Selami Karabulut:
Bütün alışkanlıkların ve yaşam biçiminin altüst olduğu bir süreçten geçiyoruz. Tarihte bu kadar hızlı bir değişim olduğunu sanmıyorum. Ortaçağ’da derebeyleri, büyük şatolarında lüks içinde yaşıyorlardı, ama karanlık gecelerini aydınlatacak küçük bir ampulün ışığından yoksunlardı. Saraylarda her türlü olanağa sahip olan padişahların, ısınmak için bir mangalın önünde avuçlarını ovuşturduğunu düşünürsek odalarına hapsolduğumuz evlerimizin ne kadar da değerli olduğunu fark ederiz. Gündelik yaşamımızda sıradan ve basit gördüğümüz bu nesnelerin bize sağladıkları olanak, geçmişte “ütopya” denecek kadar uzaktı. Baş döndürücü hızla gerçekleşen bunca değişim, bir insanın ömründen bile kısa denecek zaman içinde oldu. Özellikle son elli yıla damgasını vuran bilişim sektöründeki gelişmeler, dünyadaki serüvenimizin akışını değiştiren en büyük kırılma gibi görünüyor. Ancak bilim adamları, insanın evrimleşmesinin on bin yıl önce büyük ölçüde durduğunu söylüyorlar. On bin yıl önceki insanın beyni nasılsa şimdi de aynı; kol kasları, kalbi, ciğeri kısacası bütün uzuvları… Ancak evrimsel psikolojiye göre beynimiz hâlâ atalarımızın ortamındaymış gibi işliyor. Bu durumda “çağdaş dünya” diye adlandırılan çağımıza uyum sağladığımız söylenemez. Sınıra geldik dayandık sanki. İnsan eliyle biyolojik yaşam yeniden programlanacak gibi görülüyor.
Bu nedenle günümüz insanının, tıpkı illüzyon sanatçıları karşısında şaşkına dönmüş izleyiciler gibi yaşadığını söylemem pek de abartı olmaz sanırım. İllüzyon bir yanılsama sanatından başka bir şey değildir aslında. Şovunu sergileyen sanatçı, var olan gerçekleri tersine
çevirerek hatta geçersiz kılarak yeni bir gerçeklik yaratır bir anlamda. Bu öyle bir gerçekliktir ki fizik kurallarını, insan anatomisini, doğa kanunlarını bile altüst edecek ikirciklikle başbaşa bırakır izleyicisini. Nasıl mı? Bunu açıklayabilmek için verebileceğim en güzel örnek sanatçıların sık sık başvurduğu çember çevirme şovu olmalı: Hızla çevrilen bir çember, ilk anda sanki dönmüyormuş gibi bir izlenim bırakır, hatta onu ters yönde dönüyormuş gibi algılarız. Bu durum çemberin hızını takip etmekte zorlanan gözümüzün bizi yanıltmasından başka şey değildir aslında. Dolayısıyla bir gerçeğe nesnel bakmak istiyorsak onunla olan mesafemizi iyi belirlememiz lazım. Aksi takdirde bu çember örneğinde olduğu gibi kontrol altında tutamadığımız hız, bildiğimiz bütün gerçekleri hükümsüz kılar. Bunu bilen illüzyon sanatçıları şovlarını gerçekleştirirken izleyiciyle aralarındaki uzaklığı hep korurlar. İzleyici, illüzyonun bir gösteri sanatı olduğunu bilse de şovun sergilendiği yerin atmosferi, düzeni ve ışık sisteminin etkisiyle sadece hayranlıkla değil inanarak alkışlar sanatçıyı. Loş salonda şaşkınlıkla izlerken, birbirine geçmiş halkaları ayırıp tekrar birleştiren illüzyonistin o an bunu el çabukluğuyla yaptığını ve aslında halkaların arasında bir açıklık olduğunu bilmesinin bir anlamı yoktur. Çünkü orada, kontrol edemediği bir hızın etkisi altına girerek, sergilenen şovun izleyicisi değil, bir parçası olmuştur. Çağımızın en büyük hastalığı kabul edilen hız da, böylesine bir yanılsama yaratıyor.
Yüz yıl önce internetten bahsetmek ütopya kabul edilecek kadar sınırı zorlayan bir düşünceydi. Doğru kullanmayı bilenler için “sınırsız olanaklar alanı” olan internetin sadece bilgiye ulaşımı kolaylaştırmadığı, sağladığı iletişim olanaklarıyla dünyayı küçük bir köye dönüştürdüğü bile iddia ediliyor. Dünyanın farklı yerlerinde yaşayan insanların, aynı dili konuşmadıkları halde birbiriyle asgari düzeyde de olsa iletişim kurabildiğini göz önüne alırsak bu söz bence hiç de abartılı değil.
