildi. (2018)