BÂKİ AYHAN T. İLE RÖPORTAJ
GÖKSU N. ÇAKIR
Göksu N. Çakır Kısa ve derin şiirler yazıyorsunuz. Her bir dizeyi adeta bir kilim motifi gibi dokuyorsunuz. Sözcükler şiirin içinde can bulmakla kalmıyor, okurun düş dünyasına bakış açısını genişletiyor. Hayatın anlamını aşkta bulan şiirleriniz bu denli zengin besin kaynağını nereden alıyor?
Bâki Ayhan T. Şiire ciddi anlamda okur olarak ortaokul yıllarımda, yazan biri olarak ise lise yıllarımda başladım. O yıllardan bu yana okurken de yazarken de şiir ile hayat arasında geçişken bir ilişki olmasını önemsedim. Daha doğrusu hayatın içindeki şiir beni bu yolda terbiye etti. Masa başı şiiri, kültür şiiri, gelenekten beslenen şiir vs. gibi yaklaşımlara mümkün olduğunca uzak durdum. Geleneği, benden önceki Türk ve Avrupa şiirini elbette severek okudum, “keşke ben yazmış olsaydım” dediğim şiirler oldu ama şiir yazarken daima imgeler kaçacakmış gibi yazdım, bir şeylere yetişmem gerekiyormuş gibi hayatla birlikte soluk alıp veren dizeler olsun istedim şiirlerimde. Okurun düş dünyasını genişletme becerisine ulaşabilmişsem bundan övünç duyarım. Elbette yazmanın kendine göre bir ritmi, disiplini, şekli şemali vardır ama bütün bunlar şiirin içindeki hayatı canlı kılmaya yaramıyorsa beyhude çabalardır.
G.N.Ç- İkinci sorum şu, imgeler kaçacakmış gibi konusunu biraz açar mısınız?
B.A.T. Modern hayat benim her zaman ilgimi çekti. Hızı her zaman sevdim. Şair arkadaşlar genelde zamanın hızlı akışından, hayatın hızlı geçişinden şikâyet eder. Ben hiç öyle değilim. Hatta tam tersi… Zaman dediğin elbette hızlı akacak çünkü kan damarda hızlı akıyor, akmalı. Küçük yaşlarımdan beri şehir hayatını sevdim, hızı sevdim. Zaten büyük şehirde doğup büyüdüğüm için doğal olarak hayata, şehre, eşyaya, insana ilişkin algılarım öyle gelişti. Dünyaya, insana bakışta köylülük bana hayat boyu itici geldi. Doğayı ayrıca sever miyim? Elbette… Şehirde olsun, kırda veya ormanda olsun karlı buzlu, rüzgârlı fırtınalı havalar bana her zaman ilham vermiştir. İnsansız bir doğada ağaçların, taşların, kuşların sisler içinde kaybolup gitmesi şairin imgelemi için az hazine değildir. Çocukluk yıllarımda, Adana’da uzun zaman Tekir yaylasına çıkar ve aylar boyu orada ay kalırdık. Oradaki yaşantılarım bana doğayı yakından tanıma fırsatı verdi. Dolayısıyla o yaşlarda hem şehri hem doğayı tanımak benim imgelemimin zenginleşmesinde önemlidir sanıyorum. Yine de büyük şehirden uzak yaşamaya uzun zaman dayanamazdım herhalde.
G.N.Ç- Fırtınaya Hazırlık şiir kitabınızda Soylu Yenilikçi Şiir’in nasıl olması gerektiğinden bahsediyorsunuz. Kitabınızı okumayanlara Soylu Yenilikçi Şiirden kısaca bahseder misiniz?
