GÖKSU N. ÇAKIR
Dağ Yolunda Karanlık Birikiyor romanı anlatım, kurgu ve üslup açısından Kıran’ın en sevdiğim romanıdır. Kıran, bu romanda Yakup’u merkeze alarak halk-efendi arasındaki ilişkiyi yansıtır. Kendine özgü bir dil ve roman kurgusuyla kahramanın duygularını diğer romanlarından daha açık bir biçimde anlatır.
Roman boyunca sıralı bağlı, iç içe cümleler kullansa da anlatımı boğmaz Hüseyin Kıran. Mekânda tasvir yoluna gerek duymadan, kahramanın ortamdaki ruh çözümlemelerini dallandırıp budaklandırmadan kafasında yarattığı dünya ile günümüz dünyasına iner. Okurun zihninde bildik imgeler çizerken soru işaretleri bırakır; ardından da hangi zamanda olursa olsun, bir efendi ve ona sorgusuz sualsiz itaat eden emir erlerinin her zaman olacağının cevabını verir. Bununla birlikte kahramanın kafasında tasarladıklarını okuyucuya ifşa ederken, zayıf karakterli bir insandan ne kadar zalim bir efendi çıkabileceğine değinir. Buna karşın zayıf toplumun bile istemediği efendisine karşı birlik ve beraberlik içinde neler yapabileceğini okuyucuya hatırlatır. Nihayetinde Kıran, realist bir yaklaşımla, emperyalizmin etkisiyle kapitalist yöneticilerin halka karşı kayıtsızlığını saptıyor.
Toplumsal ve bireysel açıdan çok katmanlı olduğunu düşündüğüm Dağ Yolunda Karanlık Birikiyor, deyim yerindeyse, “roman kişisi” iktidar ve kitle arasında önemli bir semboldür. Kişisel hırsların gözünü kararttığı Yakup iktidardır. Yakup’un, gücü elde ettikçe içinde uyuyan kötücül kişiliğin uyanması sonucunda nasıl tehlikeli bir hal aldığının son halidir. Romanın asıl konusu da budur zaten.
Sıradan bir ceza memuru olan Yakup, görevinden alınıp elçi tayin edilir. Kendisine verilen mektubu dağdaki krala götürmek üzere yollara düşer. Ancak işler düşündüğü gibi gitmez, kötü bir düşüşün ardından atını kaybeden Yakup, yabani bir halktan oluşan bir kavimle karşılaşır. Geceyi bu kavmin verdiği çadırda geçirir. Romanın bu kısmında yazar, kahramanın çadırı nasıl temin ettiğine ve halkla ilk iletişimine değinme gereği duymaz. Yakup sabah erkenden kalkar, çadırın yakınındaki bir akarsuda yıkanırken bir tilki gelir ve elbiselerini alıp gider. Çıplak bir vaziyette çadırına dönmek zorunda kalır.
Elçi Yakup, efendisine; kendinin güvensiz biri olmadığını kanıtlamak için uzun bir mektup yazma gereği duyar ve ona uzun bir mektup yazar. Ne var ki efendisinin ona verdiği elçilik görevini dağlarda unutup kendine yeni bir dünya yaratmaya koyulur Yakup. Yeni dünyanın efendisi, yeni Yakup’u olacaktır. Kendini iktidar sanmaya başlar. Çok geçmeden davranışları beklenmedik bir gaddarlık patlaması gösterir. Ateş yakılan meydanda bir bina diker, amacı halka oradan hükmetmektir. Zamanında kendisine yapılanları halka yapma niyetindedir. Ama Yakup, köylü tarafından ilgi görmez.
Roman kişisi, sakin bir hayat süren halkın yaşantısını inceler ancak tekdüze yaşamlarını sıkıcı ve ilkel bulur. Zaman ilerledikçe içinde gizli kalan gerçek kişiliği devreye girer. Halkın fakir yaşantısına tepeden bakar. Onlara istediği gibi hükmedeceğini sanır. Tek hedefi itaatkâr bir sürü yaratmaktır. Her şey kendinden çok daha zayıf bir ihtiyar adamla başlar.
“Ya ya! Gel” diye seslenerek elimle çağırdım. İhtiyar, bu hiç olmayacak bir şeymiş gibi tedirgin, “ben mi?” dercesine eliyle kendini gösterdi. Şaşkınlık, korku ve merak vardı yüzünde. “Evet!” dedim, “Lütfen yanıma gel! Ya ya! Size sormam gereken şeyler var.” Yekindi, ayağa kalktı ama bir elçi karşısında tamamen dik durmaya cesaret edemeyecek iki büklüm, küçük adımlarla yanıma geldi. “Pekâlâ, tin tin ihtiyar. Şu meseleyi artık çözelim” dedim. (S. 43)
Bununla da kalmaz, halkın fakir yaşantısı karşısında kibirlenir ve kendini yavaş yavaş dağların efendisi görür. Kendini ‘Kral Yakup’ ilan eder. Kurduğu devletin adını da Yakubistan koyar. Pes dedirtecek kadar ileri gider Elçi Yakup, heykelini diker köy meydanına. Öyle ki, “Yürüdüğüm yolları indime aldım. Uzaktaki dağları, indime aldım. Ovayı, o bitek sulak kötü efendilerinin elinde kalmış arazileri ve halkıyla bütün ovayı indime aldım,” diyerek bastığı her toprağı, dokunduğu her şeyi kutsadığını düşünerek kendini ilahlaştırır. Böylece ukalalık başka bir boyuta bürünmüş olur, tanrı boyutuna.
