Zerrin Saral, Aksisanat Portal için yazarlarla Öykü Zamanlığı‘nda Bir araya geliyor. Öykü Zamanlığı‘nda Zerrin Saral bu defa Şirvan Erciyes’e soruyor:
Dünya hızla değişirken, sanatın izdüşümü, sanatçının sanatını ortaya koyma şekli de aynı hızla, değişime/dönüşüme uğruyor. Böylesi bir çağda, veri tabanını koruyan, yaratım sürecinize katkı sağlamış, tüm zamanların öyküsü/öykücüsü dediğiniz öykü ve öykücü(-ler) kimler? Bu tercihi, yazınınızda neye/nereye dayandırıyorsunuz?
Şirvan Erciyes: Okumayı öğrendiğim altı yaşımdan bu yana, okuduğum öykülerin sayısını tahmin bile edemem. Yerli ya da yabancı, klasikleşmiş ya da modern, bilimkurgu ya da erotik, kitaplardan ve dergilerden… Bu yazı için hafızamı kurcalarken çok net biçimde gördüm ki okuma alışkanlığım öykülerle başlamış.
Zaman içinde pek çok öykü okumuş biri olarak, dönüp dolaşıp yeniden okuduğum ve istisnasız her defasında gözyaşlarıma hakim olamadığım tek bir öykü olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Türkçe kitaplarına da girmiş, pek çok kişinin bildiği bir öykü; Refik Halit Karay’ın Eskici’si.
Refik Halit Karay’ın Memleket Hikayeleri’ni, yıllar önce büyük bir keyifle okumuştum, Eskici öyküsünü ise ilkokul ya da ortaokul yıllarımda okudum. Türkçe dersinde bu öyküyü okuduktan sonra, metinle ilgili soruların yanıtlarını defterime yazdığımda, benim için sadece dersin bir parçasıydı ve itiraf ediyorum uzunca bir süre, ders kitaplarına girmiş yazarlara karşı önyargılı oldum. Okulun, tüm o boğucu kuralları ve katı disiplininden, öğretmenlerin hoyratlıklarından nefret ediyordum, ders kitaplarına giren yazarlar da okulun ve dolayısıyla sistemin bir parçası ve işbirlikçisi gibi görünüyordu gözüme.
Eskici’nin, kalbimin baş köşesine taşınması, uzunca bir süre önce değerli editör Selahattin Özpalabıyıklar’ın, bir vesile ile okuduğum yazısıyla oldu. Ne mutlu ki, Selahattin Özpalabıyıklar, 2018’de yazılarını göndermeler adıyla kitaplaştırdı ve söz konusu yazı bu kitapta yerini aldı.
Önce babasını ardından da annesini kaybeden Hasan’ın, uzak akraba ve komşuların elbirliği ile Arabistan’da rahat eder denilerek, bir vapura bindirilmesiyle öykü başlar. Hasan’ı yollayanlar için, “Hayırlı bir iş yaptıklarına herkesi inandırmış olanların uydurma neşesile, fakat gönüller isli, evlerine döndüler.” der Refik Halit Karay. Daha ilk cümleden dil ve anlatı ustalığı okuru sarıp sarmalar. Bu ustalık, öykünün her cümlesine, hatta her sözcüğüne sinmiştir.
