Aksisanat portal’da yayımlanmış “Edebiyat Atölyeleri ve Haydar Ergülen Meselesi” başlıklı yazımın tartışmayı sorunları yaratan zemine çekebilmesini ummuştum. Ama görüyorum ki herkes konuları resmedilmiş sonuçlar açısından değerlendirmeyi seviyor. Sonuçların bir sunuş olduğunu unutarak üstelik…
Bazı detayları atlıyor da olabilirim. Yine de konuya anladığı yerden dâhil olma özgürlüğünün arttırdığı bulanık ortamı ihmal ederek bir sonuç ummaya devam etmekten başka bir çare görünmüyor.
Şu ana kadar söz konusu meseleyi destekleyen mesajlarda da bunu eleştiren cümlelerde de öne çıkan tezler belli. Özellikle eleştiriler;
- Şiirin okulu olmaz, şiir öğretilemez.
- Şiirin atölyesi olmaz. Atölye şiire ait bir kavram değildir.
- Şiirin ticareti olmaz.
- Para karşılığı şair yapma yetkisi yok.
- Şairlik ve yazarlık sertifika işi değildir.
gibi savları öne çıkarıyor. Haydar Ergülen’e karşı öfkesini dillendirip görüş belirtmeyen de var tabi. Destekleyenlerin tezleri de Haydar Ergülen sevgisine, benzer işler yapma gerekçelerine, ortada bir yanlışlık görmemelerine sırtını yaslıyor. Bir de sessizler var elbette.
Yazımda da belirttiğim üzere konuyu Haydar Ergülen üzerinden okumak isteyenlere diyecek sözüm yok. Muhtemelen Ergülen, kırmızı ışıkta geçerken dahi resmedilse kıyameti koparacaklar. Önce meseleyi kişiselleştirmekten vazgeçmemiz gerekiyor. O zaman neyin tartışılmasının doğru olacağını konuşabiliriz.
Şiirin okulu ve şiirin öğretilmesi meselesiyle başlamak istiyorum. Burada şiirin yerine başka bir unsur yerleştirerek konuyu derinleştirebiliriz. Sanatın içinde ya da dışında bir bütünlük oluşturmuş ve ilgi uyandırmış disiplinlerin temelinde ilerleme tutkusu yatar. Kişinin hedefi her zaman kendi kulvarını oluşturmak ve görünebilir kabul ettiği üst çizginin sınırlarını biraz daha yukarı taşımaktır. Bunun başlangıç noktası da ortaya çıkarılmış olanı öğrenmekten geçiyor. Olanı öğrenmeden olmayanın ne olduğuna ulaşma şansı bulunmuyor. Bu en temel kuraldır. Olanı tekrar etmemek için olanı bilmek gerekir. Olanı öğrenmek zorunda hissetmemek de kişinin sorunudur. Gerçeği değiştirmez. Okumadan yazanlara kimsenin “yazma” deme hakkı yok. Bu yetkiyi kendinde buluyor olsa da hakkı yok. Ama yazdıklarının bir değeri yok deme hakkı her zaman saklıdır.
Bu öğrenme meselesinin nasıl yapılacağı da kurallara bağlanabilecek bir konu değildir. Öğrenmek bilgiye ulaşmak isteyenin meselesidir. Bilgiye ulaşmak istemeyenin de bilgisi olanın da meselesi değildir. Bilgiye ulaşmak isteyen bunu kendi kendine de yapabilir, farklı metotlarla da bu açığını kapatabilir. Bunu şiire indirgeyecek olursak şiirin de o güne dek ortaya çıkmış edimlerini öğrenmek mümkün. Bu somut bir öğedir ve öğrenilme gereksinimi oluşturur. Bu bilgidir. Kişi bu bilgiye kendi çabasıyla ulaşabilir. Ya da katalizör kullanmak isteyebilir. Bu işe yıllarını vermiş ve yetkinlikleri tartışılmayacak isimler bu konudaki görüşlerini aktarabilirler. Bunun da bir sonu yoktur. Edebiyat tarihinden bilgiler de aktarabilirler, kendi şiirlerinin şifrelerini de paylaşabilirler. Bir dizenin nasıl kurulacağından tutun da sözcülerin yerleşim planına dek tüm teknik uygulamaları masaya yatırabilirler. Buna bir kısıtlama getirebilir misiniz? Burada yapılan çalışmaların içeriği her tartışmaya açılabilir. Üst başlık olarak da bunlara çeşitli isimler verilebilir. Okullarda edebiyat dersleri neden var? Müfredat diye bir şey var. Müfredatta olanlara bakabilirsiniz. Resmin kursları varsa, müzik eğitimi diye bir şey mümkünse şiirin de kursları, eğitimleri, sempozyumları, söyleşileri, atölyeleri, okuma çalışmaları, etkinlikleri, gösterileri, performansları olacaktır. Bu tanımlamalar birer metafordan başka bir şey değil. Altında ne arıyorsunuz tam olarak. Ticaret mi? Onu da anlatacağım. Ama temelsiz, ne olduğu belli olmayan düşüncelerle, “şiirin şusu olmaz” gibi racon kesen cümlelerle bir şeyler anlattığınızı düşünüyorsanız size antik döneme dek uzanan edebiyat tarihine bir göz atmanızı öneririm. Özellikle şiirin içine her şeyi alabilecek bir yapısal devamlılığı olduğunu bilmeden neyi tartışabiliriz ki?
