Raymond Carver için, çevirmen Ayça Sabuncuoğlu’yla Can Yayınları arasında yapılan işbirliği, yazarın beş öykü kitabıyla okuru buluşturdu, Lütfen Sessiz Olur musun, Lütfen? (2012), Aşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz? (2013), Katedral (2014), Fil (2015), Azgın Mevsimler (2016)
Beş yıl boyunca arka arkaya yayımlanmış beş öykü kitabı. Toplam dokuz yüz elli sayfayı bulan yetmişi aşkın öykü verimiyle bizim okurumuzun da yakından tanıdığı bir yazar ABD’li Raymond Carver (1938-1988). Öyle ki, yarattığı büyünün çekimiyle bizden öyküseveri kıskıvrak yakalayıp kendine bağlayıverdi. Artık o, hem öykücülüğümüz hem de öykü yazarlarımız arasında ciddi bir imza, yanılıyor muyum?
Carver’ın yapıtlarından rastgele seçilecek herhangi örnekten yola çıksak bile, öykü evrenlerini, çözümsüzlüklerle, karanlık değilse de bulanık mekânlar üzerinde kurduğu izlenimine varmak olası. Bu yaklaşım kulüp, bar, kafe türü yerler için doğal sayılabilir. Ne var ki yazarın, bunların dışında kalan bütün alanları da böyle işlediği görülebilir. Kaldı ki öykü evrenlerine alkol, sigara, uyuşturucu mekân ayırmaksızın egemendir.
Yarattığı zeminin, aynı zamanda öykü kişilerinde baskılayıcı atmosfer oluşturduğu söylenebilir. Kişiler, sıkıntılarının, kendilerini bu tür kapanlara düşürenlerden kaynaklandığından emindir. Bu yüzden Raymond Carver karakterlerinin, toplama kamplarına götürülen kitlelere benzer yabanıl, yanı sıra donuk bir duygu yansıttığı pekâlâ öne sürülebilir.
Bütün bunlar ister istemez öykü insanlarını, doğal ki, kendi aralarında en az sözle en çok şeyi anlatma gereksinimi duyan kişiler haline getirecektir. Karakterlerin bu tutumunun, öykülemede farklı bir biçemin önünü açmaması mümkün mü? Nitekim hemen bütün öykü evrenleri, iletişimsizliğin iletişim biçimine dönüştüğü bir yapılanmaya dayanıyor denebilir.
O halde Carver’ın bu öyküleri, bir yanılsamadan destekli, âdeta uyumsuz tiyatro metni kurarcasına temellendirdiği söylenebilir. Nitekim öykü kişilerinin sayıklarcasına, birbirinden kopuk sıçramalı anlatımı, böyle bir havayı alabildiğine pekiştiriyor. Bu durum aynı zamanda, ulaştığımız vargıyı abartı olmaktan da çıkarıyor. Devam edersek, karakterlerin iki susup bir konuşarak öykülerdeki uyumsuzluğu daha da belirgin hale getirdiği, aynı zamanda duygudaşlığı da pekiştirdiği öne sürülebilir.
Dönem 1950’lerin soğuk savaş yıllarıdır. Dünya, İkinci Savaş sonrasının dehşet verici yıkımlarını onarmaya çalışır. Toplumlar, varlıklarının devamına güvenli şemsiye ararlar. Deprem sonrasındaki şaşkın bireyler, dokularına işleyen güvensizliği, gelecek kaygısını yaşamaktadır. Çaresizlik, termometrede hâlâ ölümcülü işaret eder.
Carver öykü kişilerine şöyle denilebilir mi, Siyah beyaz dünyada yaşama imkânı bulan, etiyle buduyla gerçek insanlar, belki…
Şartların yarattığı duygular, Raymond Carver kişilerinin savrulan, içlerindeki dolambaca düşerek döne döne kendilerini bulmaya çalışan insanlar olmasına yol açıyor.
Erkek bakışına yaslanarak kurulan öykülerde karakterler bir işte çalışsalar bile parasızdırlar, çoğunca kımıldayacak alanları yoktur. Öyle ki zaman zaman aileye katkıda bulunma ya da nafaka ödeme zorunluluğundan çaresiz duruma düşerek, kendilerini eksikli insanlar olarak yorumlarlar. Neredeyse ağa yakalanmışlık, belki de daha doğru ifadeyle kapana kısılmışlık duygusuyla bakarlar, görünen, çıkış yolunun neredeyse olmadığıdır.
Bütün bu olgular, Raymond Carver öykülerinde uyumsuzluktan saçmalığa uzanan yılankavi dalgalanmaların oluşturduğu yolda, kendisi için büyüyüp gelişebileceği bir tür anlamsal yatak da doğuracaktır. Carver’ın öyküleri bize böyle bir işaret gönderiyor denebilir mi, bence evet.
Sanıyorum şimdi, yukarıda andığım yapıtlardan kalkarak bu doğrultuda örneklemeye yönelmeliyiz.
