Alice Munro’nun (d.1931), 2011 Nisan’ı ile 2017 Temmuz’u arasında Türkçede Can Yayınları tarafından basılmış toplam sekiz kitabı var.
Cem Alpan çevirileriyle Bazı Kadınlar (2011), Çocuklar Kalıyor (2012), Roza Hakmen çevirileriyle Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik (2013), Firar (2014), Castle Rock Manzarası (2016), Seçkin Selvi çevirisiyle Sevgili Hayat (2014), Erhun Yücesoy çevirisiyle Gençlik Arkadaşım (2016), Püren Özgören çevirisiyle Açık Sırlar (2017)
Toplamı iki bin sekiz yüz sayfayı aşan yetmiş sekiz öykü. Demek ki her bir öykü ortalama otuz beş sayfa. Bu bizim “kısa öykü” bağlamında aldığımız tür için ölçüyü zorlayan bir oylum.
Ne var ki bu yazıda daha çok Munro’nun kadınlarına yoğunlaşmak istiyorum, ancak hemen eklemeyi de gerekli görüyorum.
Şöyle. Can Yayınları, son yıllarda kıta kuzeyinden Kanadalı Alice Munro’nun öykülerini peş peşe yayımlarken, dilimizin öykü dağarına onun adını da eklemiş oldu. Altı yılda sekiz öykü kitabı böyle bir anlama karşılık gelmiyor mu sizce de? Hal böyleyken Munro, bizim öykücülerimiz arasına ister istemez katılıyor. Sadece bu da değil, binlerce okur şaşırtıcı biçimde, coğrafi bunca uzak mesafeli yazılmış metinlerde, farkında olmadan kendi dünyasını da kurmuş oluyor.
Mesela, “Yaşadığım kasabanın sokaklarına yazları toz kalkmasın diye su serpildiği, kızların bellerine korse takıp, yere bırakılınca dik duran çemberli eteklerden giydikleri, çocuk felci ya da lösemi gibi hastalıklarda çaresiz olunduğu zamanları hatırlıyorum.” (Bazı Kadınlar, 201)
Şu satırlar da örneklenebilir, “Annem ile ben, bu yemekler için iki gün önceden hazırlığa başlardık. Yorgan kadar ağır olan en güzel masa örtüsünü ütüler, büfede kullanılmamaktan tozlanmış güzel tabakları yıkar, yemek odasındaki iskemleleri temizler, ayrıca ana yemek olan fırında hindi … budu ve sebzelere eşlik edecek jöleli salataları, börek ve çörekleri hazırlardık. Yemeklerin miktarının gereğinden çok fazla olması gerekirdi; sofradaki konuşmaların çoğunun da yemek hakkında olması gerekirdi; misafirler yemeklerin ne kadar güzel olduğunu söyler, biraz daha yesinler diye ısrar edilir, bir lokma daha yiyemeyeceklerini söyleyip itiraz ederler…”
Ya sonra? Bitmiyor. Öyle çok ki, alın bir tane daha, “Kalkıp sofrayı toplamaya koyulduk. Mutfak masası, tezgâh ve buzdolabı arasındaki dar alanda birlikte iş yaparken kısa sürede bir düzen ve uyum geliştirerek tabakları sıyırdık, istifledik, kalan yiyecekleri kaldırmak üzere daha küçük kaplara aktardık, lavaboyu sıcak sabunlu suyla doldurduk, kullanılmamış çatal bıçakları kapıp yemek odasındaki büfenin çuha kaplı çekmecesine yerleştirdik.” (Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik, ss.107,108, 127)
Tanıdık geliyor bütün bu satırlar, değil mi? İşte bizim öykücülerimizden biri gibi kabullenmemizi sağlayacak önemli bir yan da bu. Hele onun kadınlarının Anadolu kadınlarıyla örtüşür yanlarını gördükçe bu kanıyı paylaşmamak, ötesinde bunu pekiştirmemek için neredeyse hiçbir gerekçe kalmıyor.