Yakup’un gözünü öylesine iktidar hırsı bürümüştü ki yazar adeta kendi yarattığı karakterden rahatsız olur ve kahramanın kurduğu hayal dünyasını sık sık anlatma gereğini hisseder. Siz de kitabı okurken kahramanın yersiz bu kibirlerine karşı sakin duramaz, önüne dikilip “Hey, dur, ne oluyorsun!” diye onu azarlamak istersiniz.
Dağ köyü, aslında Yakup’un öteden beri içinde yatan hükmetme duygusunun barındığı yerdir. Kitle ve iktidarın birbirine olan kesin etkisidir
Romanda kahramanın gelecek nesillere yönelik duyguları ürperticidir. “Yaşlı insan nüfusunun fazlalığı iş görme yeteneklerini köreltiyor, beslenme zorluklarını ortaya çıkarıyor. Tıpkı ağacın budanması gibi ölü ya da cılız kuvvetsiz yanlış yerden sürerek bedeni emen sürgünleri bu çocuklardan pek çoğu oluyor, toplumun geleceğinden bu nüfusun budanarak temizlenmesi bir gereklilik sayılsa olsa yeridir, kudretim; gerekli, gerekçe görünüyor. Çadır çadır gezerek gövermeyeceklerini bildiklerimin boğazlarını hançerlemek akla yakın ve yatkın,” diyerek istediği halkı yaratmak için her yolu mubah kılar. Sözde onların iyiliğini ister, onlar için daha iyi, daha adil bir yaşamı arzular ve bu düşünceyi kutsal bir çaba olarak değerlendirir.
Ne var ki halk onun hükmüne girmeye rıza göstermez ve bir gece sessiz sedasız derme çatma kulübelerini terk eder. Küçük köylünün beklenmedik bir biçimde yok olduğunu görünce, artık hayal ettiği Yakubistan’ı kurmanın bir mucize gerektirdiğini kabul eder.
Terk edilmişlik duygusu, kurmak istediği dünyasını başına yıkar. Böylece efendisi tarafından küçümsenen köylü, kendini gerçekleştirip varoluşunu sürdürmeye devam eder. Bu da Yakup’un acı çekme sürecinin ve sonunun geldiği dönemin başlama çizgisini gösterir. Yaratmak istediği dünyası, kendisine mezar olacaktır. Yenilgiyi kabul eder ama onu terk eden halkın başının felaketlerden kurtulmayacağını düşünür ve sürgüne mecbur edildiğine inanır.
“Beslenmek hep tehlike altındadır ki ihtimal ellerindeki tek keçiydi; ben yedim. Süt elde edilmekten uzaktadır, artık süt dahi denemeyecektir; muhtemeldir ki bu kelime anlamını yitirecek çünkü mükemmel memeler işlemeyecek, o memelerin bağlanacağı göğüsler gövdeler bulunmayacak, çok iyi olacaktır, değil mi ki efendi terk edilmiştir, demek ki efendisini terk eden halkın başına gelecekte bunlar gelecektir, felaketler gelecektir, başlarına güneş geçecektir, bu süt eksikliği dişlere vuracaktır, ağızlar kapanacak çalışmayacak, efendinin değeri ve kudreti anlaşılacak, yeniden bolluk belki başlayacaktır; bu efendiye bağlıdır.” (S.69)
Yakup dağ halkının peşine düşer ve kısa sürede izlerini bulur, onlara ulaşmanın yolu dere yatağını geçmektir. Suya girer ancak sele kapılır, çamura batarken küçümsediği çadır halkının erkeklerinden biri tarafından okla vurulur. Bu kez iktidar olan halktır, kendisi efendilikten kulluğa iner. Avcı yürüyerek yanına gelir ve acımasızca oku göğsünden çıkarıp Yakup’un çamura batışını zevkle seyreder.
Sonuç olarak, Dağ Yolunu Karanlık Kaplıyor, insanoğlunun fırsat karşısında nasıl değiştiğinin, kendisinden daha zayıf, daha fakir ve cahil topluluğa nasıl hükmetme cesaretinde bulunduğunun ve elde edilen gücün verdiği cesaretle nasıl acımasız bir otoriteye dönüştüğünün bariz bir göstergesidir.
Bana göre Kıran’ın eserlerinde görülen felsefi düşünce, daha çok inceleme kitapları okuma alışkanlığına ve eserleri üzerinde çok çalışmasına bağlıdır. Kıran, bu tutumuyla az okuyup çok yazan yazarlara güzel bir örnektir.