Yolculuk devam edip, vapur İstanbul’dan uzaklaştıkça Hasan’ı bir durgunluk alır. Artık “Taal hun yâ Hassen.” diye çağırılmaktadır beş yaşındaki çocuk. Hayfa ’da karaya çıkar Hasan ve bir trene konulur, “ana dili büsbütün işitilmez olur; göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert düğüm” daima susar Hasan. Yolculuk bitip trenden indiğinde, halası onu karşılar. Hasan, yabancısı olduğu bu ortamda, artık anlamaya başladığı Arapçayı inatla konuşmaz, bir gün bahçeye gelen ayakkabı tamircisini seyre dalar ve nerede olduğunu, kim olduğunu unutur. Eskici, ağzından çıkardığı çivileri ayakkabıların altına bir bir mıhlarken, Hasan soruverir: “Çiviler ağzına batmaz mı senin?” Tesadüf o ki, Eskici’de Türk’tür ve bir kabahat işlediği için Arabistan’a kaçmıştır. Hasan, Türkçe konuşan birini bulmanın sevinci ile altı ay süren suskunluğunu bozar ve konuşmaya başlar; İstanbul’u, evlerini, annesini anlatır. Eskici bu sohbeti mümkün olduğunca uzatabilmek ister, işini ağırdan alır. Neticede onarılacak ayakkabı kalmamıştır. İş biter ve eşyalarını bir bir toplar Eskici. Refik Halit, “İşte o zaman gördü ki küçük çocuk, memleketlisi, minimini yavru ağlıyor… Sessizce titreye tireye ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbir arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları dışarının rengini, geçilen manzaraları içine alarak nasıl acele, acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının sarsıntılarile yerlerinden oynayarak, vuruşarak, içlerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor.” cümleleri ile ayrılık sahnesini gözümüzde canlandırır.
Eskici, ağlayan bu küçük çocuğu görünce dayanamaz elbette, “onun da katı, nasırlaşmış yüreği yumuşamış, şişmişti. Önüne geçmeğe çalıştı amma yapamadı, kendisini tutamadı, gözlerinin dolduğunu ve sakallarında kayan yaşların -Arabistan sıcağile yanan kızgın göğsüne- bir pınar sızıntısı kadar serin, ürpertici döküldüğünü duydu.” diyerek, öyküyü bitirir Refik Halit Karay. Öykü biter ama Hasan’ın mahzunluğu bana bulaşır ve onun bir öykü kişisi olduğu aklıma bile gelmez. Hasan, kanlı canlı durur karşımda. Öyküyü yeniden okuma arzusu duyarım her defasında.
Selahattin Özpalabıyıklar’ın, bahsi geçen yazısından öğrendiğimiz kadarıyla, Aydın Engin, edebiyat öğretmeni Nahit Ulvi Akgün’ün ölümü üzerine “Kravatı Buruşuk Öğretmenim” başlıklı bir yazı kaleme alır. Nahit Ulvi Akgün, ilk derste öğrencilerine Eskici öyküsünü okur ve Refik Halit Karay’ı Türkçenin ustası olarak niteledikten sonra bir ev ödevi verir. “Çiviler ağzına batmaz mı senin?” cümlesini başka türlü söylemelerini ister. Aydın Engin, saçları üç numara tıraşlı, yüzü ergenlik sivilceli bir oğlan çocuğu olduğu o dönemde, ödevi çok ciddiye alır ve bütün gece uğraşır. Bu cümlecikte akıp giden Türkçenin farkına vararak, dilin akıp gitmesinden tat almayı öğrenerek yeni bir dünyaya adım attığını söyler Engin ve “ancak böyle söylendiğinde çiviler ağza batmıyor” diyerek, yazısını kıskanılacak güzellikte bir saptamayla bitirir. Aydın Engin’in yazısından esinle, Selahattin Özpalabıyıklar bir yazı kaleme alır ve Refik Halit’in, daha 1930’larda geliştirdiği Türkçeye dikkat çektikten sonra, Refik Halit gramerini yapmak Türkçenin yarı gramerini yapmaktır, diyebilir miyiz, sorusunu ilgilisine yöneltir.
Eskici, konusu itibariyle elbette çok etkileyici bir öykü. Her okuyanın gözünü yaşartacak güçte. Ancak öyküyü bu denli güçlü kılan, Hasan’ın öksüzlüğü, yetimliği, yurtsuzluğu, gurbette oluşu değildir. Başka bir kalemin elinde rahatlıkla melodrama dönüşecek bu temalar, tüm o anlatı güzelliği ile bütünleşerek, adeta tüm çağların en güzel öykülerinden birine dönüşür. Beş sayfalık öyküde, önce bir vapur sonra tren yolculuğuna tanık oluruz, iklim, coğrafya ve dil değişir. Yıllar önce Arabistan’da çocukların nasıl giyindiğini, saçlarının nasıl kesildiğini, nasıl yemek yediklerini öğreniriz. Tamircinin tüm malzemeleri ve zanaatı, yazar bu işi yapmış olabilir mi, dedirtecek kadar sahici betimlenir.
