“Şair trajiktir.” Uzun süredir bu cümle meşgul ediyor zihnimi. Yaşamdan yana biri olarak bu trajediden beslenip, sanatsal yaratılarını ortaya koysalar bile kırılganlıklarına yenik düşen müntehir şairler canlanıyor gözümde.
İntihar her zaman psikiyatri biliminin ilgi alanlarından biri olmuştur. Depresyonlar, kayıplar, ümitsizlik duygusuyla yaşanılan birçok his intiharın dinamikleri arasında sayılabilir. Oysa sanatçıların intiharlarının -psikolojik rahatsızlıkları da yadsımadan- sıradan kişilerin intiharlarından daha farklı, daha karmaşık nedenlere bağlı olduğu düşünülebilir.
Yaşadığı çağın bütün sancısını içinde hisseden sanatçı toplumdaki kırılmaya da en fazla maruz kalan olacaktır. İkinci Dünya Savaşı sonrası girdikleri bunalımla yaşamlarının ucundan kendini boşluğa bırakanlar geliyor kalemimin ucuna.
“Ben, çok sabırsız olan ben onların önünden gidiyorum” diyen Stefan ZWEIG sevgili eşi Lotte ile yürümedi mi sonsuz yolculuğuna?
“Bütün dostlarımı selamlarım! Umarım uzun gecenin ardından gelecek olan sabahın kızıllığını hala görebilirler. Ben , çok sabırsız olan ben , onların önünden gidiyorum.” satırlarını yazdıktan sonra sevgili eşini son bir kez öpmüş müdür diye düşünmeden edemiyorum.
Çocukken Chicago’daki bir göl kenarında biriktirdi sözcüklerini. Av meraklısı babanın yüreği insan sevgisi ile dolu küçük oğlu , yıllar sonra katıldığı Birinci Dünya Savaşı’ndan kahramanlık madalyasıyla çıkan” Çanlar Kimin İçin Çalıyor” ’un yazarı Hemingway’dan başkası değildi. İkinci Dünya Savaşına ’da katılan Hemingway nereden bilecekti o çok sevdiği tüfeğini bir kapı tokmağına bağlayarak intihar edeceğini.
Sonra Pavese diyorum birden. 1950’de Torino’da bir otel odası canlanıyor gözümde. “ Kolay sanmıştım ilk düşündüğümde oysa alçakgönüllülük istiyor son adım, kendini beğenmişlik değil.”
Peki Paris’te bir sokak feneri desem. Kendine kravattan bezek yapan bir sokak feneri… Ucunda boncuk yerine bir şair sallanıyor: Gerard De Nerval. “Yazık her şey ölecek demek ben ölürsem.”
Kanla yazılan bir son şiir… 1925 yılının Aralık ayında bileklerine yüklediği ölümle yazdı son şiirini. Sergey Yesenin gidişiyle “Lili beni sev.” diyen sevgili dostu Mayakovski’yi de sürükleyecekti ölümün ülkesine. Yesenin’in ölümü ile yıkılan Mayakovski’nin ona yazdığı şiirden bir bölüm dilimin ucunda:
“Hoşça kal dostum el sıkışmadan, konuşmadan
Hüzünlenme ve eğme kaşlarını mutsuz
Şu yaşamda yeni bir şey değil ki ölüm
Ama yaşamakta yeni sayılmaz kuşkusuz”
“Biz seninle kaç ırmak geçtik/ Cebimizde Virginia’nın taşları” böyle başlıyordu bir şiirim. Sanırım beni derinden etkileyen intiharlardan biri Virginia Woolf olsa gerek. “Bütün güzel şeyleri yok ediyorlar diye haykıran bir kalp defalarca deneyecektir son adım provalarını
Ouse Nehri’nin sularına kendini bıraktığında ceplerindeki kocaman taşlar da ona evinin yolunu bulduramayacaktı.
Müntehir şairlerden ördüğüm tünelimde ilerlerken şunları düşünmeden de edemiyorum. İnsanın ulaşmak istediği güzel dünya özlemini sanatçı, bir çocuğunki kadar temiz olan kalbinde sıradan insandan daha fazla duyumsar. Düşlediği güzelliği bulamayan şair, bunun hayal kırıklığını da bir çocuğunki gibi hisseder. Notasıyla, sözcüğüyle, fırçasıyla direnmeye çalışır. Tıpkı Shakespeare’in “Nasıl başa çıksın bu azgınlıkla güzellik / Bütün gücü bir çiçeğin açışıysa eğer.” sözünde anlatmaya çalıştığı gibi.
Ah Sylvia! Öyle güzelsin ki… Sekiz yaşında şiir yazmaya başlayan bir kız çocuğu… Yaşam öyküsünü işlediği Sırça Fanus’unda anlatıyor nasıl da sırça kalpli olduğunu. Schuman’ın “Kaçış değildir intihar, reddediştir.” sözünü hep Sylvia için düşünmüşümdür. İngiliz Kraliyet Ailesi’nin şairleri arasına girecek Ted Hughes’le evlenen Sylvia, kocasının ihanetini, bunalımlarını , mali sıkıntılarını , kadınlığının yaşadığı korkunç hezeyanı reddeder aslında.Şubat soğuğu onun cehennemi olur 1963 yılında. Hava gazıyla çalışan fırının önünde diz çökmeden hemen önce çocuklarının sütünü vermiştir.
“Ölmek her şey gibi bir sanattır
Bu konuda yoktur üstüme
Öyle ustaca yaparım ki cehennem gibi gelir
Bir talebim olduğunu bile söyleyebilirsiniz”
Soyunu şair bedenlerde devam ettiren intihar , bizim edebiyatımızda da adından söz ettirecektir. Daktiloya çekilmiş bir güzellik…” Umutsuzlar merdiveni” nde başlayıp Kızıltoprak’taki evin balkonunda biten bir Nilgün yalnızlığı…
“İntiharlar her akşam / ıslak yapışkan saçlarıyla girip odama / paniğimden pay toplar” dedikten kaç zaman sonra bıraktın kendini boşluğa? İlhami ÇİÇEK… imgeleriyle satranç oynayan adam…”şiir sandığı” kalbimize gömülü.
Beşir Fuat, Kaan İnce, Özge Dirik ve daha onlarca şair sayabilirim. Yaşamın kıyısında duran ve kendi tercihleriyle yaşama veda eden şairlerimiz yağmalanan ruhlarıyla beslenerek güzelliğin anlatıcısı oldular. Gidişlerindeki trajedi bile onların son ana kadar yaşama olan istençlerini gölgeleyemedi. Antonin Artaud “ Elbet iyileşecektim , ama vücudum bana ihanet etti.” demedi mi? Mayakovski’nin son sözü de “ Ve sizler mutlu olun yeter” değil miydi?
Şiir güzelleştirir; hayat nerden saldırıyorsa, ordan karşı koymayı öğretir. Yaşamın hiç bitmeyen güzelliği ve umudun tazeliğiyle dilin kendini aşmasını sağlayan şiir için de insan hayatı her şeyden önce gelir. Yaşamak , her şeye rağmen yaşamak…
Esra SAĞLIK
Dipnot: Koza Düşünce Dergisi’nin sitesinde yayımlanmıştır.