B.A.T. “Soylu Yenilikçi Şiir” iddiası, adını, benim 2003’te yayımladığım ve o yıllardan bugüne tartışılagelen bir manifestodan alıyor. 2003’te, bir zamanlar tek başıma çıkardığım şiir ağırlıklı edebiyat dergisi Budala’da yayımladım o manifestoyu. Sonra da kitabın başına aldım. Bir nevi, Ahmet Haşim’in yaptığına benzer o tercihim. O manifestoda, şiirin sağlam bir zemine oturmasının gerekliliğinden, yetenekle beraber poetik birikimin öneminden, dize kurma becerisinin değerinden, şiirde yeni biçimler geliştirmenin özgünlüğünden söz etmiştim. Bununla da yetinmeyip kısa aralıklarla yayımladığım Uzak Zamana Övgü (2003) ve Fırtınaya Hazırlık (2006) kitaplarımdaki şiirleri 1+2+3+4+3+2+1 dize kümelenişiyle, yani “simetrik yapı” ile kaleme almıştım. Bir başka ifadeyle Türk ve Avrupa şiirinde tarih boyunca kullanılan biçimlerin bir bireşimi ile yeni bir biçim icat etmiştim. Yanı sıra postmodern yaklaşımın ürünü olan somut şiire, imgeden uzak duran anlatımlara da epeyce itirazlarım vardı orada. “Soylu Yenilikçi Şiir” adlı manifestomun tamamı internette güvenilir sitelerde var, meraklısı oraya bakabilir. Burada, bu kadarını söylemekle yetineyim.
G.N.Ç- Hileli Anılar Terazisi adlı ilk kitabınızda şiirlerinizin çoğunda çocukluk ve aşk temaları önde geliyor. Bu şiirler bir nevi bilinçaltını boşaltan şiirler gibi. Ne dersiniz?
B.A.T. İlk kitaplar biraz öyledir… Şairin çocukluk ve ilk gençlik yıllarında yaşadıkları imge ve izlekler üzerinden şiirlere nüfuz eder. Benimki de biraz öyleydi.
G.N.Ç- Bir şiirinizde, “kalbim şiirle mühürlendi düşlerden sonra” diyorsunuz. Kalbiniz ne zaman şiire mühürlendi?
B.A.T. Bunun belli bir zamanı var mı bilemiyorum? İlle de bir milat aramak gerekirse ilkokul son veya ortaokul başlangıç yıllarıma gitmem gerekir. Pedagojik olarak hiç de uygun olmayan bir yaşta, 12-13, Baudelaire’in Elem Çiçekleri kitabını okuduğum zamana…
G.N.Ç- Hileli Anılar Terazi kitabınız aşk, yalnızlık, ölüm, özlem gibi bireysel konuları ele alırken Kopuk adlı şiir kitabınız toplumcu bir içerikle çıktı okurlarınızın karşısına. Son kitabınız Bilet Geçmez Gemisi ise bu değişimin destekleyicisi niteliğinde. Böyle bir değişimin başlıca sebebi nedir?
B.A.T. Az önce de dediğim gibi ilk kitaplarda otobiyografik ögeler daha bir görünür şekilde yansıyor şiirlere. Sonraki süreçte şair çevreye, ötekilere, eşyaya daha farklı bakmaya başlayabiliyor. Yine de ben her kitabımın otobiyografik olduğunu düşünüyorum. Kopuk, evet, dünyada olan bitene daha duyarlı bir kitaptır; Bilet Geçmez Gemisi de, haklısınız, insana, çevreye, dünyaya daha yakından ve ironik mercekle bakan şiirlerden oluşuyordu. Yine de şiirde hiçbir zaman toplumculuk gibi bir iddiam olmadı. Önemli olan “toplumcu” veya “bireyci” olmak değildir; önemli olan, sıkı şiir yazmaktır. İyi yazılmış bir aşk şiiri, bana göre, ortalama bir işçi-köylü temalı şiirden daha toplumcudur. Kopuk’un kırklı yaşlarımın şiirlerinden oluştuğu düşünülürse özelde çevresel, genelde evrensel insanı daha derinden kavramaya çalışan bir şairlik olduğu söylenebilir orada. Evet, yine benden, benliğimden yola çıkan ama başkalarının dünyasına evrilebilen, içinde yaşadığımız coğrafyanın açmazlarına imgesel bir ayna tutan şiirler ağırlıktaydı. Bilet Geçmez Gemisi’ndeki ironiye gelince… Son yıllarda toplumsal hayatımızda görülen sapmalara, insanımızdaki düzey düşüşlerine Kopuk’tan daha sert bir eleştirellik var orada. Şimdilerde modern fabllar yazıyorum, sanırım bunlar çizginin başka bir yöne doğru çekilmesi olacak.
