Selami Karabulut
Her çağın kendine özgü sorunları olduğu gibi yaşamı kuşatıp biçimlendiren “yükselen değerleri” de vardır. Ancak aşk, mutlak iktidarını ilan etmiş kral gibi yerini her geçen gün daha da pekiştirerek geldiği görünüyor. Sanatın tarihi kadar eskidir aşk izleği. Örneğin, tarihin ilk savaş destanlarından biri olan Troya’da hazin bir aşk öyküsü vardır. Cervantes’in şövalye romanlarıyla dalga geçmek için yazdığı Don Kişot’unun da müzmin bir sevgili için girişilen tuhaf kahramanlıklarla dolu olduğu bilinen bir gerçek. İlk kadın şairlerden biri olan Sappho’nun şiirlerinin, hâlâ aşk şiirleri antolojisi hazırlayanların gözdesi olması boşuna olmasa gerek. Düşüncemi daha da ileri götürüp mitolojilerin de başat malzemesinin aşk olduğunu söylersem abartmış olmayacağımı sanıyorum. İlâhi kitaplarda da yer yer aşkın inceliklerinin pırıltılarını görebiliriz. Kutsal Kitap’ta, “Neşideler Neşidesi” adıyla anılan bölümde öyle şiirler var ki, acılardan ve felaketlerden bahseden metinler arasında göğün en parlak yıldızı gibi ışıl ışıl parlar.
güzel kokuyor süründüğün yağlar ve bir ıtır gibi yayılıyor havada adın besbelli bundan sana kızların tutulması
Fransa’da Lascaux Mağarası’nda ilk sanat eseri olarak kabul edilen bir yontuda, erkeğin cinsel organı kalkık olarak çizilmiştir. On beş bin yıl öncesine ait bu figür, sanatın doğuşunun, insanın fiziksel tamamlanışıyla başladığı iddiasının da kanıtı olsa gerek. Kuş kafalı olarak çizilen erkek, öldürdüğü bizonun önünde yatarken, bizonun da bağırsakları yere akmış, boynuzlarıyla parçaladığı avcısının az ötesinde can çekişmekte. Bir kuş kafasına sahip olduğundan dolayı tuhaf, aynı zamanda da çocuksu olan bu resim için Georges Bataille, “Dünyada bu resim kadar gülünç, korkunçlukla ağırlaştırılmış başka resim yoktur.” der.
Bataille’ın “Aşk ve Erotizm” kitabında gördüğüm bu resim, sadece tuhaf değil, insanın özüne ve sanatın temelini oluşturan kaygılara dair karmaşık anlamlara da işaret ediyor bence. Ne mi bu işaretler? Birincisi; ölürken bile erkeğin ereksiyon halinde çizilmesinden dolayı doğadaki diğer canlılar gibi insansoyunun da tek hedefinin türünü sürdürmek olduğunun vurgulanması. İkincisi; sanatçının, bir kişinin ancak geçebileceği darlıktaki mağarada yaptığı resimle, geleceğe iz bırakma arzusunu hedeflemesi. Gördüğümden beri şaşkınlığımı üzerimden atamadığım resmin işaret ettiği bu iki gösterge, sanatın tarihler boyunca etrafında döndüğü çekirdeği oluşturan temel ögeler değil midir? Ne var ki sanatçılar, yaşamı anlamlandırmaya ve anlamaya çalışırken ellerinde sihirli bir anahtar gibi tuttukları sanatın zorladığı kapılar, hâlâ aşılmaz ve çetin. Sadece o kapıyı açacak dil zenginleşip derinleşti, ama arayış devam ediyor
Aşk, sadece âşıklar arasındaki ilişkinin karşılığı değil, bedensel olduğu kadar, bütün yoğunluğuyla insanı sarsan bir duygudur da. Tarihin sayfaları arasında dolanırken insanın en çok savaşlar ve dinle meşgul olduğunu görürüz. Din sorgulamaya pek izin vermediğinden mutlak itaatle koşullandırır imanlısını; öldürmek ve zulüm ise savaşın doğasında olan sıradan eylemdir. Bu gerçeklikler her ikisini de aklın sınırları içinde algılamamıza pek olanak vermemekte. Aşkı da aklın muhasebesiyle anlamamız zor, zihnimizi hep meşgul ettiği kesin. Ancak aşkın, savaş ve din gibi akla karşı olmadığı kanısındayım, hatta aklın izindedir bile denebilir. Neden mi? Eğer aşk, akla karşı olsaydı, insansoyu tarihin karanlıklarında çoktan kaybolurdu. Aşk, birçok yönünün yanı sıra yeni kuşakların dünyaya gelmesi için zihnimizin bize sunduğu tatlı bir oyuna benzer. Bu oyunu öyle bir ciddiyetle oynarız ki varoluşumuzu bile onun üstüne temellendirmeye kalkışırız. Âşıkların, evlilik gibi büyük bir sorumluluğun altına girmeye can atmaları başka nasıl açıklanır ki? Sosyal bir varlık olmamızın nedeni bu olsa gerek. Aile ve diğer sosyal bağların, hatta uygarlık ilerledikçe feodal bağlarımızı yadsısak da vazgeçemediğimiz akrabalıkların hayati derecede önemli olmasının da.
