AYLİN ÖZER
Her şairde biraz izi olan bir kadın: Emily Dickinson. Bize çok uzak bir yerde yaşamış ama mesafesini hiç bilemediğim bir yerden bana her şiiriyle dokunduğunu hissediyorum.
Eski bir yazıma rastladım bilgisayarım arşivinde geçen gün. Adı: “Şşşşt Konuş” tu. Onu okurken Emily’in yazdığı şu şiiri geldi aklıma. (Ki bu yazıyı yazdığım zamanlar ben onun herhangi bir şiirini okuma şansı bulamamış ve şiir yazmaya daha yeni yeni başlamıştım.)
“ŞŞŞşşşş! … Sessizlik!
Sonsuza dek konuşabilecek olanlar
en çabuk susanlardır genelde.
Sonra kadınlar gelir ki
onlarda bu kategoridedirler çoğunlukla.
Sonra şairler…
En son ölüler susar!”
Sanat binlerce yıllık ortak bir tarihin uzamda keşismesi değil de nedir? Hiç tanımadığın bir insan dil, çizgi veya bir ritimle sana ulaşabiliyor. Emily ile benim aramdaki bağ gölgesinin diliyle başladı. “Şşşşşşş!…Sessizlik” , “Sonra şairler, en son ölüler susar.” Demek ki şair; ölümün sessiz öndeyisi diye düşünmeye başladım onun şiirlerinde yaşamı zamansız anlamaya çalışırken.
Massachusetts eyaletindeki Amherst kentinde doğmuş Emily. Babası bu kentin en önemli avukat ve politikacılarından biriymiş. Kendisi de, kızkardeşi de hiç evlenmemişler ve aileleriyle birlikte yaşamışlar. Emily, yaşamı boyunca pek seyrek olarak Amherst’ten çıkmış. Evinin yakınlardaki bir okula devam etmiş, bir kez Washington’a, ve iki-üç kez de Boston’a gitmiş. 1862’de tümüyle eve kapanmış, en yakın arkadaşlarıyla bile ölünceye değin bir daha hiç görüşmemiş. Kapandığı odasında kendisini yazmaya vermiş. Şiiri de, bu sonsuz yalnızlık duygusu ile birlikte bir pencerede başlamış. Virginia Woolf’un “Kendine Ait Bir Oda”sını okuyamadı Dickonson. Çünkü Woolf dört yaşındaydı o öldüğünde. Kimbilir belki de Woolf, bu ölmüş pencereden Kendine Ait Bir Oda yaratmıştır.
Aslında ilk mektupları ve kendisiyle ilgili betimlemelerinde canlı bir ruha sahip çekici bir kızı yansıtan Emily daha sonra dünyadan elini eteğini çekmiş. Bunun nedeni ise derin bir aşkın umutsuzca bitmesi.
“Bilseydim ne
zaman biteceğini ömrün,
İkimizin ömrünün
Onları bir meyva kabuğu gibi soyar
Tadlarına bakardım…”
Dış dünyayla olan ilişkisi ve deneyimleri bir pencere ile sınırlı olsa da, yazılarında yaratıcı ve imge gücü yüksek bir edebiyatçı Dickonson. Yukarıdaki dizeleri de bunun en çarpıcı örneklerinden birisi. Kaç kişi yaşamı bir meyve, ölümü de meyvenin kabuğu gibi algılaya bilir ki bir pencerenin ardından?
Emily Dickinson, ilk şiirlerini yazmaya başladığında, neredeyse hiçbir eğitim almamış. Ne Shakespeare’i ne mitolojiyi, ne de Saphpo’yu bilmiyormuş. İlk başlarda daha çok Elizabeth Browning ve Bronte Kızkardeşler gibi kadın yazarları okuyormuş. Sonra Ralph Waldo Emerson’ı, Thoreau’yu ve Hawthorne’un eserleri ile de tanışmış. Geleneksel olarak dinle hiç ilgili biri olmasa da, İncil’i incelemiş ve pek çok şiirinde bu nedenle dinsel metaforlar kullanmış.
