Sevgili Emel,
Fi tarihinden yazıyorum sana. Hani şu Moleküler Transportasyon oyunları oynadığımız çocukluğumuzu anlatıp, özlediğimiz ilk gençlik günlerinden…
-Bilirsin- fi tarihi X kuşaklarının kayıtları silinir. Fazla devletin adamları, reenkarnasyon tehlikesine karşı, kayıtlardan sildiği çok gizli damgalı dosyaları, arşivlerde ‘kodlanmış kimlikler’ bölümünde saklarlar. ‘Özgürlük için çok uğraşmıştır! Tehlikeli ve eli kalem tutanlardandır!’ İbarelerinin altının çizildiği saman kağıtlı devlet evraklarında…Velakin şunu anlamadı o evrakları arşivde saklayan ve koruyan gizli gece bekçileri; bizim özgürlük sevgimiz, o tozlu raflara hiç ama hiç sığmaz ki…
Hatırladığın gibi, kimileri kendi meşrebinin kralıydı o zamanlarda da. -ya da kraliçesi demiyorum, değil çünkü, kralı evet!- Eril bir savaştı sanki bu çünkü. Ya da şair kendi meşrebinin kralı olmak için yazıyordu. Şimdilerin Sosyal Medya’sının mitos bölünme geçirmiş ‘Soysal Andoid’ şairleri gibi. Her veliaht kendi krallığı için, ünvanlı krallarını izliyordu, çirkin bir monarşinin bahtsız küçük kurşun askerleri olarak. Evet her şey iktidardı yine. “Her şey iktidar.” Şiirde de gerçeklikte de ve hatta.
Çete demedim çünkü, çete ismi sevimli kalır söz konusu Tapu Kadastro Bürosu’nun önünde özçekim yapan şair oluşumcukları için. Ve yine Çünkü, çetelerin, sicili bozulmamış en küçük elaman elamanının bile çetebaşına, hiyerarşisini bozabilecek bir cümle kurma hakkı vardır. Mahfile merdiven dayayıp oturmuş müdavim müritlerin, misvak kokan ortamında kurduğu bir cümle bile veliahtın sonu olabilirdi. Kralı, ilahi gölgeleri silinmiş kusursuz bir cinayetle öldürmeye teşebbüs suçundan. Ve tahammüden giderdi .“Ece’yi felç ederler! Ece gibi felç olursun!…” Şiirin, dilinin, biçimlerinin geleceği bile konuşulmazdı. Onlardan sonra şiirin bittiği inancına kapılmışlardı çünkü bu güruh. Bu da ayrı bir gaflet ya da ayrı bir başlıklandırma konusu…
Sevgili Emel biz Bab-ı Ali dönemlerinden tanışıyoruz. “Bak Kurşun Asker Bab-ı Ali Osmanlı kabinesidir, vakt-i ulema, bunu eğlentiyle söylermiş” diyen üstad şair-ül azamların üç dervişle dolaştığı günler kadar eski zamanlardan. Dünya dönmüyordu o zaman, öküzün boynuzundaydı. Taş devrinden Cilalı taş devrine geçemiyorduk, üşengeçliğinden, teknokrat şairlerin. Darbeder Dede Kenan öykülerinin bizi boğduğu 80’li yılların sonu 90’lı yılların başında hani. Tarih veriyorum çünkü bilinsin istedim, zamanın yeni yeni karanlıktan çıktığı o gri günler. Kara harfli aruz ölçülü müfredat şiirlerinin ezberimizden atamadığımız günlerdi felan…
Sevgili Emel, bugün postadan, seçilmiş şiirler kitabın “kağıttan gemiler” geldi. Ve nihayet! “Postacıya teşekkür et…” diye öğütlemiş biri, ettim… Sayfalar karıştırırken, yine yukarıda sözümona sözünü ettiğim fi tarihi kuşağının red şiirlerinden “Vereğen” şiirine de rastladım…
Vereğen