Birey kimliğini kazananların aşık olmadan cinselliğini tam anlamıyla yaşayıp doyuma ulaşacağını sanmıyorum. Mutlu bir birliktelik ve koşulsuz bir sevgiyle çoğaltılan aşkın yüceliği hiçbir şeyle kıyaslanamayacak kadar kıymetli olmalı. Aşkla doğan çocukların, dünyayı daha bir güzelleştirip yaşanılır kılacağına inananlardanım. Bir insanın geleceğinin anne karnındaki yumurtanın spermle buluştuğu andan itibaren belirlendiğini söyleyen bilim adamları haklıysa, benim de aşkla başlayan bir yolculuğun ufkunun berrak olacağına inanmamdan daha doğal ne olabilir ki? Aşkın hasadı ne kadar çok olursa, Adnan Yücel’in özlemi de o kadar hızlı gerçekleşerek; “yeryüzü aşkın yüzü” olur belki. Ne yazık ki bütün güzellikler nasıl az ve erişilmezse, aşk da kalplere pek nadir uğrayan büyülü bir rivayet gibidir; kulaktan kulağa fısıltılarla dolanan. Belki de bu deneyimden yoksun kaldığımız için, bir türlü tamamlanamayan bir eksikliğin içinde dönüp dururken, Sisyphos’un sonu gelmeyen cezası gibi geçirmekteyiz ömrümüzü.
Bu durum, toplumbilimcilerin daha iyi bileceği ve aşkın çözümlemeye muhtaç olan yanı. Ancak bir şair olarak benim, onun özüne giden çetrefilli yolunu anlamaya çalışmaktan başka yapacağım bir şey yok. Kaldı ki bunda da başarısız olacağım kesin. Aslında aşkı insanların dünyasında önemli kılan da şairlerdir. Ancak çağlar boyunca aşk arzusunu ve kavuşamayınca çekilen ıstırabı sayısız biçimde dile getirdikleri halde tüketemedikleri gibi, hakkını da verememiş olacaklar ki yazılmış olan hiçbir şiir, aşkın kalplerdeki imgesini doyuma ulaştıramamış. Çünkü aşkın kendisi gibi, şiiri de ışıklar şehridir. Gün orada doğarken kalpleri tutuşturan ışık, akşam gölgeler uzamaya başlayınca, vakitsiz solan gülü buruşturur gibi bizi de karanlığın ve hicranın içine kapatır. Yahya Kemal’in dediği gibi:
…
Bir uykuyu cananla beraber uyuyanlar,
Varlıkta bütün zevki o cennette duyanlar, Dünyayı unutmuş bulunurken o sularda,
-Zalim saat ihmâl edilen vakti çalar da-
Bir an uyanırlarsa leziz uykularından, Baştanbaşa, her yer kesilir kapkara zindan.
Bir faciadır böyle bir âlemde uyanmak,
Günden güne hicranla bunalmış gibi yanmak.
Ey talih! Ölümden de beterdir bu karanlık;
…
Aşk şiirleri daha çok vuslata erememeyi anlatır. “İki karanlık arasında” (doğumdan önce ve ölümden sonra) kendi vücudumuz bile her geçen gün aynaların içinde yitip giderken, başka birinin sadece kendimize ait olmasını dilemek en büyük trajedi olsa gerek. Bu nedenle hiçbir tutkunun aşk kadar yakıcı olmadığını düşünüyorum.
Çünkü o, gücünü yaşamın kaynağından, yani şehvetten alır. Şehvetin önünde toplumsal statü, yaş, saygınlık, korku, yıkım gibi engellerin hükmü pek yoktur. Hatta bu tür engeller kışkırtıcı bir mekanizmaya dönüşerek arzunun ateşten daha bir kırbaçlar. Aşkta yeni kuşakların ete ve kemiğe bürünmesi için doğanın kanunları geçerlidir. Bu engel tanımayan kanununda iki karşı cins, tıpkı oksijenle hidrojenin bir araya gelince suyu oluşturmaları gibi kendi varlıklarından vazgeçerek başka bir kimliğe dönüşürler. Arzu ve acı kıskacında sınırsız tatminin peşinde olan âşıklar, kuşakların devamı için sadece bir aracı konumundadırlar aslında.
Bernard Shaw, “Bir kadının başka kadınlardan farkının abartılması,” olarak görür aşkı. Ortaçağ’da, acı çekmeyen âşık olmaz düşüncesi o kadar pekişmişti ki, aşk ıstırabı ilâhi bir duygu olarak görülüyordu. Russell’ın aktardığına göre bir Fransız papazı, “Aşk, yaratılıştan gelen bir tutkudur; yani içimizdeki acıdır, başka bir cinse baktığımızda ya da hayal ettiğimizdeki acıdır” der. Bu söz sadece Ortaçağ’ın ruhunu yansıtan bir ayna değil, neredeyse bütün zamanların gerçeğidir aslında.
Aşkın, mutluluklar
denizinde kulaç attırması, vuslata eremeyince de (bazen da vuslata erince buna
yakın bir yıkım olur) sınırsız acı ve ıstırap vermesi, nitelikli şiir için
vazgeçilmez bir imkânlar denizi oluşturmuştur hep. Aşkın, toplumsal yaşamdaki
yerini ve şiire etkisini daha iyi anlamak için, insansoyunun yeryüzündeki
serüvenine bakarken evliliklere ve kadına bakışını da incelemek gerek.