Başta, bu yönde bir yaklaşım sağlayabilmek için, öykü kişilerinin karamsar karakterler olduğunu teslim etmek zorundayız. Sözgelimi, kitaba adını veren “Lütfen Sessiz Omur musun Lütfen?” adlı öyküde, karakterin karamsarlığı çok nettir: “Evet, dünyaya baskı yapan büyük bir kötülük vardı ve küçük bir eğim, küçük bir açıklık yeterliydi.” (s.243)
Örneğin Katedral’deki bir öykü kişisi şöyle söyler, “Jack London’ın eskiden bu vadinin öbür tarafında büyük bir evi vardı. Tam şurada… şu yeşil tepenin arkasında. (…) Hepimizden daha iyi bir adamdı.” (s.139) İntihar psikozunun öykünün gözelerine sindiğini çok net şekilde görebiliriz.
Örnekte görüldüğü üzere Carver kişileri, yakın ilişkide bile uzak söylemi yeğliyor. Kaldı ki bu öykülerde buluşabilmek olanaksız görünür. Herkes ayrı ayrı yerlerden gelse de imlediğimiz toplama kampına doluşmuş gibidir. Yazgıları onları birleştirdiği halde buna dışarıdan bakmanın ötesinde tutum sergileyemezler. Kaldı ki birleşmek yerine birbirlerini terk ederek sürdürülen yaşamdan, yani buluşmayla kopuşun ortak payda alındığı bir yaşama biçiminden, başka türde sonuca ulaşmak olası mı, sanmıyorum.
Yine Katedral’de iki öykü kişisinin birbiriyle konuşması iletişimsizlik örtüsü altında sırıtan, aslında acı duyan ruhu ele veriyor, “Benim kör arkadaşım yok,” “Senin hiç arkadaşın yok,” (s.214)
Fil’de bir başka öykü kişisinin söyledikleri de bu tutumla örtüşecektir, “Şimdi bir hayatım var. Seninkinden farklı türde bir hayat ama sanırım karşılaştırmamıza gerek yok. Bu benim hayatım, yaşlandıkça anlamam gereken önemli bir şey de bu.” (s.56)
Bu çerçevede Carver’ın öykü kişileri aşktan söz etmeye giriştiklerinde ya da aşk üzerine konuşmaya başladıklarında ne söyleyebilir? Aşk, geçmişte yaşanmış bir ilişki biçimidir, kurulmaya çalışılmaz, bütün ağırlığıyla geçmişin gerçekliğini taşır.
Sözgelimi öykü kişisinin, “beraber yaşadığı adamın, kendisini öldürmeye çalışacak kadar çok sevdiğini söyle(mesi)”, bizim için bildik bir tutum olabilir. Ama ABD toplumunda böylesi gerçekliğin bu zeminde kurulabiliyor olması, öykü kişilerinin ruh sağlığına dönük oldukça fikir vericidir. Bu çerçevede, “aşk konuştuğumuzda ne konuştuğumuzu bilir gibi konuştuğumuz için utanmamıza yol açmalı(dır)” aslında yaklaşımımız. (Aşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz, ss.135-143)
Aynı şekilde Fil’de öykü kişisinin sözleri bunu destekler niteliktedir, “Örneğin, bir kadını eş olarak almak bir tarihi almaktır, denebilir. Eğer böyleyse, o zaman artık tarihin dışında olduğumu anlıyorum…” “İşte o anda, otobiyografinin yoksul insanın tarihi olduğu kafama dank ediyor.” (s.114)
Görüldüğü gibi iletişim kopukluğu kadınla erkek arasında çok daha derinlere inmiştir. Bu nedenle adına dünya denilen toplama kampında, kadınla erkeğin birbirini gerçekten görme şansları da ortadan kalkmıştır denilebilir mi?
Kadınlar da az kurnaz değildir hani. Bir diğer öyküde kadın, “[b]aşka kadınla evlenmesin diye (kocasından) boşanmak istemiyordu(r)” örneğin. (Azgın Mevsimler, s.62)
Güven duygusu da yerlerdedir R. Carver’ın öykülerinde, “artık değer yargılarının olmadığı” da ortadadır zaten. Bu durum bir bakıma kronik bir hal almıştır, “Her geçen gün birbirlerini biraz daha incitiyorlardı. Her gün birbirlerini yaralamaya daha çok alışıyorlardı.” (Azgın Mevsimler, ss.76, 104)
Bütün bunların arkasından hiçlik, günümüzde soğuk savaşın kitlesel telef ettiği insanlar arasında yaşamsal bir anlama karşılık gelecektir diye düşünüyorum. Siz söyleyin…
Sözü Carver’a bırakalım, “Bir süre düşündü, sonra not defterini açtı ve boş, beyaz bir sayfanın başına şu kelimeleri yazdı: Boşluk her şeyin başlangıcıdır.” (Azgın Mevsimler, s.117)
Yirminci yüzyılın büyük öykücüsü Raymond Carver bize hiçliğin anlamını aktarırken, aslında dramatik ama lirik bir şiirle de yüzleştiriyor, ne dersiniz?
Dipnot: Yazı oggito.com sitesinde yayınlanmıştır.