G.N.Ç- Günümüzde şiirden çok şair var. Size göre şiir nedir?
B.A.T. Şiiri tanımlamak istemem, zaten istesem de tanımlayamam. Neden şiir yazdığını dahi tam olarak bilmeyen biri şiiri nasıl tanımlasın? Öte yandan, edebiyat çevrelerinde ve bu çevrelerin dışında her dönemde şiirden çok şair oldu. Bu, önceki dönemlerde ve yüzyıllarda da böyleydi aslında. Sel gidip kum kaldığı için biz kum dışındakileri, sele kapılıp gidenleri bugün bilmiyoruz. Bugünden yarına da sel gidecek, kum kalacak. 4-5 şair kalacak kala kala. İşin doğası bu. Fakat şu kadarını söyleyeyim; ne kadar çok şair olursa olsun şiiri şairlerden değil, güzellik ve şiir düşmanı çevrelerden, okuduğu her şeyde güzellik bulanlardan, yüzeysel metin üreten yahut da felsefe yapmak için kasılan müteşairlerden kurtarmak gerekir! Şiir onun bunun oyuncağı olacak, herkesin yazabileceği kadar basit bir şey değildir. Herkesin karaladığı ancak manzume olabilir ve bunları Baudelaire’in, Lorca’nın, Dıranas’ın, Nâzım Hikmet’in, Tanpınar, Mayakovsky, cummings veya Haşim’in büyük şiiriyle bir tutmak estetik terbiyeye uzak düşmektir. Daha da açığı, estetik terbiyesizliktir. Maalesef postmodern sululuk ve yüzeysellik çevremizi bu türden şeyleri rahatça söyleyen tuhaf insanlarla doldurdu. Binlerce yılın gerisinden sesleniyorum: Şiir Türkçedir, Türkçe de şiirdir. Lütfen, biraz ciddiyet!
G.N.Ç- “kesilmiş ağaçların hüznüyle bakarken sana, olacak/ ormanlar yetiştireceğim içinde” dizelerinde olduğu gibi özlü, derinlikli dizeler yazıyorsunuz. Dize kurmaya da ayrı bir önem veriyorsunuz. Günümüzde şiirin nesre yaklaşmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
B.A.T. Ben biraz Ahmet Haşim gibi düşünüyorum; şiir dili nesir dilinden ayrı bir dildir. Yine de, başta Şavkar Altınel’inkiler olmak üzere, düzyazıya yaklaşan dille kaleme alınmış iyi şiirleri okudukça bu konuda eskisi kadar katı olmamak gerektiğini düşünmeye başladım. Bilet Geçmez Gemisi’inde düzyazı diline yaklaşan birkaç şiirim var. Bununla birlikte, evet, şiirin bir dize sanatı olduğuna inanıyorum. Düzyazıya da göz kırpsa, ustalıklı dizelere de yaslansa şiirde imgesel derinlik şart çünkü “imge” kişilik demektir.
G.N.Ç- Bazı şiirlerinizde Fuzuli, Ahmet Haşim, Ahmet Hamdi Tanpınar, Cemal Süreya gibi şairlere göndermeler yaptınız. Neden bu isimleri seçtiniz?
B.A.T. Bunun özel bir nedeni yok ama bütüncül baktığımda imgeselliği, sembolleri önemseyen şairlere daha bir yakın olduğumu hep söyledim. Benim klasiklerim sembolistler, modernlerim ise imgeyi şiirin başat kurucu ögesi olarak görenlerdir. Baudelaire, Edip Cansever, Ece Ayhan vd. gibi şairlere de göndermeler var şiirlerimde. Hatta Nietzsche, Heidegger, Adalet Ağaoğlu, Murat Gülsoy, Murat Yalçın gibi farklı alanlardan imzalara da… Bu çeşitlilik biraz da okuma kültürüyle ilgili. Bizde şair dediğin, şiirden başka bir şey okumaz. Ben ise halt edip sürekli roman, öykü, deneme okuyor, film izliyor, film okumaları kaleme alıyor, sürekli müzik dinliyorum!