Evet, teknolojinin sağladığı iletişim olanakları günümüzde her yeri parmağımızın ucuyla dokunacak kadar yakın kıldı. Bırakın dağların “yüceliğini”, kıtalar arası engeller bile aşılmaz değil artık. Gazetelerde okuduğumuz haberlere bakılırsa internette tanışıp evlenen çok sayıda çift var. Öğrencilik yıllarımda bir delikanlıyla genç kızın, bırakın kamuya açık alanlarda rahat ve özgür davranmasını, konuşurken göz göze gelmesi bile cesaret isterdi. Yıllarca titreyen bir gölge gibi evinin önünden geçtiğim kızın, sol yanağında bıçak yarasını andıran gamzesi olduğunu çok sonraları fark etmiştim. Otuz yıllık bir zaman diliminden ibaret olan bu değişim, elbette ki sevindirici. Bu değişim kültürlerin birbiriyle kaynaşmasından da öte, zenginlik getirdi yeryüzüne. Nasıl bir zenginlik mi? Gelecekte farklı genlerin buluşmasından dolayı daha sağlıklı kuşaklar yaşayacak ve aynı coğrafyalarda yapılan evliliklerin sebep olduğu genetik hastalıklar belki de bitecek. Ne var ki kolay ulaşılan ve bedel ödemeden elde edilen bu olanaklar; aşkı zenginleştirir mi, sıradanlaştırarak kıymetini mi azaltır bilemiyorum. Ancak bildiğimden emin olduğum şu gerçekliği özellikle vurgulamak isterim: Sanayileşmesini ve demokratikleşmesini tamamlayamamış, bir yanıyla feodal, bir yanıyla da ‘kentli’ olan ülkemizde toplumun bütün katmanları, henüz farkına varamadıkları bu hızlı değişime ayak uyduramamanın da ötesinde, teslim olmuş görünüyor. Belleksiz ve geleceksiz bir “şimdiyi” öne çıkaran bu felaketin, bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de özellikle gençliğin üzerinde çok etkili olduğu gerçeği ayan beyan ortada. Doğu’da efsanelere dönüşen aşk, bugün anlamını ve büyüsünü yitirerek yerini günübirlik yaşanılan ilişkilere bırakıyor yavaş yavaş. Oysa doğu toplumlarında özel yaşam hiç tartışmasız bir mahremiyet içinde yaşanır, aksi bir durumda şiddetle ayıplanırdı. Bu mahremiyet, kamusal alanda da büyük bir meziyet olarak öne çıkarılıyordu. Belki de bu nedenle Doğu; gizemlerle dolu, keşfedilmemiş bir dünya olarak bilinirdi. Şimdi televizyonlarda aile sırlarını ve özel ilişkileri açıktan sergilemek bir marifet gibi sunuluyor. Bir kurnazlık başarısı olan bu yöntemle, değerler küçümsenerek bireyler git gide daha bir yalnızlaştırılıyor. Çağımızın bütün sorunlarının en çetrefillisi de bu olsa gerek. İç sesimize kulak verecek zamanımız bir yerlere yetişme telaşı içinde akıp giderken, onu algılayacak sezgilerimiz de yoksullaşıyor hızla. Günümüz edebiyatının da bu karmaşadan etkilenmemesi beklenemez kuşkusuz. İhanetin, aldatmanın, kan dökmenin, cinnetin konu edildiği kitaplar çok satanlar listesi adı altında raflarda yerini alırken, her alanda kuşatılmışlık duygusuyla yalnızlaşıp kendine yabancılaşan okur, mekanik ve sahicilikten uzak kurgularla dolu sayfalar arasında zaman öldürüyor.
Hiçbir etik ve ideolojik kaygı gözetmeksizin “anı yaşa” düşüncesinin öne çıkarıldığı günümüz dünyasında, yaşam sanki “kontrolsüz anlar zinciri”nden ibaretmiş gibi bir algı yaratılmaya çalışılıyor. Oysaki çağlar boyunca bu coğrafyada zaman, durmuş bir saat gibi dingin yaşanagelmişti. Bu geleneksel yaşam biçimini özleyenlerle, seküler yaşamı önceleyenler arasındaki kamplaşma bilerek kışkırtılırken, kapitalizm, teknolojinin de rüzgârını arkasına alarak kendini tükettikleriyle özdeşleştiren yeni bir birey oluşturmayı hedefliyor. İnsanlar, hafta boyunca zor koşullar altında elde ettiği gelirlerle alışveriş yapmak için büyük alışveriş merkezlerinin albenili dünyasının içinde şaşkın şaşkın dolaşarak geçiriyorlar hafta sonlarını. Bu anlamsız, bir o kadar da tuzaklarla dolu ve illüzyonla açıklayabileceğim karmaşayla ancak sanatın desteğiyle mücadele edileceği kanısındayım. Çünkü sanat, bize insan olduğumuzu unutturmayan, aynı zamanda da doğanın içinde başkalarından farklı olmadığımızı duyumsatan en önemli aygıttır. İnsanı bir makine gibi ruhsuz, hissiz, tepkisiz, kişiliksiz kılmaya çalışan bu canavarla baş etmek için sanata her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.
Bizi insan yapan en temel özelliğimiz olan aşkı kendime güzergâh yaparken; sanata, özelde de lirik şiire gelecekte ne kadar ihtiyacımız olduğunu daha çok fark ettim. Bugün kimi çevreler tarafından “ota, çiçeğe, böceğe şiir mi yazılır” denilerek lirik şiir küçümsenip yok sayılmaya çalışılıyor. Oysaki bizi gelecekte bekleyen sıkıntıların asıl nedeninin, doğadan gitgide koparak diğer canlılardan farklıymışız gibi izole bir yaşamı tercih etmemizden kaynaklanıyor. Bunun panzehiri de doğayla bütünleşen, sıcacık, çağlayanlar gibi gürül gürül akan lirik şiirdir.