Alice Munro kadınları için, “Munro’nun Şen Kadınları” gibisinden bir başlık dahi atılabilir. Neden? Çünkü bu kadınlar, çektikleri onca sıkıntıya, göğüslemek zorunda kaldıkları özveriye, sergiledikleri çabaya karşın öylesine mücadele azmine, gücüne sahiptirler ki her biri bir tür şen kadın imgesi yayar. Bu olgu söz konusu kadınları, bir tür yenilmezlik duygusuyla bu ruh odağında bir araya getirir.
O zaman bizim, tragedyalarda yer bulan başları dik kadınlarla, klasik çağ yazınında öne çıkmış diğer kadın karakterleri anımsamamız çok doğal olacaktır. Bu çerçevede Sophokles’in Antigone’si unutulabilir mi? Demek ki Munro’nun kadınlarına pekâlâ Antigone’nin modern çağdaki uzantıları gözüyle de bakılabilir. Sonra Euripides’in Troyalı Kadınlar’ı, ardı sıra Kassandra. Hemen fark edilebileceği gibi bu kadınların sıra dışı karakterler olarak başat özelliği, Ben buradayım, demeleridir.
Kuşkusuz bu yönde daha pek çok örnek gösterilebilir. Ancak biz, bu evrensel örneklerin yanında Anadolu’nun ana tanrıça soyu Kybele’den gelen kadınlarla Munro kadınları arasında, üstelik cinsellik alanında kimi karakter özelliklerini buluşturmaya bir biçimde girişebiliriz.
Alice Munro’nun kadınları, hem iyimser hem de bunun uzantısı katlanabilirlik anlamında şaşırtıcı dirence sahiptirler. Pes etmeyen, erkek baskısı karşısında yılıp köşeye çekilmeyen güçlü karakterlerdir. Yönlerini içe değil hep dışa doğrultan, ne olursa olsun baskıları kırmak için dimdik ayakta durmaya çalışan güçlü insanlardır.
Perspektifimizi bu yöne çevirdiğimizde Munro kadınlarının Aristofanes’in Lysistrata’sınıanımsatması bu açıdan elbette doğaldır.
Yaptığımız özetlemeden de anlaşılacağı üzere kendilerine Alice’in öykülerinde geniş bir evrende yer bulan kadınlar, bizim gibi kadın kimliği henüz daha tanımlanamamış toplumlarda direnç simgesi olarak örnek alınabilir.
Tam bu noktada Aslı Erdoğan’ın “Tahta Kuşlar” (Taş bina ve Diğerleri, 2009) adlı öyküsü de pekâlâ anımsanabilir. Bir tür toplama kampındayken, duvarları yıkarak kendilerini dışarı atan, firar etmenin ötesinde isyan eden bir avuç kadın da, sanki Munro öykülerindeki kadın karakterlerin ardılı konumunda değil midir?
O halde Munro kadınlarının, çağımız kadın kahramanlar olgusuna karşılık gelecek süzgeçten geçirilmiş alüvyonal kadın kavramıyla bizi buluşturduğu düşünülemez mi?
Gerçekten de bu kadınlar hiçbir zaman bir yere yığılma eğilimi göstermez. Bir araya geliyorlarsa sığınma güdüsüyle yapmazlar bunu, tam tersine onlar tek başlarına da olağanüstü bir diklenmenin bayrağı havasında süreklilik sergilerler. Denebilir ki onlar toplama kamplarının kadroluları değil, isyancılarıdır.