G.N.Ç- Reşat Nuri Güntekin’in Romanlarında Hastalık adlı kitabınız 2009 yılında İkaros Yayınlarından çıktı. Kitap sekiz bölümden oluşan hacimli bir çalışma. Üstelik hastalıkları kategorilere ayırarak yazdınız kitabı. Böylesine bir inceleme kitabını yazmak uzun ve meşakkatli bir süreç istiyor. Sizi bu kitabı yazmaya iten şey nedir? Kitabı yazarken ne gibi zorluklarla karşılaştınız?
B.A.T. Evet, hakikaten uzun ve meşakkatli bir süreçti. Yine de Reşat Nuri’ye olan özel sevgim nedeniyle o süreçte her romanı tekrar ve ayrı bir dikkatle okumak keyifliydi benim için. Damga, Dudaktan Kalbe, Ateş Gecesi, Çalıkuşu, Acımak, Bir Kadın Düşmanı… hepsi ayrı değerlerdir. Bu kitabı yazışımın iki nedeni var: İlki, Reşat Nuri’nin çok sevdiğim bir romancı olması. İkincisi ise doçentlik jürisine bir ders vermek! Evet, doçentlik aşamasında, başvuru kitabı olarak önce Türk Şiirinde 1980 Kuşağı adlı kitabımı yayımlamıştım. Ne yazık ki beş profesörden oluşan jüri bu eseri yeterli bulmadı. Nedeni neymiş biliyor musunuz? 80 Kuşağı şairlerinin hâlâ hayatta olmaları! Yani, illa bunların ölmesini bekleyeceğiz, üzerlerine toprak atacağız, ondan sonra haklarında çalışma yapacağız. Bunun asıl adı ölüseviciliktir! Akademi, bu tavrıyla yarım yüzyıl boyunca, yaşayan şair ve yazarları yok saymış, ölülerin kemiklerini bir mezardan diğer mezara taşıyıp durmuştur. Ben, işte o jüridekilere, “İstersem, klasik bir araştırma da yapar ve size parmak ısırtırım!” iddiasıyla Reşat Nuri Güntekin’in Romanlarında Hastalık adlı araştırmamı yapıp yayımladım. Jüri bu defa hiç engel çıkarmadan bana olur verdi. Ha, pardon, içlerinde bayağı eski kafalı biri vardı, ismi lazım değil, bana karşı nasıl bir kişisel kıskançlığı, özel bir kini varsa (hâlâ çözebilmiş değilim) yine muhalefet etti ama diğerleri onu dinlemeyip çalışmamı onayladı. Şimdi, ilk etapta, devri geçmiş profesörlerce onaylanmayan Türk Şiirinde 1980 Kuşağı adlı kitabım bütün Türkiye’de akademilerde lisans ve lisansüstü derslerde okutuluyor! Hatta, o hocalar arasında da bunu ders kitabı olarak okutanlar var!!
G.N.Ç- -Kırmızı Kalem Kutusu kitabınız da hayata ve edebiyata dair tecrübelerinizi okuyucuya aktardınız. Ben kendi adıma söyleyeyim, bu kitap bana kılavuzluk edecek bilgilerle dolu. Bu yüzden kitabı okurken hemen hemen her satırını çizdim. Kitapta dikkatimi çeken bir diğer şey, kitabın “Şiir ölüyor mu?” sorusuyla başlaması. Sorunun ardından hemen “Hayır, yaşlanıyor!” diye cevap veriyorsunuz. Peki, soruyorum size, şiir neden yaşlanır?