“ Korkarım ki bu
– Yalnızlıktır –
Ruhun Yaratıcısı
Onun Mağaraları ve Dehlizleri
Aydınlat – ya da mühürle –“
Yaşamının değişik dönemlerinde ona esin kaynağı olan ya da öğretmenlik yapan insanlar -özellikle erkekler- olmuş. İlki babasının avukatlık bürosunda çalışan ve genç bir avukat olan Benjamin Newton’dır. Kendisi Emily Dickinson’ın yazınsal duyarlığının ve kültürünün gelişmesine oldukça katkıda bulunmuş. Dickinson, onunla ilgili olarak daha sonraları, “Bana ölümsüzlüğü öğreten bir dost” diye yazmış. Sanırım şiirleriyle ölümsüzlüğü keşfetmiş şairlerden birisi de o.
Dickinson’un sonraki öğretmeni, evli bir din adamı olan Charles Wadsworth’tür. Dickinson’un entelektüelliğine katkısı olmuş ve dış dünyayla ilişkisinin artmasını sağlamış. Yazdıklarından, ona yönelik karşılık göremediği bazı duygular beslediği net bir şekilde anlaşılır. 1862’de evine geri dönmüş ve Wadsworth’ü tanımadan önceki haline göre daha içine kapalı bir kişiliğe bürünmüştür. Wadsworth’ün, şiirlerinde geçen sevgili olduğuna ilişkin yazın çevrelerinde güçlü bir görüş birliği vardır.
Evine kapandığı için, o sıralarda ABD’de sürmekte olan iç savaş onu pek etkilememiş. İnzivaya çekildiği dönemdeki yazdığı şiirlerin bir bölümünü dönemin önde gelen eleştirmenlerinden ve yazarlarndan biri olan Thomas Higginson’a göndermiş. Higginson, şiirlerini okuyarak, beğendiğini, ama serbest bir biçem kullanmak yerine daha geleneksel şiir anlayışına yönelmesi gerektiğini belirten bir mektup ulaştırmış kendisine. Dickinson, bu önerileri dikkate almayarak, daha da içine kapanmıştır. Yaşarken yalnızca yedi şiiri basılmıştır.
Yaşamının son yıllarında artık eve pek ziyaretçi de kabul etmemiş, ancak arkadaşlarıyla olan ilişkilerini onlara mektuplar ve küçük hediyeler gönderme yoluyla sürdürmüştür.
“Sis çok yükseldi, içeri girmem lâzım” ölmeden önce söylediği son dize bu. Melankoli onun ikiz kardeşi gibi. İçeri ,ölümün imgesi. Demek ki dışarda kendini ne kadar güvensiz ve yalnız hissediyor. Kalabalık onun sisli yaşamı. Bir çok fotoğrafına baktım onu kelimeleriyle ruhumda bütünleştirebilmek için. Bulduğum hiçbir fotoğrafında gülümsemiyor. Benzer koyu renk elbiselerle yaşlanmış. Birbirine benzeyen pozlar vermiş aynı sandalye üzerinde. Sanki bir zaman makinesinde. Yaşlanıyor ama yüzünde değişmeyen bir hüzün. Gözleri ise aynı sisle bana bakıyor. İçerde mutlu mudur acaba?
1886’daki ölümünden sonra odasına giren kızkardeşi, odasında ondan kalan 1.800 kadar şiir bularak ölümünden sonraki dört yılda – yani 1890’a değin- şiirlerinin neredeyse tamamı yayımlatmış.
Şiirlerinde patlamalar halinde duygu akışı var Emily’nin. Çoğu tek bir imgeye dayalı olan küçürek şiirler. Kısa şiirlerinde, yaşamındaki en önemli şeyleri en etkili biçimde kullanmabilme kabiliyetine sahip bir pencere Emily. Şiirlerinde asla yaşayamadığı aşkı ve kavuşamadığı sevgiliyi anlatıyor. Doğa hakkındaki şiirlerini küçük bir pencerenin ardından yazdığına inanmak güç.
“Bizim gibi
dağların ortasında yetişmemiş
Bir denizci anlayabilir mi
Karadan ilk kez ayrılışın
Kutsal sarhoşluğunu.”
Ulaşamadığı başarıdan ve hep arkadaş olarak gördüğü başarısızlıktan söz ettiği şiirlerinde hüznünü tüm ruhumuzda hissedebiliriz. Tüm bu öğeleri şiirlerinde o denli etkileyici bir dille yansıtmış ki, 1920’lerde ve sonrasında ABD’deki en çok sevilen şairlerden biri olmuş, ünü bugüne değin sürmüş , gölgesinin sesiyle bir çok şairi etkilemiş. Pencereler ölür, bazen şair de…