Bu arada unutmadan, kadınların nitelikleri üzerine yazılan öyküler de örneklenebilir. İşte bir öykü karakterinin söyledikleri, “Dokuz yaşında bir kızım var, kendisi babasız doğdu, bu nedenle bütün sorumluluğu bana ait ve onu iyi yetiştirmek istiyorum.” “Her şey yerli yerine oturup insanlar yeni birlikteliklere alışana kadar, doğal olarak bir süre ilgi odağı olunurdu. (…) Ve bir gün gelir yeni eşin, bırakılan eşle bakkalda karşılaşıp lafladıkları, ya da en azından merhabalaştıkları görülürdü.” (Bazı Kadınlar, ss. 50, 57, 58)
Ama kadın kadındır, “uçları kuru kuşüzümünü andıran, büzüşüp minik keseler haline gelmiş memeleriyle, tuhaf bir şekle bürünmüş” olsalar bile. (Çocuklar Kalıyor, s. 51) Buna karşın bir kadın için, “[s]eks, iki (kişi)nin kendi aralarında icat ettiği bir şeydi(r)”, “tüm o tahrik edici düşüncelere rağmen.” O halde aslolan, “o yozlaşmamış bereketli iştah” demek ki. Sonrasında o vargı Munro’dan, “Eğer hayatında yalnızca tek partnerin olacaksa, hiçbir şeyi özel kılmaya gerek yoktu(r), özeldi(r) zaten.” Ne var ki yine de çiftlerin, onca kopuklukla “[b]irbirleriyle ancak yatakta, gece geç vakit konuşabiliyor” olduklarını unutmamak gerekiyor tabii. (Çocuklar Kalıyor, ss. 118, 119, 120, 127, 229). Kaldı ki “her türlü cinsellik” konusu, anne babaları “dehşete düşürür” zaten. (Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik, s. 116)
Yine de, yine de, evet yine de cinsellik bir yeraltı suyu halinde yürümeyi sürdürür onun kadınlarında. Sözgelimi öykü karakterlerinden birinin, “erkeklerle yaşadığı hoş tecrübelerin hepsi hayali”dir. “Belirli, gerçek bir erkekle ilgili fantezileri hiç olmamıştı(r) -hele kocalarıyla.” (Firar, ss.81,82)
Ne ki Munro kadınları, cinselliklerinde alabildiğine özgürdür kompartıman örneğinde olduğu gibi, “İki kişinin rahatça yatabilecekleri kadar yer yoktu ama birbirlerinin üzerine yuvarlanmayı becerdiler. Önce ardı kesilmeyen bastırılmış gülmeler, sonra birbirlerinin gözlerinden başka bakacak yer olmayan kuşette hazzın büyük sarsılmaları. Vahşi çığlıklar atmamak için birbirlerini ısırmalar.” (Sevgili hayat, s.31)
Munro kadınlarının entelektüel düzeyleri, bir bakıma onların cinsel ilişkilerinde de belirleyicidir. Nitekim bir öykü kişisinin davranışına yönelik yazarın getirdiği açılım bunu apaçık ortaya koyuyor, “Yapmakta olduğu, oradan buradan duyduğu ya da okuduğu hikâyelerden biri olacaktı. Anna Karenina’nın yaptığı, Madam Bovary’nin yapmaya yeltendiği şey…” “Diğerleri, diğer aldatanlarsa, sorumsuz, olgunlaşmamış, bencil ve hatta acımasız kimselerdi(r).” (Çocuklar Kalıyor, ss. 242, 243)
Bu arada “[k]imi erkeklerin ‘su bile kaynatamaz’ diye tanımlandığı” da unutulmamalı. (Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik, s.33)
2013 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Munro’nun dilimize en son çevrilen kitabı Açık Sırlar’daki öyküler de yine aynı şekilde kadın karakterler, kendilerine dayatılan ezberletilmiş kalıpları yıkıp var olabilme savaşımı içindedir. Üstelik dilinin duruluğu, ama bir o kadar da çığlık çığlığa art sesiyle.
Edebiyatın gerçek hayattan beslendiği kült öğretisini baz alarak, Alice Munro öykülerine dağılmış daha pek çok farklı örneğin gösterilebileceği kadın karakterlerin birer benzeşen olarak bizim gerçekliğimizde de görüldüğü söylenebilir. Bu açık. Ama asıl önemli olan, bunca farklı yaşama biçimlerine rağmen Alice Munro kadınlarının, yaşayacakları özgürlük için onca şeyi göze alıyor olabilmeleri, kadınlarımızınsa, gerekirse hayatlarıyla, çok ciddi bedeller ödemesi.
Edebiyat lezzetini alan bizim okurlarımızın damağı ola ki bu şahane metinlerde duyarsız kalmış olsun, sanmıyorum ama, sadece bunun için bile Alice Munro kadınlarıyla yüzleşmesi gerekir diye düşünüyorum.
Dipnot: Hürriyet Gösteri (Aralık-Ocak-Şubat/2018/Sayı: 324) yayımlandı.