Hiç de hayata ait değil kahkaha
Annem demişti mukayyet ol ağzına
Çok gülme çok konuşma çok görünme
Yoksa seni vereğen sanırlar a kızım
İnsana önce haya lazım
İşte böyle dedi de ben kızdım
Ne alaka diye
Bazı şeyler değişmiyor birkaç ömürde
Gülmenin de bir cezası var. Mutlu olmanın
İnsan önce ağlamakla tanışıyor elbet
Okyanuslar böyle doluyor, mağma böyle yakıyor
Biraz namus ile heyecan ölüyor. Rahatlıyoruz
Biraz inanç ile ruhu doğrayıp biçiyoruz
Hep bir ayar gerekiyor ama düğmesi yok dünyanın
Bir de namaz niyaz bir de solcular bir de salaklar seks filan
İşte hepsinin ortasında bir havuz
Fıskiyesi hep bozuk olan
Gizli gizli mutlu olmayı öğrenmeliyim
Fısıltıyla kahkaha atmayı
Kimseler duymadan kimseler görmeden
Yoksa vereğen sanırlar allah muhafaza
Sonra dünyanın bu korkunç halini
Anlamayan bir hain ve kim bilir daha neler…
Bizim kuşak ne mi yaptı? “Vereğen” şiiri bunun açık anlatımı aslında. Söylenceleri tersten okumak gerekirse -ki gereklidir- kısaca; kazanılmış rengarenk özgürlük uçurtmalarını göğe uçurdu. Dahası onca uçurtmayı, elleriyle ve yüzünü bile görmediği çocuklar için yaptı. Daha iyisi için sokak savaşları da verdi ama, olmadı. Bu içgüdü devriminde hatıra ıslıkları da hariç değil…
Islık çal
Islığın bittiği yerde öpüşür kızlar
Kimi saçlarını tarar Şam’da kimi uyur kendi avuçlarında
Balkonları aşan kızlar görürsün, akasya kokan kızlar
Ve ince bilekleriyle sekerek geçen yağmurlardan
Asla tanışamayacağın kızlar, asla dokunamayacağın
İşte onlarla başlar bu yağmurlu ıslak mecaz
(indir paçalarını dereden nasılsa geçemeyeceksin)
Sen pencereden baktığında Finli, Koreli, İtalyan kızlar
Sana bakarlar baktığın yerden…Şık görün
İçeride oturan bu yaşlı bu kırılgan ihtiyar
Kimbilir kimin sevgilisiydi bir zamanlar diye
Düşünürken onlar
(Aslında sanmam içlerinden biri bile böyle düşünsün)
Sen çık kapıdan erik ağaçlarına dokun
Eriklerdeki o ekşi düşünceye dokun
Seni bir örsün zorladığını düşün
Gençliğin telaşesine dönersin belki tekrar
Ürpertir ve canlandırır seni bu tatlı hayat
Sen dilinden taşanı gönlünde ekşit, mayala
Yağmuru sev, inceliği ve pencereyi
Belki kızlardan çok kendini, belki biraz
Belki dokunmakla öğrenilmeyecek bu tatlı haz
Anlamak şehrine doğru sana kapılarını açar
Savrulur saçlar ve seni kucaklar gençlik
Çağır beni, geçmişini o vakit
Usulca ardına bakıp ıslık çal…
Issızlığa düşen korkuyu hatırlar gibi:
Ve ölmeden önceki son nefes gibi
Hayata bıraktığın şey uçar gider:
Gençliği önüne geçmişi yanına al
Penceremin altından pencereme ıslık çal…
(Belli olmaz belki gene ben öperim seni)
Daha önce de yazmıştım sevgili Emel, Emel İrtem’in, taşı sıksa suyunu çıkartan, ince alaylı ve alaylı şiirini seviyorum. Geleceğe gelecekçi izler bırakmış bu detaycı şiire, şiirinin hücre hücre kalbine ve jilet zekana saygıyla…
(Mart 2016-Istanbul.)
Levent Karataş / Mart 2016 / Istanbul