Bu sıralar edebiyat tartışmaları şairler üzerinden sürdürülüyor. Son olarak Haydar Ergülen’in engellenen etkinliği edebiyat ortamının yoğun olarak tartıştığı bir konu olarak dikkatleri çekti.
Aslında yoğun tartışma tabirini de sözün gelişi söylemiş olabiliriz. Bu kadar önemli bir mesele yoğun olarak tartışılıyor mu bundan da emin değilim.
Bu konunun açması gereken pek çok önemli başlık bulunuyor. En önemlisi edebiyata ayrılan kaynakların nasıl kullanıldığı konusu.
Türkiye Cumhuriyeti’nin bir kurumsal ideolojisi bulunmuyor. Daha çok güncel resmi ideolojik tercihler öne çıkıyor. Nazım Hikmet’in dönemin CHP’li hükumetiyle yaşadığı ihtilaflar bugünün koşullarında oldukça şaşırtıcı bir durum gibi görülüyor olabilir. Oysa Resmi ideolojiyi de kurumsal devamlılık tayin etmiyor. Daha çok dönemin koşulları, gereksinimler, eğilimler ve o gün orada bulunan kişilere biçilmiş görevler etkin oluyor.
Dünyanın pek çok yerinde sanata ayrılan kaynakların üretim koşullarını daha kabullenilir ölçülere taşımak gibi görevler üstlendiği bir gerçek. Yani aslında o paranın şaire, yazara, ressama, müzisyene aktarılması ve “geçim dertlerine değil, sanatına odaklan” denmesi gerekiyor. Sonra o sanatçıdan ortaya koyduğu verimleri insanlara dokunarak aktarması istenmeli.
Dünyanın pek çok yerinde resmi ideolojiyle taban tabana zıt görüşlerin yayılmasına engel olma girişimlerine rastlanabilir. Ona alan açmayı bırakın onu yok etmek için gücün oranını hesaplamak gibi kaygılara en demokratik ülkelerde bile rastlamak olanak dışı. Liberal demokrasi dediğimiz kavramın temel hak ve hürriyetler noktasında kapalı çevrim bir bütünleşme aradığını ve dışarıda tutacağı ayrıntıları analitik bir nitelikle belirlemediğini söylemek için uzman olmak gerekmiyor.
Ancak bizim ülkemizde farklı bir durum yaşanmakta. Türkiye’de dışarıda kalma koşullarının kişinin eğilimleri, düşüncesi, eylemleri ve genel tutumuyla fazla ilgisi yok. Bu konuda süreç o kadar hızlı değişiyor ki. Dün hükumete yakın olmakla suçladığımız birini birkaç gün sonra mağdur olduğu için savunmak durumunda da kalabiliriz.
Özellikle okullarda etkinlik yapabilme koşullarının izne tabi olması ve koşulların net olarak belirlenmemesi dolayısıyla ikili ilişkilerle belirlenen bir kültürel politikanın piyonları olarak ortalık yerde geziniyoruz. Kimsenin de bireysel kurtuluş dışında dert edindiği bir mesele yok. Yani konuyu belirleyen merkez bizi çemberin içine alırsa dışarıdakilere yükleniyoruz, dışarıda kalırsak içeridekilerin canına okuma eğilimlerimiz depreşiyor.
Bugün sahnenin, arananın ve mikrofonun kilidini elinde bulunduran sanatçıyla kedinin fareyle oynadığı gibi oynayabiliyorsa şairin de dediği gibi:
kabahat senin,
— demeğe de dilim varmıyor ama —
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!”