B.A.T. Öncelikle kitap hakkındaki incelikli sözleriniz için teşekkür ederim. Benim de ayrı bir sevgim vardır o kitabıma. Ayrıca, kısa zamanda ikinci baskıyı yapan bir kitap olmasıyla da övünürüm. Edebiyatın ayrıksı taraflarına, edebiyat dışı dünyanın ilginçliklerine olan ilgimin ürünüdür oradaki notlar. Müzik, resim, sinema, futbol, magazin, botanik… Sorunuza gelince; şiir neden yaşlanır? Bir kuşak giderken şiir yaşlanır, yeni kuşak şiiri tekrar tazeler. Ben, kendimi 2000 Kuşağının öncülerinden saydığım için 80’lerin yaşlanan şiirine karşı şiiri tazeleyenlerden biriydim o notları yazdığımda. Onu hatırlatmak istedim orada.
G.N.Ç- Edebiyat dünyasında bugüne kadar en büyük hayat tecrübeniz nedir?
B.A.T. Daha gencecik bir şairken şiirimin Enver Ercan tarafından Varlık’ın başlangıç sayfalarında ilk şiir olarak yayımlanması, yine Enver Ercan tarafından Yasakmeyve’de Kopuk üzerinden sağlam bir dosya yapılması, Şiiri Özlüyorum dergisinde Fuat Çiftçi tarafından Uzak Zamana Övgü dosyası yapılması, Doğan Hızlan ve Hami Çağdaş dostlarımızın çok genç yaşlarımdan itibaren bana güvenip Gösteri’nin sayfalarında sürekli sayfa vermeleri, genç araştırmacılardan Fevzi Yetkin’in benim hakkımda bir tez kaleme alması unutamayacağım deneyimlerdir. Önceki kuşaktan Lâle Müldür, Tuğrul Tanyol, Haydar Ergülen gibi şairlerle arkadaş-dost olmak da bana çok şey katmıştır şiire ısındığım yıllardan bu yana.
G.N.Ç- – Şiirde iyi ile kötünün, nitelikli eser ile niteliksizin bir arada olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Aslında bu sadece şiir için değil, edebiyat hatta bütün sanat dalları için geçerli bir durum. İyi bir şiirin ya da edebiyat eserinin hak ettiği değeri bulabilmesi için hiç kuşkusuz o şiirin doğru anlamlandırılması ve yorumlanması gerekmektedir. Sizce şiir ya da edebiyat eseri nasıl okunmalıdır? Okumanın bir kültürü var mıdır?
B.A.T. Sanat-edebiyat tarihinde iyi ile kötü aslında hep yan yana oldu. Karacaoğlan’ın yanıbaşında onlarca vasat saz şairi, Bâki ve Fuzuli’yle aynı semtte pek çok sıradan divan şairi, Ahmet Haşim’le aynı zaman diliminde ciddi sayıda ortalama şair vardı. İyi olan kaldı, diğerleri unutuldu. Sanatın doğasıdır bu; uzun vadede daima iyi olan kazanmış, vasat veya kötü olan unutulmuştur. Bana kalırsa iyi okur olmanın temelinde öncelikle duyarlık, sonra da sağlam bir donanım gerekiyor. Siz de son dönemde Kerime Nadir hakkında bir araştırma yayımladınız, donanımın ne olduğunu orada ortaya koydunuz. Derin bir ilgi ve içtenlik olmayınca bunlar olmuyor. Türkçe bilgisi, iyi yapıtları okumada kural bilgisinin, dilbilgisinin ötesine geçmeli, sıkı ve derin bir mecaz bilgisine ulaşmalıdır söz konusun şiir okurluğu olduğunda. Bunun yolu da hiç kuşkusuz nitelikli yapıtları okumaktan geçer. Yolun başındaki arkadaşlara önerim; 70-80 kitaplık bir liste oluşturup sırayla okumaya koyulsunlar. En başa da Kötülük Çiçekleri’ni koysunlar.
G.N.Ç- Şiire bakış açınızı şiirseverlere kısaca anlatır mısınız?