Genç şairin ustasını öldürmesini öğütleyen süreç nasıl başlıyor? Şiirinizi değerlendirsin diye önce ustanıza göndermiyor musunuz? Ya da bir derginin editöründen şiirinizle ilgili bir yanıt vermesiyle ilgili beklentileriniz yok mu? Bunu yapmadıklarında onları hunharca eleştirmiyor musunuz?
Farklı düşünen arkadaşlar bunu temellendirerek anlatırlarsa düşüncelerini merakla dinleyeceğimden kuşku duymasınlar. Ama iğneleyerek, poposunun kıvrımlarını işaret ederek ya da daha başka yöntemler geliştirerek bu işi sulandırmanın bunu yapanlara bir yararı yok.
Ticaret sözcüğünü kullananların ticarete bulaşmadıkları ortada… Ticaret deyince tüyleri diken diken oluyor. Onurlu bir davranış peşindeler ve bu sözün içinde olduğu her şeyi onursuzluk ibaresiyle cezalandırdıklarını düşünüyorlar. Ama ne yazık ki sorunu yine yanlış yerde arıyorlar.
Ticaret dediğimiz kapalı çevrim uygulama, içinde bulunduğumuz kurmacanın sahibidir. İçinde bulunduğumuz ne varsa ticaretin bir parçasıdır ve buna karşı olmak durumu değiştirmiyor. Buna direndiğimizi sanmak sadece kendimizle alay etmek anlamına geliyor. Temel hedef edebiyat ortamının kabul ettiği kıstaslarla kitaplarımızın yayımlanması, kitapların okura ulaşması değil mi? Komik olan şu ki yayınevleri kitaplarımızı basmıyor diyenlerle “şiirin ticareti olmaz” cümlesini kuranlar benzer kişiler. Mesele keşke sizin ne istediğiniz olsa. Oysa mesele mevcut sistemin ne olduğudur. Gerçek meseleyi anlayıp kabul edersek alternatif geliştirmenin ne olduğunu da tartışabiliriz. Evet, şiir ticaretin bir parçası olmasaydı çok iyi olurdu. Bir tek şiir de değil. Sanatın tüm disiplinleri ticaretin bir parçası olmasaydı keşke. Ancak bir eserin yolcuğunun en üst katmanı ederi yüksek bir metaya dönüştüğü yere doğru gidiyor. En üst basamak orası… Gönül ister ki temel gereksinimler de ticaret olgusundan koparılmış olsun. Eğitim, sağlık, beslenme gibi sorunlar. Ama iş öyle değil.
Tüm bunların ışığında izninizle asıl sorun olarak kabul ettiğim konulara gelmek istiyorum. Başka bir iş yapmak zorunda kalmadan sadece edebiyata odaklanan kaç yazar ya da şair var bu ülkede. Ya da yaşamının merkezine edebiyatı koymuş ama nefes almak için başka işler yapmak zorunda kalan edebiyatçısına bakamayan bir ülkede kavgası yapılması gereken şey Haydar Ergülen midir?
Eğer bir şeyle uğraşmak istiyorsanız yaklaşık 1500 belediyenin imkânlarının nasıl kullanıldığına odaklanmak gerekiyor. Ranttan söz edeceksek Türkiye’de sanata ayrılan payın nasıl dağıtıldığına odaklanmak gerekmez mi? Her yıl tekrarlanan ve artık geleneksel hale gelmiş bazı etkinliklerin katılımcılarının nasıl belirlediği daha büyük bir sorun değil mi?
Bildiğimiz onlarca atölye var. Ben onların da aynı uygulamaları yaptığını biliyorum. Mesela o isimler nasıl belirleniyor, buna odaklandınız mı? Ne farkı var diyorsanız söyleyelim. Sanatsal çalışmalara odaklanmış bir sanatevinin kişisel girişimle yaptığı bir işe bu kadar kafa yormak neden? Hiç adını duymadığınız bir ismi bir kurumun kimliği altında edebiyat başlıklı işler yaparken gördüğünüzde ne hissediyorsunuz? Gülümsüyor musunuz? Birbirinin önünü keserek rantı elinde tutmak edebiyatta nefreti körüklüyor. Ama önünüzü kesenler kim tam olarak? Önemli yayınevlerinde, özel kurumlarda, devlete ait kurumlarda, özerk kurumlarda ortaya çıkarılmış kamplaşmanın ve oluşturulmuş klanların yıllardır film izler gibi izlenmesi ve buna ses yükseltilmemesinin bir açıklaması var elbet:
Türkiye’de edebiyatçı, bireysel kurtuluşa odaklanmış ve bireysel kurtuluşuna göre etik değerler belirlemiş bir yapısal karakter midir? Gerçekten etik değerleri umursayan var mı? Yoksa mesele “orada neden Haydar oturuyor, neden ben oturmuyorum” meselesi midir?
Böyle zamanlar gerçekten bir kaygısı olanlarla yukarıda sözünü ettiğim kaygıyı taşıyanlar bilerek ya da bilmeden aynı tarafta oluyor. Bir mücadele ortamı içinde isimlere yoğunlaşıp olayları görmezden gelmeye devam ettikçe de değişen bir şey olmayacak…