Tuncay Birkan, Dünya ile Devlet Arasında Türk Muharriri adlı kapsamlı çalışmasında, Refik Halit Karay’ın, sivri kalemiyle siyaset yapma, iktidar sahipleriyle dalaşma huyu yüzünden 1913-18 arasında beş yılını Anadolu’nun ücra köşelerinde sürgünde geçirdikten sonra, bu huyundan yine vazgeçmediği için, ömrünün 16 yılını da Suriye ve Lübnan’da geçirmek zorunda kaldığını yazar. Bugün artık kimselerin anımsamadığı onca tartışmanın odağında ve 1938’de çıkarılan özel af kanunu ile yurda dönebilme olanağı tanınan 150’likler listesindedir Refik Halit.
Refik Halit Karay, sürgünü ve gurbette olmayı en iyi bilen yazarlardan. Bilmekle kalmıyor onu en güzel biçimde anlatıyor. Eskici öyküsünde dilsizliği ve gurbeti, bir çocuk ve bir kaçakta buluşturarak en iyi bildiğini en güzel yolla anlatırken, ister istemez başka pek çok soruyu da aklıma düşürüyor. Bu öykü, Hasan Türk olduğu için mi bu kadar etkileyici? Elbette milliyetçi saiklerle okunabilir, ancak bu durumun çok ötesinde bir yan buldum Eskici’de. Dilini ve vatanını yitirenlerin ortak yazgısını, kederini, ana dilin çocuk ya da yetişkin her bireyin en değerli varlığı olduğunu düşündüm. Hasan’ın ana dili Çerkesce, Lazca, Kürtçe veya Arapça olsaydı ne değişirdi dedim. Öyle olsaydı bu öykü yine de ders kitaplarına girer miydi, Hasan Türk çocuğu olmasaydı ona gösterdiğimiz sempati azalır mıydı? Bu soruların yanıtlarını aradım. Bu soruya vereceğimiz yanıtın insanlığımızın kertesini belirleyeceğini de düşünmeden edemedim.
Yalnızca anadilini bilmeyenlerin arasında yaşayarak mı dilsiz kalır bir insan? Aynı dili konuştuğu insanlar arasında da susmaya mahkûm edilmiş, dilsiz bırakılmış sayısız insan dünyanın her yerinde yaşamaya devam ederken, etnik kökenleri, inançları, cinsel yönelimleri, hayat biçimleri, siyasi görüşleri gibi pek çok nedenden dolayı ötekileştirilenler egemenlerin tahakkümüne maruz bırakılırken, güçlülerin daima haklı çıktığı sistemlerde, edebiyat bir direniş, var olma ve hafızayı diri tutma aracına dönüşüyor.
Anadilim Türkçe olmasına karşın, yaşadığım çevrede kendimi hep Hasan gibi hissettim. Çoğunlukla sustum, Eskici’ye benzer birini de görünce hiç susmadan saatlerce konuştum. Sustuğum uzun zamanlarda okudum ve sonra yazdım. Yazarken, güçlünün değil haklı bulduklarımın yanında yer almaya çalıştım. Edebiyatın dünyayı daha yaşanılır bir yer haline getirebileceğini, bir insanı değiştireceğine inandım, bir de Hasan’a ve Eskici’ye…
Kaynakça
- Selahattin Özpalabıyıklar, Göndermeler, Everest Yayınları, Ekim 2018, 113-125. sayfalar arası.
- Tuncay Birkan, Dünya ile Devlet Arasında Türk Muharriri, Metis Yayınları, 43. sayfa.