B.A.T. Benim şiirim daima yeniye bakan birinin şiiridir. Modernist estetik, benim anahtar kavramımdır.Modern hayatın gizleri, cazibesi, çatışkıları bu şiirde imgelerle yaşama alanı bulur. Gençlik yıllarımda gelenekle biraz ilgilendimse de gelenek benim için zaman zaman bakılacak bir antolojinin ötesine geçmedi. Geleneğe, postmoderne ve Ot, Kafa, Tava vs. gibi yüzeysel yayınlara ciddi anlamda mesafeliyim. Şiire bakışımda değişti biraz. Gençken bir şiirde güzel birkaç dize bana yeterli gelirdi ama şimdilerde daha zor beğenir oldum. Bütünlüklü bir güzelliğin önemini zaman içinde deneye yanıla kavrıyor insan.
G.N.Ç- Günümüzde yaşayan şair ve yazarlardan kimleri takip ediyorsunuz?
B.A.T. Pek çok dergi okuyorum. Gençlerin çıkardığı dergileri, fanzinleri de mümkün olduğunca izliyorum diyebilirim. Ali Özgür Özkarcı, Ece Apaydın, Dolunay Aker, Naile Dire, Muharrem Sönmez, İlkay Âşık, Yiğit Kerim Aslan, Yiğit Ergün, İsmail Cem Doğru, İhsan Baran, Onur Sakarya, Devrim Horlu, Kaan Emiroğlu, Hıdır Işık, Hüseyin Sönmez şiirlerini severek okuduğum arkadaşlardan bazıları… Elbette, bu söyleşi sırasında aklıma gelmeyen imzalar da vardır, beni bağışlasınlar. Kendi kuşağımdan ve yakın arkadaşlarımdan isim saymayayım izin verirseniz, dedikodu malzemesi yapılıyor, gönül yorgunluğu oluyor. En gencimiz mi? Bir zamanlar İlhan Berk ve Dağlarca için söylerdik bunu: Galiba en gencimiz bugünlerde Tuğrul Tanyol. Eskiden de güçlü, enerjik, coşkulu bir şiiri vardı ama son yıllarda birbiri üstüne çok değerli, heyecan ürünü kitaplar çıkardı. Nice genç; gelenek, deney, somutluk falan diye şiirde ölü yatırım yaparken Tanyol, hepimize ders veriyor.
G.N.Ç- – Şiirin edebi değeri olabilmesi için neyi ya da neleri muhafaza etmeli?
B.A.T. İmgesel dilden sapmamak esastır. Gerisi yeteneğe kalmış. Fakat yetenek de öyle bir şey ki yeteneği olan bunun farkında da yeteneği olmayan onlarca isim 70’lerden ve 80’lerden bu yana şiire 30-40 yıl verdikleri halde bu yeteneksizliğin hâlâ farkında değiller.
G.N.Ç- Kırmızı Kalem Kutusu kitabınızda Hans Christian Andersen tek kıskandığım yazardır, diyorsunuz. Neden?
B.A.T. Şiirlerimle modern ama masalsı bir hava yaratmak istediğim olmuştur zaman zaman. Bunu başarıp başaramadığımı bilmediğim için Andersen’i kıskanıyorum. Öyle bir zamanda yazmıştım o cümleyi. Yine de “Bir Aşkın Başlaması, Çiçek Sapını Kalbine Soktu, Kalbim Şiirle Mühürlendi, Bir Periyle Öpüşmenin Hazzı, Sevgilim Çocukluğum, Derinliğine Büyür Bahçeler” gibi şiirlerimde bunu yakalayabildiğimi sanıyorum.
G.N.Ç- Şair sözcüklerle nesne yapabilir mi? Nasıl yapabilir?
B.A.T. Yapabilir elbette… Neden yapamasın?… Vazomdaki karanfilin yârin dudağından getirilmiş yerçekimli bir karanfil olmadığını kim iddia edebilir. Şu masaya Edip Bey’in “masa da masaymış ha” demediği nereden biliniyor? Baktığım aynanın Cahit Sıtkı’nın şiirindeki ayna olmadığı ne malum?
Türk edebiyatına, şiirine katkılarınızdan ve bu güzel röportajdan dolayı size çok teşekkür ederim.
Rica ederim. Ben de ilginizden dolayı size teşekkür ederim.